The Shining / Cinnet (1980)
Sinema, hayatımızda bu kadar önemliyse kuşkusuz ki ABD’li sanat insanlarına çok şey borçludur. Hollywood yapımı filmler birçok anlamda sektörde başı çekmiştir ve günümüzde de maalesef hala sektörün öncüsüdür. Hollywood o kadar üretken ve çalışkan ki sinema biz Asyalılar açısından hala bir sanatken onlar için çoktan bir sektöre/işe dönüştü. Bu da işin üzücü yanı tabi…
Sinemadan bahsedeceğimiz zaman aklımızda çağrışım yapan isimler öncelikle Hollywood’dan oluyor genellikle. Bu isimlerin öncülerinden Stanley Kubrick’in efsane filmlerinden The Shining (Cinnet) üzerine konuşacağız. Film, Stephen King tarafından 1977 yılında The Shining ismiyle yayınlanmış kitaptan 1980 de yapılan iyi bir uyarlamadır. Filmin bir korku-gerilim filmi olduğunu bildiğimden midir bilemiyorum lakin daha ilk sahnelerinde -muhteşem bir doğayı gösteriyor olmasına rağmen- fondaki müzik beni germeye yetiyor. Filmin müzikleri Wendy Carlos imzası taşıyor ve filmin efsane olmasında payının olduğunu kabul etmemiz gerek.
Aile
Film özellikle üç karakterin üzerine kurulmuş durumda ve bu nedenle bu üç oyuncunun tercihi gerçekten çok önemli. Yazar Jack Torennce rolünde gördüğümüz Jack Nicholson şöhretine yakışır bir oyunculuk sergilerken ona eşlik eden Shelley Duval ve Danny Llyod’da oldukça iyiler.
Korku-gerilim filmlerinin önemli unsurlarından olan küçük tatlı çocuk, babasının aldığı otel görevinden ve hatta şimdiki hayatlarından pek memnun değil ve burada haklı bir şikâyeti var. Oynayacak kimsenin olmadığından bahsediyor ki tüm tek çocukların yaşadığı bir problem bu yalnızlık. Hayali arkadaşlar edinmesinden dolayı Danny’i suçlayamayız. Çocuk için dayanılmaz olan yalnızlık Jack’in tam aradığı şey, çünkü uzun soluklu bir yazı çalışması için böylesi dingin bir hayat bulunmaz bir nimettir.
Tony’yi, kanı ve küçük sevimli kızları gördüğümüzde film çoktan geri dönülmez hale gelmiş oluyor. Kapatmak isteyebilirsiniz ancak eliniz kapatma tuşuna gitmez artık Kubrick’in etki alanındayız ve bu filmi sonuna kadar izleyeceğiz.
Ailenin kendi içindeki konuşmalarından televizyon denen illetin daha o yıllarda bile çocuklar için önemli bir sorun olduğunu öğreniyoruz. Danny, yaşına göre bilmemesi gereken bazı şeyleri televizyondan öğrenmiş ve televizyon çocuk yetiştirme de hala önemli bir sorun. Bu kadar yıl geçmiş insanlık bir arpa boyu yol alamamış gibi görünüyor. Son yıllarda eskisi kadar popüler olmasa da Road Runner ve Bugs Bunny gibi çizgi film kahramanları da hala muhteşem bir şöhrete sahipler ve birçok çocuk bu çizgi karakterlerle birlikte büyüyor. Masal ve çizgi film karakterlerinden ara ara bahis açılması izleyici masumiyete sürükleyip kötücül anlarla çarpmak için klasik bir yöntem.
Kaybedenler
Kubrick bir korku–gerilim filminde olması gereken tüm unsurları ustalıkla kullanıyor. Ve öğreniyoruz ki otel bir yerli mezarlığı üstüne yapılmış. Yerli halk buna karşı direnmek istemiş ancak Amerikan barbarlığı ile geri püskürtülmüşler. Muhtemelen bu püskürtme de onlarcası öldürülmüştür.
İnsan ağzından çıkan her söze dikkat etmeli! Jack, “bir bardak bira için ruhumu verirdim” dediğinde kaybedenler kulübüne adım atmış oluyor. Ruhunu vereceksen en azından daha değerli bir şey karşılığında verebilirdin! (Ki Llyod ona en azından daha değerli bir şey teklif edecek.) Ancak yaşadığı travmalar bir bardak içkiye o kadar muhtaç bırakıyor ki onu, tüm değerlerden daha değerli bir hale gelebiliyor bir bardak bira. Oysaki daha 6 ay kadar önce bırakmıştı alkolü. Bu sahnede Jack Nicholson hayali garsonla yaptığı monologda izleyiciyi kendisine hayran etmeyi başarıyor.
Arsızlığın cezasını hiç unutamayacağı bir şekilde ödüyor Jack! Eşin senden korku içinde yardım istemiş ve neticede devasa ama ıssız bir otelde bir başınıza mahsur durumdasınız. Ancak aklın hala arsızlık peşinde… Bu sahnede ki kadının kahkahası Jack’in arsızlığına ortak olanlarımızın kulaklarına bir süre misafir olacaktır.
Cinnet
“Burada sizin paranız geçmez!” aslında ağır bir hakarettir bu sözler ancak hikâyemizin başrolü karaktersizlik edip bunu görmezden geliyor ve hatta bundan mutluluk duyuyor. Ancak farkına varması gereken şey bu rüşveti neden hak ettiğidir. Malumdur ki hayat, her zaman bir karşılık bekler. Bu karşılık ödenemeyecek bir şeyse yardım almaktan bile kaçınmak gerekmez mi? Bunalımın ortasında ki Jack için bunların hiçbir önemi yok! Bir bardak biraya karşı ruhunu teklif eden bir adama sınırsız Bourbon teklif ederseniz onu köleniz yapabilirsiniz demektir.
Kırmızı renklerle kanlı bir odayı anımsatan tuvalet kötücül konuşmalar için doğru bir tercih. Ve Jack, bunalımda zirveye tırmanmaya başlıyor. Aklından uzak tutmaya çalıştığı öldürme düşüncesini serbest bırakıyor. Yaşadığı ruh halini anlatan en iyi Türkçe kelimelerden biri filmin Türkçe ismi oluyor; cinnet! Herhangi bir şeyi kabullenmeden önce konuşur, tartışırsınız ve bir süre sonra hiç sevmediğiniz bu şey sizin için seçilebilir tercihler arasında yerini alır. Jack, öldürme düşüncesini kendisiyle paylaştığında artık bu düşünce ona daha bir kaçınılmaz gelmeye başlıyor. Tamda bu sırada küçük Danny de bir akıl karmaşası yaşamaya başlıyor ve hayali arkadaşı/ alt kimliği Tony hâkimiyeti ele geçiriyor. Zavallı Wendy deliler arasında kaldı!
Telepatik güçlere sahip küçük Danny şef aşçıyı yardıma mı çağırdı yoksa her şey bir tesadüf mü? Bununda ötesinde acaba aşçı zamanında yetişebilecek mi? Çünkü işler çığırından çıkmaya başladı ve şimdilik Wendy avantajlı gibi görünüyor.
Yerliler ve Soykırım
Amerika’nın gerçek sahipleri barbarlardan intikam alıyor gibi. Film sıradan bir korku–gerilim filmi olmanın ötesinde Kubrick’in penceresinden bir Amerika sorgulaması aslında. Otelin mezarlık üstüne kurulmuş muhteşem bir yer olması izleyiciye Amerika Birleşik Devletleri’nin Yerlilerin katliam ve soykırımları üzerine kurulmuş güçlü fakat kanlı bir devlet olduğuna gönderi yapan bir imgelem. Stanley Kubrick kendince Amerikan vicdanı rolüne bürünüyor sanırım bu filmi yönetirken. Ve Avrupa’dan bu yeni kıtaya göç etmiş barbar atalarının yaptığı yanlışları gözler önüne seriyor. Dikkat edilirse otelin her yanı Yerli motifleriyle bezenmiş. Ancak sefasını sürenlerin hiç biri Yerli değil! Filmde öldürülen tek kişinin bir zenci olması da başkaca bir sorgulama olmalı. Balta gibi ilkel bir silahla etrafa korku salan Jack, kurtarıcı olarak otele gelen aşçıyı bir hamlede öldürüyor. Amerika’yı sahiplenen işgalci barbarların iki büyük suçunu yazar tarih; ilki kıtanın asıl ve asil sahipleri olan Yerlilerin soykırımı ikincisi ise günümüze değin devam eden Afrikalı göçmen ayrımcılığı. Topraklarından silah zoruyla koparılıp hizmetçiler olarak getirilen Afrikalılara bugünlere kadar ulaşan bir ikinci sınıf insan muamelesi olduğu aşikâr ve Kubrick, hali hazırda ataları namına saygı duruşuna geçmişken ikinci cinayeti de bu zenci karakter üzerinden görüyor kanımca.
Kovalamaca devam ediyor ve labirent, küçük Danny için önemli bir avantaj sağlıyor. Labirente daha önce girip yolu öğrenmiş olan Danny cinnet getirmekte olan babasını burada atlatmayı başarıyor. Wendy ise hayaletlerden kurtulup kendini dışarı attığında Danny’i buluyor ve birlikte kar aracına binerek hızla uzaklaşıyorlar otelden. Jack anlamsızca böğürerek koşturmaya devam ediyor ancak bitkin düşen bedeni onu daha fazla taşıyamıyor ve yere yığılıp kalıyor. Sabah olduğunda ise yüzünde pis bir ifadeyle donmuş olduğunu görüyoruz. Filmin son karesindeyse duvarda asılı duran bir fotoğrafa götürüyor izleyiciyi Kubrick! Burada izleyiciyi cevapsız bir soruyla baş başa bırakıyor! Çünkü oldukça eski bir tarihe ait olan resimde yine Jack Torennce’yi görüyoruz. Bu ne demek şimdi? Umarım cevaplarınızı benimle de paylaşırsınız.
Jack’in labirent içinde yolunu kaybetmiş olmasından barbar ABD’nin soykırımlar arasında/peşinde yolunu kaybedip yok olup gideceğini çıkartmak zorlama bir çıkarım olmaz sanırım. Nitekim kıta Yerlilerinin soykırımı ile başlayan ABD tarihi hala katliamlar ve soykırımlarla devam ediyor ve tüm ezilen halklar çaresizlik içinde bu barbarlığın sonunun gelmesini bekliyor. Stanley Kubrick böyle bir yıkımı öngörmüş olabilir mi? Korku dozunu artırmak için gece seyretmenizi öneririm. İyi seyirler…
Yazar: Nuh Ürün