Paradise Now / Vaat Edilen Cennet (2005)
Ölüm korkusuyla yaşıyorsan, zaten ölüsündür.
İşte… Filistin tam karşımda… Eğer şu ilerideki İsrail askerlerinin kontrol noktasından geçebilirsem, Filistin’e girebileceğim. Muhtemelen aklında bu düşüncelerle cesaretini toplayan Suha, sonunda kontrol noktasına
doğru ilerliyor.
Suha, aslen Filistinli olmasına karşın Fransa’da doğmuş, Fas’ta büyümüş genç bir kadındır. Herhalde ülkesine karşı hissettiği sorumluluğun kendisinde oluşturduğu vicdani rahatsızlığını bir nebze olsun dindirebilmek için topraklarına geri dönüyor. Ve onunla beraber biz de o bedbaht coğrafyanın kanayan yüreklerini biraz olsun yakından tanımak için Filistin’e giriyoruz.
Paradise Now, insanı anlatan bir film.
İntihar saldırısı yapmayı planlayan iki gencin iç bunalımlarını etkileyici bir şekilde perdeye yansıtan bir film.
Bir âdemin kutsal bir dava uğruna bir âlemi patlatmak için ruhunda nasıl buhranlar yaşadığını anlatan bir film.
Doğal olarak böyle bir filmin mihrakında âdem vardır, âlem değil. Ama keşke bizi biraz âlemden haberdar etseydi. Bu âdemin âleminden… Netice itibariyle ikisi birbirini tamamlamıyor mu? ‘Her âdem bir âlem’ değil midir? Keşke bu âdemin âleminin vahametinden, çilekeş insanlarından bahsetseydi. Keşke bu âlemde bombalanan evlerle beraber hayatlarında nasıl yıkıldığından, okula gitmekle çatışmaya gitmenin aynı derecede tehlikeli olmasından ve hamile olmanın ölüm tehlikesini iki katına çıkardığından bahsetseydi. Keşke bu âlemde bir çocuğun korktuğu zaman sarıldığı babasının kendisine emniyet veremediği için çaresizce haykırmasından bahsetseydi. Keşke biraz bu âlemden bahsetseydi de bu âdemlerin dertlerini daha iyi anlayabilseydik. Keşke bahsetseydi, bahsedebilseydi…
Filmimizin insanlarına dönelim. Said ile Halid, oto tamiriyle vakit geçiren iki arkadaştır. Vakit geçiren diyorum, hayatlarını geçiren değil. Çünkü artık Nablus’tayız. Nablus, Filistin… Burada hayat yok! Sadece ölümü beklemek, beklerken de vakit geçirmek var. Bu ölüm İsrail tarafından doğrudan mı yoksa dolaylı olarak mı gelir orası meçhul ama şurası kesin ki, İsrail tarafından gelir. Ama yine de insanlar ‘yaşamları pahasına yaşamak’ isterler.
Bakın film buna bir nükte ile ne güzel değiniyor:
İş çıkışı Halid bir yerde yemek yerken kulağımıza ilginç bir sohbet ilişir. Filistinli bir vatandaş, gıpta ederek İsveç’teki hayatı anlatır. Fakat paradoksal bir şekilde bu yüksek hayat şartlarına mukabil intihar oranlarının da yüksek oluşundan bahseder. Şu yaman çelişkiye bakın ki, İsveç’te hayat var ama insanlar ölmek istiyor; Filistin’de ölüm var ama insanlar hayat istiyor! Aklı aciz bırakacak bir şekilde, hayat isteyen bu insanlar da intihar saldırıları yapıyor. Buyurun size bir çelişki daha. Yani her iki yaşam koşulunda da intihar var.
Pekâlâ, ‘hür’ bir şekilde ‘yaşamak’ isteyen bu insanlar neden ve nasıl böyle saldırılar yapıyor?
Maalesef, film ‘neden’den ziyade ‘nasıl’ sorusuna cevap aramış. Belki sebep, bu soruya cevap vermek ya da vermeye çalışmak filmi bir taraf yapar korkusudur. Nitekim Hany Abu-Assad, takdire şayan bir şekilde insanları olduğu gibi anlatmaya çalışmış ve yorumları, cevapları yani taraf olmayı bize bırakmayı başarmış.
Ayrıca bazı sorulara tatmin edici cevaplar bulmak da hiç kolay değildir. Söylemek istediğimi filmden bir örnekle izah edeyim:
Said virane yüreğinde, arabasını tamir ederken tanıdığı Suha’ya da yer vermiştir. Kaderin cilvesine bakın ki, topraklarına, insanlarına yapılanlara karşı histe aynı fikirde ayrı duran bu iki gencin aşkının ilk şarkıları ile intikam çığlıkları aynı gece buluşurlar. Yani aşk ve intikam aynı geceye sıkışır.
Bu esnada Said, Suha’ya eskiden İsrailliler tarafından kendilerine karşı yapılan bir haksızlığı protesto etmek için bölgedeki bir sinemayı yakmalarından bahseder. Ve işte sonsuzu iki soruya hapseden replik:
Suha: Neden sinema?
Said: Neden biz?
Bu sorulara elbette ki tarihsel, sosyolojik, psikolojik analizlerle cevap verebilirsiniz ama söz konusu insansa verilecek hiçbir cevap tatmin edici olmayacaktır.
Suha, Nablus’ta önemli bir kişi olan Ebu Assam’ım kız kardeşidir. Ağabeyinin dava uğruna hayatını kaybetmesi, ülke dışında doğmuş-büyümüş olması duruma biraz farklı bakmasına sebep oluyor. Örneğin, değerli bir zat olan ağabeyini kaybedişini, “Yaşıyor olmasını, gurur duymaya tercih ederdim.” şeklinde değerlendiriyor. Ötelerde bir dünya inancı olmadığı için de intihar saldırılarını kesin bir dille eleştirerek, mücadeleyi başka bir platforma taşımak istiyor. Çünkü “Cennete inanmayı, cehennemde yaşamaya tercih ederim.” ifadesinden de anlayacağımız gibi yaşanacak tek yerin bu dünya olduğu düşünüyor.
Suha’ya filmde hayat veren Belçikalı Lubna Azabal, meseleye o toprakların insanı olmasına karşın bir yabancı gibi bakmayı, kendisine ayrılan az bir süre içinde başarılı bir şekilde ortaya koymuş.
Şimdi asıl meselemize gelelim; intihar saldırısı. Yönetmen intikam planının başlangıcından neredeyse sonuna kadar intihar saldırısını ironik bir dille anlatmış. Bu üslupta -özellikle kardeşimle yaptığımız konuşmaların da etkisiyle- beni içimde ikiye böldü.
Evet, meselenin ironik anlatımı karakterlerin halet-i ruhiyelerini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş. Örneğin; Halid’in son mesajının kaydı yapılırken ki coşkusu, heyecanı, kendisine güveni; kameranın arızalandığı
ve kaydın tekrar yapılacağının söylenmesi ile yerini öfkeye, şaşkınlığa, anlamsızlığa bırakıyor. Diğer taraftan kamera arkasının umursamaz ahvali (kameramanın sanki düğün kaydı yapıyormuşçasına rahat çalışması, arkadaşlarının film izliyormuş gibi bir şeyler atıştırıp kaydı seyretmesi vs.) bizi olayın trajedyasından çıkarıp absürde sürükleyerek, Halid’le beraber “ne yapıyoruz biz?” diye sorgulatıyor.
Bunun yanında Halid’in Cemal’e ailesinin akıbetini sorması, kayıt tekrar yapılırken ailesine gönderdiği ilginç mesaj, resimlerinin asılacak olmasından duyduğu memnuniyet, bize bir an ‘bu adam bu işi ne için yapıyor?’ dedirtiyor. İnandığı davası uğruna mı? Ailesini müreffeh bir yaşama kavuşturabilmek için mi? Yoksa kahraman olmak adına mı?
Ancak bazen bu üslup, zaten oradaki korkunç tabloya yeteri kadar yer verilmediği için sadece kafalarda oluşturulmuş sanal bir Filistin ile filme devam eden seyirciyi olayın vahim derecedeki ciddiyetinden uzaklaştırabiliyor. Abu-Assad, saldırıyı yapacakların hislerine ve fikirlerine o kadar kilitlenmiş ki, onları bu duruma iten sebep ortamına kifayet edecek bir teması –herhalde- film için kayda değer bulmamış. (Umuyorum ki bu, filmi Avrupa’ya şirin göstermek için yapılmamıştır.) Her ne kadar Abu-Assad intihar saldırılarının ‘neden’ine değil de ‘nasıl’ına yoğunlaşsa da maalesef bu anlamda filmi yeterli bulmuyorum.
Öte yandan filmimizin diğer kahramanı Said, babası İsrail işbirlikçisi olduğu için idam edilmiş bir gençtir. Bu kambur hayata bakışını çok önemli bir şekilde etkilemektedir. Vatanının ve babasının durumu, ruhunu hayata karşı o kadar donuklaştırmış ki, intikam için yapılacak intihar saldırısında kendisine de görev verildiği söylendiğinde, ne bu görevin kendisine verilmiş olmasından duyduğu memnuniyetle onurlu bir duruş sergilediğini ne de feci bir sonun kendisine yaklaşmasından korkan ürkek bir vaziyet görüyoruz kendisinde.
Said’e bakarken bir an aklıma Sartre’ın ‘Yabancı’ romanındaki kahramanı Meursault geldi. Hatırlarsanız işlediği bir cinayet sebebiyle idama mahkûm olan bu adam, kendisine söylenen kararı umursamaz bir şekilde karşılamıştı. Fakat aslında içinde ne çalkantılar yaşamaktaydı, ne sorgulamalar yapmaktaydı.
Said’de öyle… İçinde kim bilir ne fırtınalar kopan bu adam, dışarıdan tam bir gizem. Meseleyi derinden irdelememiz için bizi Said’i anlamalıyız. Sanırım Abu-Assad, duruma hâkim olmayan Suha ile ne uğruna kendini feda ettiğinin farkında olmayan Halid arasından bize gerçek mesajını Said ile vermeye hazırlanıyor. Bu karakterler, Said’in esrarlı duruşuyla filmde silik kalmasını engelliyorlar. Yani nasıl biri olduklarını, ne düşündüklerini daha açık bir şekilde gördüğümüz Suha ile Halid’e karşılık Said bizi kendisine karşı daha da meraklandırıyor.
Oynadığı karakterin zihnini ciminde yansıtan ve Said rolünde çok başarılı bir oyunculuk ortaya koyan Kais Nashif’i tebrik ediyorum.
Ve son yemek… Yemeği yiyenlerin içinden iki kişi yemekteki duruşları ile “az sonra kendimizi günahlarınız için feda edeceğiz!” diye haykırır. Kim bilir, belki Yahuda da aralarındadır.
Eğer bir davaya iman ettiyseniz, neyle karşılaşırsanız karşılaşın davanıza sonuna kadar devam edersiniz. Tabii ki bir davaya iman etmek kolay değildir. Önce davanızı hakkıyla sorgularsınız. Sorgularken özümsersiniz. Özümserken yaşarsınız. Ve yaşarken kendinizi onun, onu da kendinizin bir parçası yaparsınız. Hâsılı akıl ile başlar, kalbiniz ile devam eder ve bir bütün olarak zuhur edersiniz.
Eğer önce kalbinizle başlayıp, duygusal davranarak bu dava da yer alırsanız, karşılaşacağınız ilk olumsuz durum size en başta yapmanız gereken sorgulamayı yaptırır ve davanızın duvarları içinizde çatır çatır
çatırdar. Belki de yıkılır. Aynı Halid’in başına gelen durum gibi. Filmin başından beri kendisinden çok emin duran Halid, saldırı öncesi karşılaştıkları bir olumsuzluk ile ‘kendine döner’ ve yaptıklarının doğruluğunu sorgulamaya başlar.
Diğer taraftan, filmin başından beri dışarıya net bir duruş vermeyen Said gibi sürekli içinizde bunları yaşayıp artık ne için yaşamanız ya da ne için yaşamamanız gerektiğine karar verirseniz, davanız için sonuna kadar mücadele edersiniz. Artık karşınıza küçük bir kız gibi sizi kararsızlığa sevk edecek bir sebep çıksa bile, kafanız biran karışıp, boşluğa sürüklenseniz bile siz yine de ne yapacağınızı bilirsiniz. Ne yapacağınızı bildiğiniz gibi yerini ve zamanını da bilirsiniz.
Evet Said, sen gerekçelerini bir bir sayıp sonunda “…bana bir kurban ve aynı zamanda katil olmaktan başka seçenek kalmıyor.” diyerek, bildiğini ve inandığını yapar mısın bilemiyorum ama biz senin ve senin gibilerin yapıp-yapmaya çalıştıklarını ‘sizin yerinizde olsaydık biz ne yapardık?’ sorusunu hızlıca geçiştirerek, doğru mu yanlış mı diye eleştirmeye devam edeceğiz.
Yazar: Ümit Tatar