Vesikalı Yârim (1968)

Vesikalı Yârim (1968)

Ömer Lütfi Akad imzalı Vesikalı Yârim, Manav Halil ve pavyonda çalışan Sabiha’nın aşkını konu edinir. Bu aşk bize, iki insanın “normal” bir hayatın, yani her ailenin yaşadığı bir hayatın özlemiyle ve sevgi içinde bir yuvada yaşlanmanın hayaliyle bir araya gelmesini anlatır aslında. Bu hem çok sıradan hem de tutkulu bir aşktır. Halil, bir şekilde Sabiha’nın hayatına girer. Evine taşınır, kendince ona aşkın tüm güzelliğini yaşatır. Kendince diyorum çünkü Halil, sevdiği kadına meyve hediye edecek kadar masumdur nazarımızda. Onun aşkı pavyona göre fazla saftır. Onların kendi dünyalarında mutluluğuna şahit olmamız aşklarının en iyi kanıtıdır.

Eğer filmi izlemediyseniz bu yazı sizin çok heyecanla bekleyeceğiniz sonu birazcık bozabilir. Şimdiden hatırlatıp kaldığımız yerden devam edelim…

Mesela, Halil eve alışveriş yapar gelir, akşam artık pavyondaki işini bırakmış evinin hanımı olan Sabiha’nın yaptığı yemekleri büyük bir mutlulukla yer. Her şey çok güzel gidiyordur. Biz de her şeyin çok güzel gittiğini düşünürüz ve bu iki insanın özledikleri yuvayı nasıl kurduklarını görürüz. Acaba ne olacak derken Halil’in aslında evli olduğu ve üstüne iki tane de çocuğu olduğu şüphesiyle şaşkınlığa uğrarız. Sabiha bu şüpheyle kıvranırken biz de bunun doğru olduğuna dair bir iz peşinde oluruz ama nafile. Yani en azından filmin sonuna kadar…

İki Kadın Tek Hayal Kırıklığı

Bu aşkın hem çok sıradan hem de tutkulu olduğunu söylemiştim. Sabiha’nın sürekli yaşadığı gelgitler tutkusunu açıkça ortaya koyar. Sabiha, Halil’den önce pavyonda çalışan ve çok güzel olan bir kadındır. Onun hakkında tek bildiğimiz şey bunlardır. Biz onu Halil ile tanırız. Sabiha’yı, artık yuva olarak gördüğü evinde Halil’in pantolonunu ütülemekten zevk alan, akşam yemeğini hazırlayıp onu bekleyen evinin hanımı olarak izleriz. Sabiha, bu hayatında sevgiyle beraber huzuru da bulur. Zaten hep böyle bir hayat istediğini dillendirir. O yüzden Halil’den önceki hayatını bilmemiz artık çok önemli değildir, çünkü o hayatı sadece bir arayıştan ibarettir.

Fakat Halil’in evli olduğu ortaya çıkar. Büyük bir hezimet olur Sabiha için. Güveninden, yuvasından, sevgisinden, hayallerinden vurulduğuyla kalmaz bir de karnından bıçaklanır Sabiha. Fakat bunların yıkımı sadece Sabiha için geçerli değildir. Halil’in eşi vardır diğer tarafta. İsmini dahi bilmediğimiz bu kadını ise birkaç sahnede görmemiz durumu özetler. Kıyafeti, duruşu, bakışı kadının hayatının evinden ibaret olduğunu ve aylardır büyük bir hüzünle Halil’i beklediğini anlatır. Hemen akıllara Halil’in Sabiha’yı küpesiz görüp kokusuz olduğunu anladığındaki şaşkınlığı gelir. Aslında bu şaşkınlık, Halil için bir kadında olması gerekenleri de göstermiş olur.

Ama akıllarda sorular da peyda olur bu sırada.

Halil, hafızasını kaybetmiş bir hasta gibi nasıl geçmişini, Sabiha’dan önceki hayatını hiç aramaz?

Halil, evliyken nasıl kolayca bir kadının hayatına dahil olabilir?

Vesikalı Yârim’in hikayesini izleyerek değil de Manav Halil’in mahallesinde yaşayan biri olarak öğrenmiş olsaydık, tüm mahallelinin ayıplayacağı gibi biz de Halil’i ayıplamış olurduk büyük ihtimalle.

Ayıplamalar belki de daha çok pavyondaki bir kadınla yaşadığı aşk sebebiyle olacaktır ki filmde de bu gibi yargılara rastlarız. Fakat aşk, seçiciliğini her zaman göz ardı eder ve filmde biz bunun getirdiği büyük mutluluğu zaten görmüş oluruz. Aşk, evli bir erkeğin ailesini hiçe sayıp başka bir maceraya atılmasını da göz ardı eder. Çünkü Halil kendi nazarında sadece sevmiş ve istediği şeyin peşinden gitmiştir. Bu, Halil’i masum yaptığı kadar hain de yapar. Filmde de öyküde de bir savunma olduğu kadar bir “olmaması gereken” de vardır nihayetinde. Halil istemediği hayattan o kadar sıyrılmıştır ki kendince o kadar haklıdır ki biz filmin sonuna kadar evli olduğunu öğrenememe gibi bir durumla karşılaşırız. Ama daha sonra, aylar sonra Halil gerçek evine döndüğünde -Sabiha ile yaşadığı ev sadece bir hayaldi çünkü- anlamış oluyoruz ki Halil artık Sabiha’yla ilgili bir umudu ve geleceğinin kalmadığını anladı. Peki bu dönüş, ayıplarımızı yarıda kesmemize mi sebep olacak? Bilakis öfkemiz artacak.

Film boyunca Sabiha’nın aşkını, hayal kırıklığını, şüphe içinde kıvranmalarını izlemiş olsak da aslında burada acı çeken tek Sabiha değildir, bunu fark ediyoruz filmin sonuna doğru. Bir de Halil’i bekleyen karısı vardır. İki kadının yaşadığı bu hayal kırıklığı ve aldatmacanın, erkeğin gelenek içindeki bocalaması sebebiyle diye düşünmek biraz basit olur. Bu, erkeğin modern dünyanın en gösterişli tarafını tercih ettiği, geçmişini bir saniye düşünmeden silmesinin hikâyesidir. Entarili karısına yüz çeviren erkeğin göz alıcı ışıklara kapılıp gitmesinin hikâyesi… Şehrin köy hayatına tercih edilmesi gibi. Bu hikâye, çok tanıdık, çok yakınımızda. Safa Önal’ın, filmin senaryosunu Sait Faik’in “Menekşeli Vadi” öyküsünden uyarladığını da belirtmek gerekir.

Sait Faik Abasıyanık’ın “Menekşeli Vadi”si

Öyküyle fazlasıyla benzerlik gösterir film. Pavyonda çalışan Seher ve yedi sene önce her şeyi geride bırakarak Seher’e giden Bayram vardır öyküde. Ama filmin aksine burada daha çok Bayram’ın beklenmedik şeylerle karşılaştığına ve onun hayal kırıklığına şahit oluruz, onun iç dünyasına yöneliriz. Yedi sene sonra çaresizlik ile evine geri döndüğüne de şahit oluruz. Derin bir ıstırap gözümüzde somut olacak biçimde tasvir edilir. Bayram’ın evinin bulunduğu yerdeki menekşelerin burnumuza gelecek kadar kokusu da…

Bayram üzerinden giden öykü, onun seçmemiş bir hayata karşı isyanını işler. Ama bir yandan da o isyana maruz kalan hayatların da Bayram’dan çok farksız olmadığını gösterir. Seher, filmdeki karakterin aksine, Bayram’ın aşkına çok da karşılık vermemiş, önemsememiştir. Fakat film sanki ortada Seher’e yapılan bir haksızlık varmışçasına, öyküdeki umursamaz tavrın sebeplerine cevap verir. Çünkü Filmde Sabiha, Bayram’ın evli olduğunu öğrendikten sonra onu kendinden uzaklaştırmak için eski işine geri döner. Bayram’a karşı umursamaz bir tavır içine girer. Elbette bizim için Seher ile ilgili gerçekler, öyküde anlatıldığı kadardır.  

Bayram’ın arkadaşına anlattığı kadarıyla öğreniriz, “kadın”ın süründüğü kokunun cazibesine kapılıp giden Bayram’ın da Halil gibi geçmişine, ailesine, anne ve babasına burun kıvırıp Seher’e gitmesini. Yaşadığı yerin menekşe kokularından, ekmek kapısı olan bahçeden çok uzaklara gitmesini… Yapay bir kokunun tercih edilişi yüzünden mahrum kalınan güzellikler gösterilmek istenir gibi anlatılır Menekşeli Vadi ve kokuları… 

Aslında buradaki gidişi ve bu gidişin dönüşündeki hüznü, öyküdeki bir cümle, özetler niteliktedir: “Seçmemiş erkekle seçilmemiş kadının yüzlerindeki içinden çıkılamaz üzüntülü mana…” 

Burada Bayram’ın yaşadığı haksızlık kadar onun karısına da yapılan haksızlığa dikkat çeker anlatıcı. Haksızlık şudur ki her iki taraf için de anlaşılamamıştır Bayram. Geçmişine, sessizliğe, kendisine yöneltilen çekingen bakışlara kayıtsız hayatına geri döner bu küskünlükle Bayram.

Bu yıkım, filmde daha çok Sabiha’nın yaşadıklarıyla anlatılır. Seher’in aksine Sabiha, sonunu düşünmeden zaten hiç istemediği hayata sırtını dönerek kendini sevgiye bırakmıştır. Ama bunun bedelini çok ağır öder sonunda.

Kalbimi Kıra Kıra…

Agâh Özgüç’ün “Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü”nde yer alan Atilla İlhan’ın, Lütfi Akad için “En mükemmel senaryoyu verirsiniz Lütfi’ye… Kendi ölçüleriyle netleştirir, yalınlaştırır. Verdiğiniz şeyin derinliğine inmez; yüzeysel ve biçimcidir.” sözüne binaen belki de Akad için derinlik, gösterilebilecek kadar, ölçülebilecek kadar somut bir şeydir, demek isterdim. Filmin son sahnesindeki hayal kırıklığı ve acı, Sabiha’nın bir bakışıyla bu kadar gözle görülür şekilde olabilir miydi yoksa? Ve arkada bir şarkı: Kalbimi kıra kıra…

Yazar: Ülkü Tatar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir