The Sea of Trees / Sonsuzluk Ormanı (2015)

The Sea of Trees / Sonsuzluk Ormanı (2015)

Aslında tanınmasını Matt Damon ve Ben Affleck ikilisinin senaryosunu yazdığı “Good Will Hunting” (1997) filmine borçlu olsa da, Gus Van Sant, çok daha öncesinde “My Own Private Idaho” (1991) ile iyi bir yönetmen olduğunu ispatlamıştı. Alışılmışın dışındaki konusu ile herkese hitap etmeyen bu film, Gus Van Sant sinemasını en iyi anlatan filmlerden biri olarak anılabilir. Sonraları yönetmen daha popüler işlere kayacak, üslubu da bir hayli farklılaşacaktır. Bunun belki de en bariz örneği,  asla kalkışmaması gereken bir işe kalkışarak yeniden çektiği “Psycho” (1998) filmidir. Zira film, Hitchcock’un kemiklerini sızlatacak “renkli bir kopya”dan fazlası değildir!

Yönetmenin bana göre hala en iyi işi, eğitim sistemini, gençliği ve insan doğasındaki şiddet eğilimini başarıyla sorguladığı “Elephant” (2003) filmidir. Gus Van Sant’ın kendine has imzasını taşıyan gergin atmosferiyle film, amacına ulaşarak seyirci de rahatsızlık hissi uyandırmayı başarır. Zaten gerçek bir Gus Van Sant filmi demek, bir anlamda seyircinin oturduğu koltukta rahatsız olup kıpırdanması demektir. Kariyerindeki 16. uzun metraj film olan “The Sea of Trees” (Sonsuzluk Ormanı, 2015) ile yönetmen, bizi sıradan gibi gözüken ilginç bir hikâyenin içine sokuyor ve bunu yaparken de epeyce rahatsız ediyor…

Nedendir bilinmez, filmi izlerken ünlü Japon şair İssa’nın şu haiku’su geldi aklıma: “Hadi salyangoz / yavaş yavaş tırman / Fuji Dağı’na”. Belki de Amerikalı kahramanımız Arthur Brennan ile bu salyangozun çaresizliği arasında bir bağ kurmuşumdur, kim bilir. Sonuçta Arthur da çaresizliğin en acısını tatmış ve soluğu Fuji Dağı’nın eteklerindeki Aokigahara ya da nam-ı diğer İntihar Ormanı’nda almış bir kaybedendir. Tabii onu buraya, hayatın anlamını bulmak değil, ölmek için güzel bir yer aramak getirmiştir. Fakat tam emeline ulaşacağı sırada, uzaklarda kan revan içinde dolanan, yardıma muhtaç bir Japon görür. Böylece her şeyin seyri bir anda değişir…

“The Sea of Trees” filmi özünde Arthur’un iki farklı hikâyesi üzerine kurulmuş. Bu hikâyelerden ilkini Japon kültüründen ve efsanelerinden beslenen orman kısımları, ötekini ise Amerikan aile geleneğine ve kadın erkek ilişkilerine odaklanılan evlilik hayatı kısımları oluşturuyor. Fakat bu iki hikâye, paralel bir şekilde ilerliyor. Böylece biz, sık sık “geçmiş” ve “şimdi” arasında gidip geliyoruz. Aslında bu da filmin bence en büyük sıkıntısını oluşturuyor. Zira bu geçişler doğru anı yakalayamadıkları ve son derece kaba oldukları için hikâye akışına zarar verip tempoyu düşürüyorlar. Aynı zamanda filmin kurgudan kaynaklanan bu sıkıntısı, hikâyenin ilginçliğini de bir süre sonra yok ediyor. Filmdeki iki hikâye, ayrı ayrı etkileyici olabilse de geçişlerle birlikte hikâyeden ara ara kopmamız ve hem orman hem de evlilik hayatı sahnelerinin gereksiz uzatılması, filmin bütünsel anlamda bir başarıya ulaşmasının önüne engel koyuyor.

Aslında film, gücünü kullandığı zıtlıklardan alıyor. Şöyle bir baktığımızda, filmde başkarakter olarak belirlenen iki insandan, birinin Amerikalı bilim adamı, diğerin ise Japon bir işçi olduğunu görüyoruz. Bunun yanında, mekân olarak da Amerika’nın kaotik şehir hayatı ve Japonya’nın büyüleyici ormanları tercih edilmiş. Amerikan hayatının anlatıldığı kısımlar pozitivist bir bakışla ele alınırken, Japon ormanlarında geçen hikâyede efsanelere has mistik bir bakış açısı kullanılmış. Tabii bunların hepsi aslında filmi -ve doğal olarak bizi- finale hazırlamak için yapılmış. Zira filmin bu iki kültürü harmanlamaya çalıştığını ve bunu inandırıcı kılmak için elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Japon efsanelerine, Avrupa masal kültüründen ögeler ekleyerek farklı bir tat yakalandığını yadsıyamayız. Fakat bu mayanın tam anlamıyla tutmadığı da bir gerçek! Özellikle “Hansel ve Gretel” masalı filme güzel bir şekilde yerleştirilmesine karşın, yeterince altı çizilemediğinden olsa gerek, hikâyeye pek hizmet etmiyor. Ayrıca Japon efsanelerinden de yeterince yararlanılmıyor. İşte bu yüzden iki kültürü aynı potada eritme fikri biraz havada kalıyor.

Her şeye karşın filmin o mistik ve masalsı atmosferi yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bunda yönetmen Gus Van Sant’ın orman sahnelerindeki özenli ve atmosferi güçlendiren başarılı çekimlerinin payı büyük. Masalsılık korunurken gerilim filmlerine has karanlık taraf da filme ustaca yedirilmiş. Birçok sahnede başkarakterlerin içinde bulundukları çaresizlik, bizi rahatsız etmeyi başarıyor. Bu da filmin en büyük artılarından biri oluyor kuşkusuz. Ayrıca park hakkında bize sunulan her şeyin aslında gerçek olduğunu ve bu gerçekten beslenen atmosferin daha da güçlendiğini söyleyebiliriz. Yalnız şunu da söylemeden edemeyeceğim, filmde çok az ceset görüyoruz. Filmdeki İntihar Orman’ı, isminin hakkını pek veremiyor sanki…

“Buried” (2010) filminden tanıdığımız senarist Chris Sparling’in, seyircinin algılarını yöneten, önyargılar ile oynayıp merak unsurunu hep diri tutmaya çalışan senaryosunun, bu konuda başarılı olduğu bir gerçek. Ama bunu yaparken çok zorlandığı da belli! Hikâye bir noktadan sonra çok dağılıyor ve tam anlamıyla toparlanamıyor. Özellikle her “Neden?” sorusunun cevabının verilmeye çalışılması, bence senaryonun en büyük sorunu. Filmin kendi evreninde sorulara verdiği yanıtlar tutarlı -ve belki de inandırıcı- olsa da Arthur’un Japonya’ya gitmesi ile başlayan olaylar silsilesinin altları iyi doldurulamamış gibi. Chris Sparling’in senaryosunda kusur bulamayacağımız tek nokta ise diyaloglar! Özellikle Arthur ve karısı Joan arasında geçen diyaloglar oldukça tatmin edici ve inandırıcı. Öte yandan bu diyaloglara hayat veren, Matthew McConaughey, Ken Watanabe ve Naomi Watts’ın usta işi performansları gerçekten de takdire şayan. Her biri kendi karakterini adeta yaşıyor ve yaşatıyor.

Japonya’da geçen ve Japon kültüründen beslenen bir film için çok Amerikan’vari olan “The Sea of Trees”, yardıma muhtaç bir Japon’a yardım eden Amerika’lı figürüyle de pek masum bir alt metin barındırmıyor. Ayrıca “The Sea of Trees”, intihar etmek isteyen bir adamın çaresizliğini en iyi anlatan filmlerden biri olan Abbas Kiarostami’nin “Taste of Cherry” (1997) filmini anımsatmasına karşın onun etkileyiciliğine erişmeyi de pek başaramıyor. Ama akılda kalan bir Gus Van Sant filmi olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir