Sinema Sohbetleri #5: Ekşi Elmalar (2016)
Yılmaz Erdoğan’ın 6. yönetmenlik denemesi olan “Ekşi Elmalar” filmini izleyen Maksat Sinema Olsun’un iki neferi, film üzerine yaklaşık 1 saat 5 dakika süren hararetli bir tartışmanın içine girmişlerdi. İşte aşağıda okuyacaklarınız bu konuşmanın bir özetidir. İyi okumalar…
Konuşmacılar: Uğur Tatar, Ülkü Tatar
Ses Kayıt: Uğur Tatar
Decode: Ülkü Tatar
Editör: Uğur Tatar
Uğur: “Vizontele (2001)”, “Vizontele Tuuba (2003)”, “Organize İşler (2005)”, “Neşeli Hayat (2009)”, “Kelebeğin Rüyası (2013)” derken Yılmaz Erdoğan şimdi de “Ekşi Elmalar” ile 6. kez yönetmen olarak karşımızda. Şimdi adettendir önce şu sorular ile başlayalım, filmi izlediğinde neler hissettin, neler düşündün, neleri beğendin, neleri beğenmedin?
Ülkü: Filmin girişi çok güzeldi. Kızların hayatını anlatan sahneler… Köy hayatı… Babalarının otoritesi… Bitmiş ama hala ayakta durmaya çalışan bir adam… Seçimleri kaybetmiş, sürekli başarıya ulaşmak istiyor ama bir türlü ulaşamıyor… Babanın kızların hayatına etkisi… Bu tablo çok hoşuma gitti.
Uğur: Bitmiş demek tam doğru olmaz aslında. Onu düzeltelim. Hala gücü yerinde çünkü. Hala saygı görüyor.
Ülkü: Duraklama dönemi o zaman.
(Gülüşmeler)
Uğur: Tamam, şimdi oldu. Peki, bu kısımlar başarılı mıydı?
Ülkü: Çok başarılıydı bence. Çok iyi planlanmıştı. Zaten yönetmenin bu kısımları anlatma konusunda zorlandığını düşünmüyorum. Kendi coğrafyası, kendi kültürü.
Uğur: Babanın kızların hayatına etkisi dedin. Kızların babayla olan ilişkisi filmin en önemli unsuru belki de. Ama alışılmışın aksine burada kadın karakterler ön planda. Kadın karakterler hakkında ne düşünüyorsun?
Ülkü: Hayata bakış açıları yeterli bir şekilde verilmiş filmde. Evlilik onlar için bir kurtuluş. O baskıdan kurtulmak için bir yol. Yani düşün, hiç tanımadığı hatta istemediği bir adam için “en azından evi çarşıda” diyor. Hep aynı yerdeler çünkü. Kapana kısılmış üç kız kardeş görüyoruz. Ama yaşadıkları baskıya rağmen bu kadınların ruhları özgür kalmayı başarmış. Film ilerleyip karakterleri tanıdıkça bunu daha iyi fark ediyoruz. Boyun eğmiyorlar. Aslında eğiyorlar da eğmiyorlar.
Uğur: Boyun eğiyorlar ama aslında eğmiyorlar, nasıl? Bunu açalım bence biraz.
Ülkü: Boyun eğmiş ama bizim anladığımız şekilde boyun eğmiş. Kendilerince farklı yollar deneyerek özgür olmaya çalışıyorlar hala.
Uğur: Kardeşler arasında en küçük olan Muazzez’in hiç de boyun eğmiş bir tip olduğunu düşünmüyorum ben.
Ülkü: Eğer aykırı biri olsaydı kaçardı.
Uğur: Kaçmıyor ama babasına karşı çıkmayı da başarıyor. Sonuçta evlenmiyor.
Ülkü: Ama diğerleri evliliği kurtuluş olarak gördüler. Muazzez ise âşık oldu. Evliliğe bakış açıları farklıydı.
Uğur: Evet, bu noktada haklısın. Madem aşk dedin. Aşkla devam edelim. Nihayetinde bu bir aşk filmi!
Ülkü: Evet, hem de dolu dolu!
Uğur: Diğer aşk filmleriyle kıyasladığımızda nasıl buluyorsun buradaki aşk unsurunu?
Ülkü: Yaylaya çıktıklarında Muazzez ve Özgür’ün aşkları masalsı bir dünyadan fırlamışa benziyor. Yani hem o ortama göre inandırıcı ve sahici hem de masalsı. Hep tedirginlik içinde gizli gizli buluşulan bir yer, yıllarca okumak istenilen bir kitap üzerinden aşklarını tarif etmeleri filan oldukça hoş. Ama çok da bilindik aşk filmi beklentilerini karşılamıyordu, bu da bir gerçek. Ki bence bu güzel bir şey…
Uğur: Evet, sıradan taşralı âşıkların filmlerinden gına geldi zaten! Şehirli bir çocukla köylü bir kızın aşk hikâyesi. O yöreye göre bu çok aykırı bir aşk ve Yılmaz Erdoğan filmi bu çatışmanın üzerine kurmuş. Filmin umut dolu bir sonu var. Bu umut dolu sonda aşk üzerinden veriliyor. Hatta âşıklar en sonunda aykırı diye kesilen ekşi elma ağacından filizlenmiş bir ağacın önünde buluşuyorlar. Yani aykırı âşıklar ve aykırılığı temsil eden bir ağaç. Bu fikir güzel düşünülmüştü. Peki, bu aşk seni inandırdı mı?
Ülkü: Kendimizi kadın karakterin yerine koyup düşününce gayet inandırıcıydı. Herhalde öyle bir ortamda doğup büyümüş her kadın, kendini bu aşka kaptırır. Çünkü karakter zaten bambaşka bir iç dünyasına sahip. Sonra biri çıkıyor ve ona istediği dünyayı gösteriyor. Sonra da gidiyor. Kadın tabii ki onu bekleyecektir.
Uğur: Film, üç tane ayrı evlilik ya da sevda hikâyesi barındırıyor ama Muazzez dışındakiler sanki biraz havada kalıyor gibi. Hepsi farklı bir mesaj barındırdığı için söylüyorum bunu.
Ülkü: Belki havada kalıyorlardı ama kesinlikle etkileyici sahneler ile hafızalara kazınıyorlardı. Mesela beni en çok etkileyen Türkan’ın yayladayken annesine söyledikleri. Ben orada bir kadının çaresizliğini gördüm. Aslında oradaki sözler doğudaki kadının hayat hikâyesini de özetlemiş oluyor. Kadınların kaderini özetliyor. Ve Türkan, bu kaderden, bu sınırlardan çıkmak istiyor. Tek tutunduğu dal da, mektuplaştığı hiç görmediği bir adam oluyor. O kadar çaresiz ki. İşin içinde mizah da var. Evleneceği adamı soruyor, “anlattığın kadar yakışıklı mı” diye! Daha da etkileyici olan istediği hayatı istediği adamla evlense bile elde edememesi. Sanki bu sahne, kadının kaderinin hiç değişmeyeceğini anlatmak için yazılmış. Çünkü erkeklerin değişmediğini gösteriyor.
Uğur: Bu aşk hikayelerinin hiç rahatsız edici bir tarafı yok muydu sence? Kullanış biçimi bakımından, yapay kalan tarafları belki?
Ülkü: Rahatsız edici kısımlar, şehre geldikleri sahnelerdeydi bence!
Uğur: O zaman biraz da şehir kısmından bahsedelim. Zaten filmi rahatça iki kısma ayırabiliriz, köy ve şehir olarak. Ama şehir kısmında, köydeki başarı gösterilememiş bence. İlk kısım ne kadar başarılıysa, ikinci kısım o kadar başarısız.
Ülkü: Bir de şu var: şehir kısmı çok kasvetli, çok hüzünlü ve herkes bir umutsuzluk içinde.
Uğur: Ama öyle olması gerekmiyor mu zaten?
Ülkü: Evet ama belki de köyün o eğlenceli tarafı bizi etkilediği için ikinci kısım hakkında böyle olumsuz düşünüyoruz. Şehre geldiğimizde, baba bitmiş, anne hasta, en büyük abla Türkan sürekli kocasından şikâyet ediyor, Muazzez sevdiği adamı bekliyor…
Uğur: Belki de dediğin gibi olabilir. Zaten şehir kısmı, örneklerini defalarca izlediğimiz, bildiğimiz bir hikâye. Köy kısmı ise daha gizemli, daha bilinmedik bir dünya sunuyor. Daha eğlenceli. Aslında bu keskin çizgi de insanı rahatsız etmiyor değil. Yani ilk kısım komedinin ağır bastığı daha eğlenceli bir yapıya sahipken, ikinci kısım daha hüzünlü. Ama komediden hüzne o rahatsız edici keskinlikteki geçiş bir yana, sanki bambaşka bir film izliyormuşuz gibi oluyor ikinci kısımda.
Ülkü: Aslında o geçiş şehre gittiklerinde değil de ikinci ablanın evlenmesiyle başlıyor diyebiliriz. Bıçak gibi kesiliyor.
Uğur: Evet, hem bıçak gibi kesiliyor hem de hikâyenin ritmi hızlanıyor. Peki, filmin komediyle dram arasındaki o dengeyi sağlayabildiğini düşünüyor musun? Çok hüzünlendiğin ve çok güldüğün sahneler arasındaki bağlantıyı nasıl buldun mesela?
Ülkü: Film bana öyle çok kahkahalar attırmadı ya da hüngür hüngür ağlatmadı beni. Bir bakıyorsun çok enerji dolu, mutlu, huzurlu bir bakıyorsun çok hüzünlüydü film. Ortası yoktu pek sahnelerin. Ama bunlar arasında bir dengesizlik olsa bile beni pek rahatsız etmedi.
Uğur: Şimdi söylemeden edemeyeceğim, şampuan sahnesi bence acayip komikti! Ben kahkahalarımı tutamadım o sahnede. Ama genel anlamda bu mizah ve hüzün arasında dengenin iyi sağlanmadığını düşünüyorum. Bir film hem komik hem de hüzünlü sahneleri birlikte kullanıyorsa “hayat” gibi olmalıdır. Ama mizah ve hüznü art arda dizerek bu sonuca ulaşılabileceğini pek sanmıyorum. Bu yüzden film, inandırıcı ve samimi atmosferini bir yerden sonra yitiriyor.
Ülkü: Ne hissedeceğini bilemiyorsun, evet. Çok hızlı geliyor her şey. Mesela Aziz’in çöküşü de öyle!
Uğur: Evet, Aziz’in çöküşü ve köyden şehre göç sonrası ipler kopuyor zaten. Ben şahsen karakterlerin köyden çıkmalarını hiç istemedim. Çünkü köydeki hayat, masalsı atmosfer, gizemli hikâye ve büyüleyici manzaralar ile oldukça sürükleyiciydi.
Ülkü: Bence de. Hatta kızların kaçmalarını ve filmin başka bir boyut almasını istediğimi itiraf etmeliyim!
Uğur: İnsanın aklına ilk gelen şey kaçacakları oluyor zaten. Ama öyle bir kültürde büyümüş biri, daha yeni tanıştığı bir adamla kaçmazdı. Sanmıyorum. Bu hem inandırıcı olmazdı hem de çok sıradan gözükürdü. Köy hayatı dedik. İlginç bir şekilde, filmin ilk yarısını oluşturan köy hayatına dair izlediğimiz her şeyin Muazzez’in babası Aziz’e anlattıkları sayesinde öğreniyoruz. Bunun için ne diyeceksin?
Ülkü: Çok kötü bir geçişti! Çok rahatsız ediciydi. Orada onları anlatması da anlamsız geldi. Hele ki bu şekilde anlatması. Hiç bilmediğin birine anlatacağın hikâye başka, bir de birlikte yaşadığın birine anlatman başka.
Uğur: Sanki her gün anlatıyormuş gibiydi… Bana “The Notebook (2004)” filmini anımsattı fazlasıyla.
Ülkü: Baştan sona her gün bunları anlatması. Bilmiyorum… Ama etkileyici değildi o kesin. Sevdiğine kavuşamamış, babasının esareti altında yaşamış bir kadın, babasına bunları anlatıyor ama buruk bir tebessüm var yüzünde. İnandırıcı gelmiyordu!
Uğur: Bunu deyince aklıma şu geldi: bu kız babasını çabucak affetmiş. O da bana inandırıcı gelmedi.
Ülkü: Bence orada yaşamış biri için bu normal. Babadır yapar mantığı var. En az kabullenişleri kadar normal bu.
Uğur: Tamam belki bu doğru ama bu kadar umut dolu ve “yüce” bir iyiliğe sahip olması…
Ülkü: Ama biz nasıl bir aile olduklarını gördük baştan. Düşün hiçbir şekilde dağılmıyorlar, birbirlerini bırakmıyorlar. Aile her şey onlar için.
Uğur: Yine de bir kızgınlık bekliyorsun.
Ülkü: Bir hesaplaşma olmalıydı, evet.
Uğur: Tabii ikinci kısım, Aziz Bey’in hafızasını yitirdiğindeki ya da yitirmenin eşiğine geldiğindeki şehir hayatı üzerine olduğu için, aradaki zamanda ne oldu pek bilmiyoruz. Belki de o yüzden inandırıcı gelmedi. Yani kurguda bir sorun var dedik. İkinci kısmın inandırıcılıktan yoksun olması. Bunlar tamam. Bu konuda neredeyse hem fikiriz. Peki… Ya Oyunculuklar…
Ülkü: Ben, en çok Türkan’ı oynayan Songül Öden’in oyunculuğunu beğendim.
Uğur: Ya diğerleri?
Ülkü: Aslında hepsi köy hayatında o kadar iyilerdi ki. Ama şehir hayatında onları fazlasıyla garipsedim.
Uğur: Zaten genel olarak oyuncuların köy hayatındaki başarıları, şehir hayatında yok!
Ülkü: Şehirde yaşayan kadınlar şehirli kadınları oynayamamış!
(Gülüşmeler)
Uğur: Genel olarak oyuncular iyi seçilmişti. Ama ben özel olarak Yılmaz Erdoğan’ın oyunculuğunu beğendim.
Ülkü: Evet, o da iyiydi baya. Beni öyle bir adam olabileceğini inandırdı!
(Gülüşmeler)
Ülkü: Şimdi düşünüyorum da… Aziz iyiydi de sanki az yer kaplıyordu filmde. Neden Aziz’in hayatıyla çok haşır neşir olamıyoruz? Aziz’i hep kızlarıyla bağdaştırıyoruz ya da onların hayatına etkisiyle. Aziz hakkında somut olarak her şeyi görebiliyorum onu anlatabilirim ama sanki iç dünyasını tam olarak anlayamıyorum.
Uğur: Ama bu filmin derdi kadınlar. Erkeklerin dünyasında var olmaya çalışan üç farklı kadın, ataerkil sistemin kadınlara bakışı ve bu baskı içerisinde gelişen hatta gelişmeyi başaran bir aşkı anlatıyor film. Aslında klasik bir bakışla, aşk her şeyi yener diyor. Yani film aşkı anlatmak istiyor. Bu sebepten ötürü bence Aziz’e ayrılan süre yeterli geliyor bana.
Ülkü: İyi de bu kadınların hayatının böyle olmasının sebebi Aziz gibi adamlar. Filmin amacı aşk olduğu için sorunun temeline inmek yerine sorundan kaçmayı başaran aşkı görüyoruz.
Uğur: Dediğin doğru, evet. Ama yine söylüyorum derdi bu değil filmin. Mesela “Kelebeğin Rüyası”nda Zonguldak’taki maden işçileri dönem atmosferini oluşturan ögelerden biriydi ve biz, o dönemin kötü şartlarında filizlenen iki farklı aşk hikâyesi izliyorduk. Maden işçileri filmin toplasan 10 dakikasında belki var belki yoktular. Filmin derdi şairleri ve onların aşkını anlatmaktı. Bu anlamda iki film benzeşiyor. Yani aslında Yılmaz Erdoğan’ın bu iki filmi için konuşacak olursak, aşk, filmdeki her şeyi bastıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Ülkü: Daha geniş bir bakış açısıyla bakılması gereken bir mesele bu yüzden dar bir bakışa hapsoluyor. Tamam, köy hayatı çok iyi aktarılıyor dedik. Kadınların hayatlarından sunulan kesitlerin de başarılı olduğunu söyledik. Ama mesela köydeki diğer kadınların hayatını hiç görmüyoruz.
Uğur: Hem bu üç kardeş varlıklılar. Varlıklı olmayan ailelerdeki kadınlar nasıl bir hayat yaşıyor bilmiyoruz. Aslına bakarsan sadece kadınları değil, köyde pek birini görmüyoruz desek yanılmış sayılmayız. Sadece figürasyon olarak varlar. Çok geniş bir konu olmasına rağmen daha minimal bakmaya çalışmış yönetmen. Bunu nispeten başarmış olsa da içerik anlamdaki eksikleri görmemek mümkün değil. Ama film, görsel anlamda övgüye değer gerçekten. Yılmaz Erdoğan’ın zaman geçtikçe yönetmenlik anlamında kendini geliştirdiği ortada.
Ülkü: Evet, görselliğini bende çok beğendim filmin. O atmosferi çok iyi yansıtmış. Müzikler filan da çok hoştu.
Uğur: Sanırım çok konuştuk. (Güler) Son olarak şunu da değinelim ve bitirelim. İkinci kısımda mühendisin yeniden ortaya çıkması… Aziz’in kötü davrandığı herkes, daha sonradan ona çok iyi davranıyor. Ama mühendis hem bu konuda uç nokta olması bakımından hem de filmin sonu itibariyle de kilit bir rolde olması bakımından önemli.
Ülkü: İbretlik! (Güler) Mühendis zaten mülayim bir karakter ve iyi biri. Aziz veya bir başkası fark etmez, hep aynı iyi niyetle davranacaktır. Mühendis Aziz’in kibrinin tam aksi. Bu açıdan da önemli.
Uğur: Evet, biraz didaktik olsa da başarılı bir zıtlık yaratmış yönetmen bu şekilde. Birisi aydın ve eğitim görmüş bu sayede statü sahibi olmuş. Diğeri ise parayla güç elde etmiş, bilgisi olmayan biri. Böylece bilgi cehaleti yenmiş oluyor. Ve ekşi elma büyüyor!
Ülkü: Evet, kadınların büyümesini, var olmasını sağlayacak olan da bu bakış açısı diyor özetle. Buradaki en berbat şey herhalde çiftimizin karşılaşması oluyor!
Uğur: Adem ile Havva! (Güler)
Ülkü: Elmadan bir çağrışım olabilir belki ama benim hiç aklıma gelmedi bu. Bir de ben onların kavuşmasını hiç böyle hayal etmedim. Yıllarca onu bekliyorsun. Kavuşmalarındaki o ruhu hissetseydik keşke… Sanki bitsin diyor artık yönetmen. O büyük aşkların karşılaşmasında biraz ruh, coşku arıyorsun. Ama o kadar sıradan ki!
Uğur: Ben de inandırıcı bulmadım ne yalan söyleyeyim. Hele sondaki meyve suyu reklamlarından fırlayan o bahçe ve ağaçların olduğu sahne evlere şenlikti! Neyse sözü fazla uzattık 10 üzerinden puanımızı verip bu konuşmayı nihayete erdirelim. Benim “Ekşi Elmalar”a puanım 6!
Ülkü: Ben de seninle aynı fikirdeyim. Ben de 10 üzerinden 6 veriyorum.
FİLMİN PUAN ORTALAMASI: 6