Kötü Kedi Şerafettin (2016)
Şerafettin ya da nam-ı diğer Kötü Kedi Şerafettin (bundan sonra ondan kısaca Şero diye bahsedeceğiz), şüphesiz Türkiye’nin en meşhur kedisi. Ayrıca fazlasıyla ağzı bozuk, arsız, ahlaksız ve kabadayı olan bu kedi, belki de ilk underground çizgi karakterlerimizden birisi. Bülent Üstün’ün kaybettiği kedisinden ilham alarak 1996’da yarattığı Şero, sinema macerasına ise 20. yaşına bastığı bu yılda kavuştu. Ama Şero’nun sinema macerasına göz atmadan önce, Türkiye’nin animasyonla olan imtihanına ve Şero’nun esin kaynağı Fritz’e değinmekte fayda var…
Türk Animasyon Filmleri
Türk sinemasının aşil topuğudur animasyon filmler. Zaten bu makûs kader, henüz ilk uzun metraj animasyon film denememizle başlamıştır. Bahsi geçen film olan “Evvel Zaman İçinde (1951)”, Nasrettin Hoca’nın maceralarını anlatan bir çizgi film olarak tasarlanmıştır. Yönetmenliğini Turgut Demirağ’ın ve görüntü yönetmenliğini ise Yüksel Ünsal’ın üstlendiği filmin çekimlerine, 1947 yılında başlanmış ve dört yıllık uzun bir uğraşın sonucunda tamamlanmıştır. Tamamlandıktan sonra bazı teknik işlemler için ABD’deki bir laboratuvara gönderilen film, Amerikalı bir teknisyenin ihmali sonucunda çöpe atılmış ve bir daha bulunamamıştır. Sonrasında uzun bir süre sinemamızda animasyon film yapılmamıştır.
İlk animasyon denememizden 58 yıl sonra gelen “The Watercolor / Suluboya (2009)” filmi ise şimdiye kadar benzerine rastlayamayacağımız kadar büyüleyici bir görselliğe sahiptir. Ünlü karikatürist Cihat Hazardağlı’nın hem yapımcılığını hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlendiği film, üç yıllık bir emeğin ürünüdür. Rotoscope tekniği kullanılarak yapılan film, dijital fotoğraf karelerinin suluboya ile boyanması ile elde edilmiştir. Filmin müzikleri ise Fazıl Say’a aittir. Görsel olarak yenilikçi ve etkileyici olan film, buna rağmen böyle bir film için uzun olan süresi, bir noktadan sonra düşen temposu ile herkese hitap etmeyen bir filmdir. Zaten yönetmenin filmi İngilizce dublaj ve Türkçe altyazı olarak gösterime sokması da, sanatı sanatsal bir şekilde anlatan bu filmin, herkes için çekilmediğinin bir kanıtı gibidir adeta.
Takip eden yıllarda birçok animasyon filmimiz birbiri ardına gösterime girmeye başlar. Bu anlamda yolu açan film olarak, motion capture tekniğiyle yapılmış ilk Türk animasyon filmi olan “Allah’ın Sadık Kulu: Barla (2011)” filmini gösterebiliriz. Yönetmenliğini Esin Orhan’ın üstlendiği, üç yıldan fazla bir zamanda hazırlanan film, ne görsel anlamda iddia ettiği kadar başarılıdır ne de içerik olarak tatmin edicidir. Bediüzzaman Said Nursi’nın hayatından bir kesit sunan film, basit ve etkileyicilikten uzak hikâyesi, rahatsız edici boyutlara varan didaktik yapısı, mekân ve insan modellemelerinin son derece yetersiz olması bakımından pek de parlak bir iş değildir.
İki yıl sonra gelen, Pepee’nin yaratıcılarının ilk uzun metraj filmi olan “RGG Ayas (2013)”, tamamen çocuklara hitap eden, görsel anlamda fazla yavan kalan ve bir sinema filminden çok televizyon dizisi mantığı güden bir örnektir.
İkinci motion capture tekniğiyle yapılmış filmimiz olma özelliğini taşıyan, yönetmen koltuğunda Şahin Michael Derun’un oturduğu “Uzay Kuvvetleri 2911 (2014)” ise filmden çok yönetmenin kendini övmekte aşırıya kaçan söylemleri ve Soma faciası bahanesiyle gösterimden çekilip tekrar sokulması gibi haberlerle hafızalarımıza kazınmıştır. Zaten film, hakkında konuşmaya değecek pek bir özelliğe de sahip değildir. Z filmleri aratmayan nahoş esprileri, kötü diyalogları ve olmamış senaryosu ile çöp bir animasyon olan “Uzay Kuvvetleri 2911”, gişede de istediğini elde edememiştir.
Yönetmenliğini “Fetih 1453 (2012)” filminin görsel efekt süpervizörü Serkan Zelzele’nin üstlendiği “Evliya Çelebi ve Ölümsüzlük Suyu (2014)” filmi de diğerleri gibi fazla iddialı söylemlerle gösterime girmiş ama hem görsel olarak hem de içerik olarak yetersiz kalıp iddiasının altında ezilmekten kurtulamamıştır. Mekân modellemeleri nispeten başarılı olsa da, karakter modellemeleri yetersiz olan filmin en rahatsız edici tarafı ise daha gösterime hazır değilken gösterime sokulmuş olmasıdır. Karakterlerin yüz detaylarının bazı sahnelerde olmaması, bazı sahnelerde aniden kaybolup tekrar ortaya çıkmaları ve bazı sahnelerde yüzlerinin ikiye bölünmesi gibi hatalar, film boyunca göze çarpar.
Tamamen animasyon olarak çekilen bu filmlerin yanında, “İksir: Dedemin Sırrı (2014)”, “Köstebekgiller: Perili Orman (2015)”, “Pırdino Sürpriz Yumurta (2015)” ve “Köstebekgiller 2: Gölge’nin Tılsımı (2016)” gibi gerçek mekânları ve gerçek oyuncuları, animasyon karakterle birleştiren filmlerin isimlerini de, iyi niyetli ama yetersiz denemeler olarak anabiliriz. Bunlarda tıpkı “RGG Ayas” gibi bir sinema filminden çok televizyon dizisi mantığı güden örneklerdir.
Robert Crumb’ın Serseri Kedisi
Şero, George Gately’nin 1973’de çizdiği “Heathcliff” ve Jim Davis’in 1978’de çizdiği “Garfield” gibi popüler karakterleri anımsatabilir. Fakat Şero’nun bu kedilerle tek benzerliği haylazlıktan öteye gidemez. Zaten Şero bu kediler gibi sevimli değil, aksine son derece itici ve çirkindir ama daha da önemlisi, yazının başında söylediğimiz gibi ağzı bozuk, arsız, ahlaksız ve kabadayı bir tiptir.
Belki hepsi antropomorfik karakterlerdir ama Şero’nun insan gibi davranışları onun aslında yarı insan olmasından gelir! Nasıl mı? Şero’nun babası Tonguç, kendini tatmin ederken etrafa spermlerini saçmış ve Tonguç’un kedisi Ekin’de fark etmeden bu spermlerin üzerine yatıp hamile kalmıştır. Anlayacağınız Şero’nun doğumu bile sıra dışıdır. Bu yüzden onun esin kaynağı, Heathcliff ve Garfield gibi şeker pamuğu misali bir dünyanın kedileri olamaz. Daha derinlere, yer altına bakmamız gerekir…
İşte tam burada, Robert Crumb’ın 1959 yılında yarattığı Kedi Fritz’in ismini anmalıyız. Zira Fritz, katıksız bir underground karakterdir. Hikâyeleri olabildiğince absürttür, her hikâyede mutlaka dönemi ve Amerikan kültürünü eleştiren unsurlar bulunur ve Crumb, kendi hayatından bazı izleri Fritz’in yaşantısına yansıtmayı çok iyi başarır. Crumb’ın şu sözü de, onun nevi şahsına münhasır fabl tarzını çok iyi özetler:
Hayvanları kullanarak yaptığım işlerde çalışmama, insanları kullanarak yaptığım işlerden daha farklı şeyler katabiliyorum. Hayvanlı işlerde, hikâyeye daha fazla saçmalık, hiciv ve fantezi ekliyorum…
Fritz, 1972 yılında yapımcı Steve Krantz ve yönetmen Ralph Bakshi tarafından uzun metraj bir animasyona dönüştürülür. Film dünya çapında büyük bir üne kavuşur. Fritz ise yeni ve farklı bir hayran kitlesi kazanır. Ayrıca film, gişede de istediğini elde eder ama Crumb, bu uyarlamadan hiç memnun kalmaz. Hatta bu durumdan o kadar rahatsızdır ki, isminin jenerikten silinmesi için yapımcıyı ve yönetmeni mahkemeye bile verir. (Alpin, 2006: 245)
Bununla da kalmaz, filmle aynı yıl yayımlanan ve Fritz’in son hikâyesi olan “Superstar”da, Fritz’i zengin, kendini beğenmiş ve kendinden başka kimseyi düşünmeyen bir film yıldızına dönüştürür. Ayrıca Ralph Bakshi’yi “Ralphie” adında bir kartal ve Steve Krantz’ı ise “Stevie” adında bir domuz yaparak onlardan intikam almayı da ihmal etmez. Artık Fritz’in, kendi yarattığı karakterle hiçbir alakasının kalmadığını oldukça etkileyici bir şekilde eleştiren Crumb, kendi yaşamından izleri en bariz şekilde gördüğümüz bu hikâyenin sonunda Fritz’i öldürür.
İnsan mıyız Ulan Biz: Fritz ve Şero
Fritz’den bahsettikten sonra, sıra Fritz’in Şero ile olan benzerliklerini ve farklılıklarını kısaca mercek altına almaya geldi.
Öncelikle İki karakterinde insan gibi düşündüğünü, insan gibi konuştuğunu ve insan gibi davrandığını söylemeliyiz. Fakat Fritz’in dünyasında hiç insan görmeyiz. Onun dünyasında kedi, köpek, karga, tavşan, domuz, devekuşu ve hatta timsah gibi çok çeşitli hayvanlar vardır ama insanlar yoktur. Zira Fritz’in hikâyeleri bir nevi fabl’dır ve Crumb’ı da kasvetli, acımasız ve ahlaksız hikâyeler anlatan La Fontaine olarak düşünebiliriz.
Şero’nun dünyasında ise bolca insan görürüz ve insanlar Şero’yu son derece normal karşılarlar. Şero’nun hikâyelerinde de fabl özelliklerine rastlarız ama sokaklarda göremeyeceğimiz hayvanlar bu hikâyelerde karşımıza çıkmazlar; yani farklı türde hayvan kullanımı oldukça sınırlıdır. Bülent Üstün, Şero’yu karanlık ve suçla dolu, her şeyin mümkün olduğu bir masal atmosferinin ortasına yerleştirir. Tabi bu masallar genelde kâbuslarımızı süsleyecek kadar serttirler. Hatta “Fritz’in hikâyeleri, Şero’nun hikâyeleriyle kıyaslandığında naif kalırlar” desek bilmem abartmış olur muyuz?
Tıpkı Robert Crumb’ın Fritz’i kendi kedisi Fred’den esinlenerek yarattığı gibi Bülent Üstün’de Şero’yu kendi kedisinden esinlenerek yaratmıştır.
İki karakterde aslında pek iyilik peşinde koşan tipler değillerdir ve kahramanlık vasıflarının neredeyse hiçbirini taşımazlar. Ama ikisinin de, saçma sebeplerle bile olsa iyilik yaptıklarına şahit oluruz. Bu anlamda ikisini de anti-kahraman olarak nitelendirmemiz yanlış olmaz. Fakat Fritz, Şero gibi aşırı uçlarda gezmez; Şero kadar acımasız ve küfürbaz değildir.
Crumb’ın “Kedi Fritz: Yaşamı ve Ölümü” isimli çizgi romanına baktığımızda, Fritz’in sadece bir kişiyi öldürdüğünü görürüz ama bu ölüm de saçma bir şekilde gerçekleşir ve eleştirel bir tutumu vardır. Şero ise gözünü kırpmadan birini öldürebilir. Zaten 5 ciltlik macerası boyunca sayısız kedi, köpek ve insan öldürmüştür. Fritz, kasvetli bir dünyanın entelektüel hicivcisiyken, Şero ise bir karanlık suç komedisinin kabadayı prensidir.
Suç işlemek ve birini öldürmek konusundaki tutumları farklı olsa da ikisinin de çok önemli bir ortak noktası vardır. İki karakterde sürekli cinsel dürtülerinin peşinden giderler, hatta koşarlar! Fritz’in libidosu Şero ile yarışacak cinstendir. Fakat Şero’yu bu noktada da aşırı uçlarda gezerken buluruz. Fritz, kibar dilli bir çapkındır. Şero ise acımasız bir tecavüzcü.
İki karakterinde okuyucuyu fazlaca rahatsız eden tarafları vardır. Mesel Fritz’i bir hikâyesinde kardeşiyle birlikte olurken görürüz. Şero ise onunla ilk tanıştığımız hikâyede dişi bir kediyi tecavüz ederek öldürür. Böylece Bülent Üstün, nasıl bir karakter ile karşı karşıya olduğumuzu lafı hiç dolandırmadan bize göstermiş olur.
Fritz, her macerada farklı bir mesleğe sahiptir. Bazen hippi bir üniversite öğrencisi, bazen sihirbaz, bazen CIA ajanı, bazen yazar ve şair, bazen de film yıldızı olarak karşımıza çıkar. Şero’nun ise bu taraklarda bezi yoktur. Şero tam anlamıyla kedidir ve bununla gurur duyar. İnsan gibi düşünür, insan gibi konuşur ve insan gibi davranır ama insanoğlunun dünyasına ait şeylerden haz etmez. Tabi rakı, şarap ve sigara dışında…
(Yazının buradan sonraki kısmı, filmle ilgili sürprizleri bozacak bilgiler içermektedir.)
Cihangir’in Arka Sokaklarına Doğru…
Aslında Şero’nun ayak izlerine, Bülent Üstün’ün Haziran 1994 tarihli “H.B.R. Maymun” isimli mizah dergisinde, başlangıçta sadece üç sayı çizdiği Tonguç bantında rastlıyoruz. Sonradan Şero’nun babası rolünde göreceğimiz Tonguç ile işte bu bantlarda karşılaşıyoruz. (Alpin, 2006: 375) Şero ile ise iki yıl bekledikten sonra, 1996’da “L-Manyak” dergisindeki ilk macerası ile tanışıyoruz. “Kötü Kedi Şerafettin”i sinemaya uyarlama fikrinin de, Bülent Üstün’ün ikinci macerayı çizdiği bu zamanlarda ortaya atıldığını biliyoruz.
Fakat somut adımların atılması için ise yıllar geçmesi gerekti. “Anima İstanbul”un imzasını taşıyan, yönetmen koltuğunda ilk uzun metrajlarını çeken Mehmet Kurtuluş ve Ayşe Ünal’ın oturduğu film, aslında 4 yılda tamamlansa da, girişim aşamasıyla birlikte toplamda 8 yılda bitirilebildi.
Tabi bu çok uzun sürenin layıkıyla kullanıldığını, filmin her bir karesindeki ince işçilikte, karakterlerin ve mekânların modellemesinin şaşırtıcı güzelliğinde görebiliyoruz. Zaten filme görsel anlamda kusur bulmak da neredeyse imkânsız gibi. Filmin giriş jeneriği ile birlikte arka sokaklarında dolaştığımız İstanbul, hem aslını aratmayacak kadar gerçekçi duruyor hem de filmin animasyon evreninin masalsılığını taşıyor. Zaten bu giriş ile birlikte film, bize sunacağı görsel dünyanın etkileyici olacağının sinyalleri de vermiş oluyor.
Peki, kusur bulmakta zorlanacağımız bu görselliğin rahatsız edici tarafları hiç mi yok? Aslında var. Zira Bülent Üstün’ün sert ve alışılmadık çizgileri Şero’nun dünyasıyla bütünleşiyordu. Şero’nun süslü, sade ve titiz çizgilerle kâğıda aktarıldığı şöyle bir düşünelim, eminim ki sonuç eğreti dururdu. Evet, şüphesiz kusursuz ve etkileyici bir animasyon var karşımızda ama Pixar filmlerini anımsatan bu görsel dünya, sanki Şero’nun dünyasıyla tam olarak uyum sağlamıyor. Sanki Şero’nun sert dünyasıyla uyum sağlayan o sert çizgiler törpülenip düzeltilmiş ve karanlık olması gereken o dünya fazla parlatılmış gibi…
Yarattığı atmosfer belki tam olarak Şero’nun dünyasına uymasa da en azından film, karakterler konusunda kıvamı tutturmayı başarmış. Şero’nun o grotesk tipi, tüm rahatsız ediciliği ve komikliğiyle animasyona birebir aktarılmış. Keza diğer karakterler için de aynı durum geçerli. Hepsi çizgi romandan fırlayıp animasyona geçiş yapmış gibiler. İşte tam burada filmin seslendirme kadrosunun maharetlerini de anmamız gerekiyor. Zira seslendirme kadrosundaki kişilerin sesleri, karakterlerle mükemmel bir uyum sağlamışlar. Özellikle Şero’yu seslendiren Uğur Yücel’in enfes bir performans sergilediğini de notlarımızın arasına ekleyelim.
Bunun yanında, ses tasarım konusundaki hünerlerini ispatlayan Burak Topalakçı’nın ve filmin enfes müziklerine imza atan Oğuz Kaplangı, Tuluğ Tırpan, Serkan Çeliköz üçlüsünün filme büyük katkı sağladığını da söylemeden edemeyeceğim.
Hem Nostaljik Hem de Yepyeni
Senaryosunu, Bülent Üstün ve “Neredesin Firuze (2004)”, “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? (2006)” gibi filmlerin senaristi olarak tanıdığımız Levent Kazak ikilisinin birlikte kaleme aldığı film, Şero’nun 5 ciltlik albümünün ilk cildinden toparlanmış aksiyon dolu yeni bir macera sunuyor bize.
Tabi neden yeni bir hikâyenin tercih edildiği anlamak güç değil: hem Şero’nun hikâyelerinin her biri, bir film etmeyecek kadar kısalar hem de törpülenmesi gerekecek kadar çok şiddet, cinsellik ve küfür içeriyorlar. Hal böyle olunca da yeni bir hikâye yazılmış olması pek şaşırtıcı gelmiyor; aksine uzun bir zamanın ardından gördüğümüz Şero’yu, nostaljik tatlarla dolu yeni bir macerada seyretmek çok keyifli oluyor. Film, eski maceraları, yeni bir olay örgüsü ile hoş bir şekilde birleştirerek, Şero’nun alternatif orijin hikâyesini ortaya koyuyor.
Tabi bu yeni hikâyenin, Şero’nun hatırı sayılır bir “yumuşatma” işleminden geçmesi sonucu oluşturulduğunu da söylemeliyiz! Küfürler son derece azaltılmış ve çizgi romandaki rahatsız edici her öge hikâyeden çıkarılmış. Evet, kabul etmeliyiz ki Şero’nun hikâyeleri, hazmı zor bir dünya sunuyor. Ama küfürbaz, tecavüzcü ve katil bir kedinin hikâyesi ne kadar yumuşatılabilir ki? Ya da yumuşatıldığı zaman geriye, Şero’nun ne kadarını yansıtan bir metin ortaya çıkar. Sonuçta ister istemez karakter, özünden bir şeyler kaybeder…
Tabi bu noktada filmin en büyük avantajı olarak, senaryoyu Şero’nun yaratıcısı Bülent Üstün ve Levent Kazak’ın birlikte yazmış olmalarını gösterebiliriz. İkili, kötü yönleri hafiften(!) azaltılmış bir Şero yaratırken, -her ne kadar karakter beklediğimiz kadar “kötü” olmadığı için eksikliğini sürekli hissetsek bile- en az hasarla Şero’nun ruhunu yansıtmayı da becermişler.
Aksiyonu Bol, Sürprizi Bol!
Filmin ana hikâyesi, çizgi romandaki dört farklı hikâyenin birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Kabaca söylersek: Şero’nun Çizer ile olan düşmanlığının başlaması, Tacettin ile tanışma, Tonguç ile tanışma ve Fare Rıza, Martı Rıfkı ikilisiyle banka soygunu girişimi. Tüm bunlar birinci ciltte farklı hikâyelerde gerçekleşiyorlar. Bu da bir sürü farklı hikâyenin yan hikâyelerle desteklenmesi demek. Ama bunun yerine film, karakterleri hızlı bir şekilde aynı hikâyeye dâhil ediyor ve karakterleri tanıdığımızı varsayarak bodoslama aksiyona giriş yapıyor.
Tabi bu, olumlu ve olumsuz bazı sonuçları da beraberinde getiriyor. Karakter tanıtımı ile zaman kaybetmediği için film, bütün enerjisini işin aksiyon kısmına ayırabiliyor. Böylece daha dinamik bir film ortaya çıkıyor ve sıkıcı olmadan, zorlamadan akıp gidiyor. Ama bunun yanında karakterler derinleştirilmediği için karakterler ile bağ kurmakta zorlanıyoruz. Bu yüzden de filmin, Şero’nun hayranları düşünülerek yapılmış olduğunu söyleyebiliriz.
Dur durak bilmeyen aksiyon anlayışının yanında “Kötü Kedi Şerafettin”, plot twist’leri başarıyla kullanarak şaşırtıcı hamlelerde bulunuyor, beklenmedik esprilerle kahkahalara boğuyor ve yan karakterlerle hikâye zenginleşirken seyir keyfini artırıyor. Fakat filmin ikinci yarısından sonra temponun biraz düştüğünü ve yan hikâyelerin bazen sıkıcı olabildiklerini de unutmadan söyleyelim.
Ayrıca filmin, Şero’nun maceralarını iyi bilenleri bile şaşırttığını belirtmeliyiz. Zira Rıza ve Rıfkı karakterleri çizgi romanda ölmelerine karşın filmde ölmüyorlar. Sanırım bu orijinal karakterleri, devam filminde de kullanmak istedikleri için öldürmeye kıyamamışlar.
Son Tahlilde
“Kötü Kedi Şerafettin” animasyon film anlamında Türkiye’de şimdiye kadar görmediğimiz kadar iyi bir iş koyuyor önümüze. Hatta şu ana kadar ülkemizde gördüğümüz başarısız animasyonlardan sonra ilaç gibi geliyor!
Görsel olarak kusur bulmakta zorlanacağımız film, ses tasarımı ve müzikleri ile de bizi etkilemeyi başarıyor. “İlk film” olmanın zorluklarını yaşadığı bazen hissedilse de, pek çok hikâyeyi bir potada başarılı bir şekilde eritirken, hem nostaljik bir tat yakalıyor hem de yeni bir macera ile bizi heyecanlandırabiliyor.
Yaratılan atmosfer biraz fazla cilalı ve karşımızdaki Şero, aslına göre biraz daha efendi olsa bile, “Kötü Kedi Şerafettin” unutulmayacak bir seyir fırsatı sunuyor. Size de bu keyifli macerayı seyretmek kalıyor…
Kaynakça
1. Crumb, R. (2014). Kedi Fritz: Yaşamı ve Ölümü (Çev. T. Pekmen). İstanbul: Flaneur.
2. Alpin, H. (2006). Çizgi Roman Ansiklopedisi. İstanbul: İnkilap.