Sinema Sohbetleri #1: Inception (2010)
Kutsal Rüya‘dan bir gün sonra…
Ümit: Bir rüya nelere kadir değil mi Uğur?
Uğur: Nasıl yani?
Ümit: Düşünsene bir rüya bize bir blog kurdurdu.
Uğur: Oda bir şey mi Abi! Bak Christopher Nolan’a, adam rüya gibi bir film çekmiş.
Ümit: Inception!
Uğur: Evet, dediğine göre uzun süredir yapmayı istediği bir filmmiş. Hatta filmin fikri 16 yaşındayken kafasında oluşmaya başlamış. İlk taslak senaryoyu da bundan 8-9 yıl önce yazmış. Biraz çılgın biri sanki ne dersin?
Ümit: Kesinlikle. Zaten Memento’yu ya da The Prestige’i izleyen birisi onun ne kadar çılgın olduğunu ve daha ne çılgınlıklar yapabileceğini bilir. Bu şekilde sürekli çıtasını yükseltmiş ve içerik ile görsellikte hep kaliteli davranmış az yönetmen vardır.
Uğur: Çizgisini bozmayan nadir yönetmenlerden diyebiliriz o zaman onun için.
Ümit: Aynen. Hemen burada sana bir sorum olacak: Dikkat edersen Christopher Nolan başrollerinde hep sağlam karakterler kullanıyor. Bu filmde başrole layık gördüğü Leonardo DiCaprio için ne diyeceksin?
Uğur: İşin aslına bakacak olursak Leonardo DiCaprio, artık Titanic filminde ki velet değil. Gangs of New York filmi onun evriminin başlangıcıydı. The Aviator’da ise onu hiç sevmesem de hayranlıkla izlemiştim. Sonra The Departed, Blood Diamond, Shutter Island derken hem aksiyonun aranılan ismi hem de sağlam bir dram oyuncusu olma yolundaki evrimini yavaş ama emin adımlarla tamamladı. Ben onu Inception’da da beğenerek izledim. Artık gerçekten oturmuş bir oyunculuğu var. Zaten Christopher Nolan’da onun için şunları diyor:
Leonardo DiCaprio dünyanın en iyi yönetmenleriyle çalışmış ve çok iyi eğitimli bir oyuncu. Onun fikirlerini almamak aptallık olurdu. Filmin yönetmenlerinden biri de o… Karakteri üzerinde uzun konuşmalar yaptık, fikirleriyle senaryoya çok büyük bir katkı verdi.
Ümit: Evet, Leonardo DiCaprio benim de pek haz etmediğim bir oyuncu aslında.Onu ilk Marvin’s Room’da gördüğümde açıkçası hem kendisi hem de oyunculuğu ne cılız bir karakter demiştim. Titanic’de ise benim için önemli bir yeri olan James Cameron’a ateş püskürmüştüm: “Nasıl olurda bu adamcığı böyle ciddi bir projede oynatırsın?” diye.Ardından The Man in the Iron Mask ile erken büyüyeceğim sinyallerini vermeye çalıştı ama en kötülere verilen Razzie ödülünü alarak bunu eline yüzüne bulaştırdı. Leonardo DiCaprio’nun, Scorsese onun içindeki vahşiyi görene kadar hiç parlak bir oyunculuğu yok ne yazık ki. Henüz 19 yaşındayken Oscar’a aday olduğu What’s Eating Gilbert Grabe filmindeki performansını saymazsak tabi. Sonrasında Scorsese’ın elinden tuttuğu Leonardo DiCaprio’ya Allah yürü ya kulum dedi ve seninde belirttiğin gibi hem iyi bir aksiyon hem de sağlam bir dram oyuncusu olduğunu kanıtlayarak bugün bu tercihi Nolan’a yaptırdı.
Uğur: Peki ya diğerleri?
Ümit: Bende tam o meseleye girecektim. İstersen bu konuya da filmi şöyle genel hatlarıyla incelerken değinelim.Mesela film izlendiğinde sanırım insanın aklına ilk olarak Matrix’i getiriyor.
Uğur: Bunda sana kesinlikle katılıyorum, her ne kadar filmi çok beğensem de bazen rahatsız olmadım değil bu benzerlikten.
Ümit: Maalesef benim de rahatsız olduğum yerler var ve bu da onlardan birisi. Fakatburada sanırım filmin zamanlama sıkıntısı var.
Uğur: Zamanlama sıkıntısı derken neyi kastediyorsun?
Ümit: Şöyle ki senin de biraz önce belirttiğin gibi Nolan bu filmin fikir temellerini 16 yaşlarında atmış. Eğer o zamanlar bu filmi çekme şansı olsaydı biz bugün aynı eleştiriyi Matrix için yapıyor olacaktık. Maalesef birçok güzel film bu kötü zamanlama meselesinden nasibini alıyor.
Uğur: Bu doğru fakat Matrix’ten fırlamış sahnelere ne diyeceksin. Mesela o rüya âlemine girmelerini sağlayan çanta?
Ümit: Veya Matrix’vari bir ekip ile bu işi yapmaya çalışmaları ya da Mr. Cobb’un Ariadne ile tanıştıktan sonra eğitim programında ders vermesi diyebilirsin ve haklısın da sana bir şey diyemeyeceğim bu konuda. En iyisi bunları bırakalım birazda Leonardo DiCaprio’nun saz arkadaşlarına bakalım. Mesela Joseph Gordon-Levitt ya da filmde ki adıyla Arthur.
Uğur: O rol için ilk olarak düşünülen ismin James Franco olduğunu biliyor muydun? Çekimlere takvimi uymadığından rol Joseph Gordon-Levitt’e kalmış. Bence çokta iyi olmuş.
Ümit: Açıkçası ben bu konuda sana katılamayacağım. Joseph Gordon-Levitt’in bu filme kadar böyle bir film tecrübesi yok! Bir kaç film hariç -Killshot gibi- genellikle romantik dram ya da komedi filmlerinde boy göstermiş biri. Mesela, kendini ispatlayarak Altın Küre’ye aday olduğu (500) Days of Summer’da onun romantik filmlerinden biri. Yani diyeceğim o ki bu adamda âşık mayası var. Zaten Inception’da da tam bir âşık gibi duruyor ve en güzel oyunculuğunu son rüyanın ikinci katmanında Ariadne’yi saçma bir mazeretle öpmesi(!) ile sergiliyor.
Uğur: Ben onu ilk olarak The Lookout filminde izlemiştim ve gayet başarılı bulmuştum. Bu filmde muhteşem bir performans sergilediğini söyleyemeyiz ama ben senin aksine onu bu filmde de başarılı buldum. Dediğin gibi Inception filmografisindeki bir ilk olarak değerlendirilebilir. Ancak daha önce böyle bir filmde oynamaması onu başarısız bir oyuncu yapmaz. Ayrıca harbiden o öpücük sahnesi ne kadar gereksizdi…
Ümit: Doğru söylüyorsun, eleştirimden Joseph Gordon-Levitt’in kariyerinde böyle bir film tecrübesi olmadığı için onu beğenmediğim gibi bir anlam çıkıyor. Ama inan ben onu filmde şöyle gördüm: Leonardo DiCaprio oynuyor, o izliyor. Asıl eleştiri sebebim bu. Neyse biz yolumuza devam edelim; Ellen Page için ne düşünüyorsun?
Uğur: Valla Juno diye son derece gereksiz bir film olmasaydı Ellen Page’de bu kadar popüler olmayacaktı bence…
Ümit: Kızcağızın bilim-kurgu ve gerilim tecrübeleri var ama bu türlerle tezat oluşturacak şekilde öyle de bir yüzü var ki, biraz sonra ağlayacakmış gibi.
Uğur: Bilemiyorum. Ben onu izlediğim hiç bir filmde etkileyici bul(a)madım. Ne Hard Candy’de, ne X-Men: The Last Stand’de ne Juno’da ne de Inception’da. Filmimizin olmazsa olmazı değil. Zaten yaptığı pek bir şey de yok. Kim kaldı? He! Tom Hardy var, kalpazanımız. Hani Yeni Batman filminde de Bane’e hayat verecek kişi.
Ümit: Kanaatimce o, filmde rolünün hakkını vermiş oyunculardan.
Uğur: Evet, bence de. Ama Leonardo DiCaprio ve Joseph Gordon-Levitt ikilisinin daha çok ön plana çıkarılması sebebiyle biraz eziliyor.
Ümit: Aslında ben de tam diyecektim ki filmde iyi oyuncularımız var ama üzerine çok konuşabileceğimiz, sergileme fırsatı bulabildikleri oyunculukları yok.
Uğur: Mesela Saito rolündeki Ken Watanabe gibi. Batman Begins’ten hatırlarsın.
Ümit: Ben onu ilk defa The Last Samurai’da gördüm -zaten daha öncesi Japon filmleri-ve “İnanılmaz sağlam bir duruşu var bu adamın!” demiştim. Ama maalesef Inception’da oyunculuğunu sergileyebileceği ciddi bir rolü yok. Aynen unutulmaz film Platoon’dan hatırlayacağımız çılgın asker Tom Berenger gibi.
Uğur: Onların dışında Michael Caine, Marion Cotillard ya da Cillian Murphy isimlerini de sayabiliriz ama en iyisi ben unutmadan sana internette şans eseri denk geldiğim terimden bahsedeyim: Lucid Dreaming. Yani insanın uykuda olduğunu fark ederek rüyasını değiştirebilme durumu. Christopher Nolan’ın da bundan yola çıkmış olabileceği düşünüyorum. Tıpkı Memento’da ki Anterograde Amnesia hastalığı gibi.
Ümit: Olabilir ama aslında bizim için daha önemlisi istediği kişileri rüyasına dâhil edebiliyor mu? Biliyorsun film bununla gelişiyor; rüya paylaşımı.
Uğur: Ben onu zaten hiç anlamadım. Aynı yerde uykuya dalınca aynı rüyaya nasıl giriyorlar ya da bunu nasıl kontrol ediyorlar? Yani Matrix’deki gibi bir adam yok ki bilgisayar başında.
Ümit: Ya da onları buluşturan bir bilgisayar programı! Film burada ciddi bir eksikle giriyor.
Uğur: Kimyager denilen şahıs ile bu eksiği kapatmaya çalışmış Christopher Nolan bir nebze olsun.
Ümit: Matrix’deki Tank’a benziyor ama onun işi de sadece uyutucu maddeleri hazırlamak. Dolayısıyla Tank gibi bir operatör olamaz.
Uğur: Zaten en başta da söylediğim gibi o çanta muhabbeti de çok zayıf kalmış. Çantadan uzanan hortumlar ve damardan giren uyutucu maddeler hepsi bu. Sonra hepsi mimarın tasarladığı rüya âlemindeler…
Ümit: Çok sığ, seyirciyi ikna edebilecek hiçbir derinliğe sahip değil. Ama bunun yanında itiraf etmeliyim ki gerçek ile rüya arasındaki geçişler filmin anlatım tarzına çok uygun; gerçekten rüyaya geçişler aniden olurken rüyadan gerçeğe geçişler sarsıcı oluyor. Ancak geçiş yaptığımız rüyanın tasarımı da pek üzerinde durulmamış bir mesele.
Uğur: Evet nasıl tasarlıyor bu kız koskoca dünyayı. Bir kaç saat önce rüyalarda mekân tasarlamaktan bihaber iken bir anda mimar olup çıkıyor…
Ümit: Ve hoop! Harikulade tasarlanmış üç katmanlı rüya. Filmin değindiğimiz eksiklikleri yanında bir de yetersiz kalmış klasikleri var; güçlü şirketlerin bilgi sızdırma çabaları, kapitalist devlerin savaşı, Mr. Cobb’un işi kabul ettikten sonra ekibini toplayış şekli vb. Bahsettiğimiz filmin eksik ve yetersiz yanlarına rağmen sence bu filmi seyircinin gözünde bu kadar özel ve başarılı yapan ne? Sadece görsellik gibi teknik başarıları mı?
Uğur: Bunu hiç sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı film çabuk unutulur ve Christopher Nolan seyircinin gözünde hala saygı gören bir yönetmen değil de günümüzde sadece görselliği kullanarak içi boş filmler yapan yönetmenlerden olabilirdi. 300’ün kolpa yönetmeni Zack Snyder, Transformers’ın asalak yönetmeni Michael Baygibi.
Ümit: Ben de filmin asıl başarısının sadece teknik unsurlarda olduğunu düşünmüyorum. Bir kere filmin herkes için gizemli olan bir teması var; rüya. Ayrıca Nolan’ın bu gizemi kendine özgü yorumuyla rüya içinde rüya oluşturarak kompleks bir yapıya dönüştürmesi seyirciyi fazlasıyla etkiliyor. Bununla seyirciyi sadece filmi izlemek değil bir de bu meseleyi çözmeye teşvik ederek filmin içine çekmeyi başarıyor.
Uğur: Filmde rüya ile gerçek arasındaki bu kompleks yapıyı anlaşılabilir hale getirmek için Christopher Nolan’ın bir de “totem”e ihtiyacı vardı.
Ümit: Bunu da sanırım “fikir”, “fikir saplantısı” ya da “fikir aşılama” olarak buldu.
Uğur: Ve şu replikle bunu harika şekilde özetliyor:
-En dirençli parazit hangisidir? Bakteri mi, virüs mü?
-Fikir. Dirençlidir ve çok çabuk yayılır. Fikir beyine bir kez yerleşti mi yerinden sökmek neredeyse imkânsızdır. İyice şekillenmiş ve kavranmış bir fikir beyinde bir yere saplanıp kalır. Ufacık bir fikir çok büyük bir hâle gelebilir. Büyüyerek seni ifade edebilir ya da yok edebilir. En ufacık bir fikir, “Dünyan gerçek değil” gibi mesela, her şeyi değiştirir.
Ümit: Son olarakNolan kurduğu bu harikulade rüya âlemini son bölümdeki hafızalardan silinmeyecek, etkileyici üçlü paralel kurgusuyla müthiş bir şekilde sonlandırıyor. Sanırım bu rüyada fazla uzun kaldık. Sanki on yıldır buradaymışız gibi.
Uğur: “Kim bir rüyada on yıl kalmak ister ki?”
Ümit: “Rüyaya bağlı!”