Magi (2016)
Karacadağ’ın ilk uzun metraj filminden bu yana tam 13 yıl geçti. Kendisi bu 13 yıla toplam 9 film sığdırdı. Tabii bu 9 filmin 6 tanesini Dabbe serisinin oluşturduğunu hatırlatmakta fayda var. Dabbe serisinden bağımsız olan -aslında çok da bağımsız olduklarını söyleyemeyiz- diğer filmler ise “Semum” (2008), “el-Cin” (2013) ve Hasan Karacadağ’ın şimdilik son filmi olan “Magi”. Evet, tahmin edebileceğiniz üzere “Magi” de bir cin filmi. Ama yönetmenin Avrupalı ve Amerikalı vatandaşlara “cin”leri öğretme misyonunu taşıması bakımından diğer cin filmlerinden farklı bir konumda bulunuyor. Bu misyonunu güçlendirmek isteyen Karacadağ, başrolü Alman ve Amerikalı kadın oyunculara emanet ederken, Michael Madsen ve Stephen Baldwin gibi Hollywood’da bir dönem yıldızı parlamış isimleri de oyuncu kadrosu dahil etmeyi ihmal etmiyor.
Kim bu Hasan Karacadağ?
Şanlıurfa’da doğan ama hayatını Ankara’da geçiren Hasan Karacadağ, ailesinin ısrarları ile Gülhane Askeri Tıp Fakültesi’nde üç yıl okumuştur. Ama buranın askerlik tarafının bilim tarafından daha ağır bastığını düşündüğü için yurt dışına gitmek istemiş, gideceği yer olarak da kültürüne hayran olduğu Japonya’yı seçmiştir. Japonya’ya gidip bir yıl genetik eğitimi alan Karacadağ’ın sinemaya olan ilgisi de Japonya’da geçirdiği bu yıllarda ortaya çıkar.
Karacadağ, 1998 yılında Japonya’da “Nippon Eizo-Juku Sinema Yönetmenliği” bölümünü bitirir. “Halka”nın dizi versiyonunun yönetmenliğini yapan Chisui Takigawa’nın asistanlığını yapar. Dediğine göre korku filmlerine merakı da bu dönemde başlar. Hatta Akşam Gazetesi için Elif Aktuğ ile yaptığı röportajda, “Oraya hiç gitmeseydim korku filmi de çekmezdim” demiştir.
Okulu bitirdikten sonrada profesyonel sinema dünyasına adım atan Karacadağ, çektiği filmlerle 50’den fazla uluslararası film festivaline katılarak birçok ödül kazanır. Bunlardan en önemlisi, onun Türkiye’de de tanınmasını sağlayan, 1999 yılında Uluslararası İstanbul Film Festivalinde gösterilen “Hummadruz” isimli filmdir. Japonya ve Almanya’da gösterilen, uluslararası birçok ödül alan bu orta metraj film, düşünülenin aksine bir korku filmi değil belgeseldir. Karacadağ, bu filminde doğudan batıya göç olgusunu anlatmıştır.
İki yıl sonra ise dramatik bir hikâye anlattığı “Pas” isimli kısa filmi ile Tokyo Video Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alır. Bu ödül, bu festivalde aldığı ilk ödül olmaz. Zira sonrasında 3 yıl üst üste Tokyo Video Film Festivali’nde “En İyi Film” ödüllünü kucaklar. Ayrıca Japonya Kültür Bakanlığı’nın verdiği en büyük sanat ödülü olan “Bunkacho” ödülünü, 5000 sanatçı aday arasından almaya hak kazanır.
Cehennemin İlk Çiçeği
Kurak topraklarda açan ilk çiçek, güzel olmasa bile kıymetlidir. Aslında Türk sinemasının en uzun soluklu film serilerinden biri olan Dabbe’nin bu kadar popüler olmasının altında yatan en önemli sebeplerden biri de tam olarak bu. Ama Karacadağ’ın ilk olmak dışında belki de en önemli özelliği kendi toplumunu, kendi insanını tanımasıdır. Zaten kendisi bu konuyu, “Japonya’dan aldığım en büyük katkı ‘Kendi insanına bak’ düşüncesi oldu. Başka hiçbir şeye bakma. Konu mu arıyorsun, kendi insanına bak. Kendi kültürün, kendi tarihin eşittir senin sineman. İnsanlar sinema yapmadan önce ne yapacağına karar veremiyor. Japonya’da o aşamaya ‘Kendi insanına bak’ sözüyle geçiliyor. Ben de kendi insanıma baktım ve korku filmi yapmaya karar verdim” (http://www.milliyet.com.tr/-cinler-de-filmlerimi-izlemis-/pazar/haberdetay/04.08.2013/1745643/default.htm) diyerek açıklığa kavuşturmaktadır.
Henüz ülkemizde korku türüne dair örneklerin bir elin parmaklarını geçmediği bir zamanda ortaya çıkan Karacadağ, kendi toplumunu iyi gözlemlemiş ve bu gözlemlerini kültürel birikimi ile doğru bir formülde harmanlayarak yeni bir furyanın, yani cin temalı korku filmlerinin önünü açmıştır.
“Yaptığım filmler dünya çapında bir etkiye ulaşmadan durmayacağım” (http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/1125190-hasan-karacadagin-cinlerle-imtihani) diyen Hasan Karacadağ, cin konusuna hâkim olduğunu ve bunu dünyada yeni bir korku ikonu haline getirmek ideali taşıdığını için ısrarlı ve planlı bir politika üzerinden gittiğini söyler.
Karacadağ’ın Korku İmparatorluğu
Başlangıçta, bu filmde gördüklerimiz Karacadağ’ın filmlerinde görmeye alıştığımız şeylere hiç benzemiyor gibi gelebilir. Ama film ilerledikçe şaşkınlığımızı üzerimizden atıp aslında klasik bir Hasan Karacadağ formülü ile karşı karşıya kaldığımızı daha iyi anlıyoruz. Şehir merkezinden uzakta bir ev, lanetli bir köy, bu köydeki lanetle bağlantılı bir kadın hatta bu kadının kardeşi… Bu bakımdan “Magi”nin “Dabbe 6” (2015) filmine çok benzediğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Lanetli köyün adını duyan köylülerin baş karakterlerimize saldırması ve köydeki hoca ile konuşma gibi sahneler de Karacadağ formülünün en belirgin örnekleri olarak dikkatimizi çekiyor. Beyaz gecelik, ayna, nazar boncuğu, iğrenç büyü malzemeleri gibi her filminde gördüğümüz objeleri bu filmde de görüyoruz. Ama bu filmde dekorların çok daha detaylı ve başarılı olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Ayrıca her zamanki gibi yine hikayenin merkezine yerleştirilmiş gizli bir şifrenin kullanıldığını hatırlatalım.
Karacadağ’ın aslında belirli bir formüle sığınıp hep aynı şeyleri yapıyormuş gibi gözüktüğü ortada. Ama bununla birlikte kendi korku imparatorluğunu inşa eden yönetmenin, her filminde kendini geliştirdiğini ve hep yeni bir şeyler denediğini de göz ardı etmememiz gerek.
Yönetmen katil kim ile klasik cin filmini ustaca birleştirirken belki de en güçlü hikâye anlatımını bu filmde sergiliyor. Amerikalı-İranlı karı koca gibi politik göndermeler fazlasıyla hava da kalsa da bu sefer cinlerle savaşan hocanın Nasturi bir rahip olması ve bunun hikâyeye yediriliş biçimi hiç de fena değil. Rahibin cinlerle olan savaşını içeren sahnelerde Hristiyan ögeleri ile kurulan mizansenlerin oldukça başarılı olduğunu da notlarımızın arasına ekleyelim.
Kan ve Şehvet
Karacadağ, toplumunun geneli tarafından hoş karşılanmayacak kırmızı çizgileri, uzun bir süre geçmemeye özen göstermiştir dersek yanılmış sayılmayız. Bunu örnekle açarsak, mesela “Dabbe” serisinin beşinci filmine kadar, yönetmenin filmlerinde cinsellik ve erotizmin hiç olmadığını, küfür ve kanın ise çok az kullanıldığını görüyoruz. Aslında bir korku filmi dendiğinde -alışkanlığımızdan ötürü olsa gerek- hemen aklımıza gelen kan, küfür ve cinselliğin uzun bir süre boyunca Karacadağ filmlerinde kendine neredeyse hiç yer bulamaması enteresan bir durum. Bunun sebebi yönetmenin, filmlerini hoş karşılanmayacak her şeyden soyutlayarak ortaya bir tür “aile korku filmi” çıkarmaya çalışması olabilir. Ama kendine kemik bir seyirci kitlesi oluşturmaya çalışırken onları ürkütmemeye oldukça özen gösteren Karacadağ’ın “Dabbe: Zehri Cin” (2014) ile bu duruma son verdiğini görüyoruz. Dansöz sahnesi, öpüşme sahnesi, kan ve vahşet dolu sahneler bu filmde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Ama ilginç bir şekilde, Türk korku sinemasının en büyük gişesini de bu film yapıyor!
“Magi” ise aşırıya kaçan yapısı ile bu konuda “Dabbe: Zehri Cin”in de üzerine çıkıyor… Her filminde korku seviyesini arttıran, seyirciyi adeta korku bombardımanına tutan Karacadağ, bu filmde de kan, vahşet ve korku ögelerindeki aşırılığı ile seyirciyi tedirgin etmeyi başarıyor. Üstelik kan ve vahşet kadar olmasa da cinselliğin en bariz kullanıldığı Karacadağ filminin “Magi” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu tercih, Karacadağ’ın zamanla değişen fikirleri ile ilgili olabileceği gibi filmin hitap ettiği seyirci kitlesiyle de bağlantılı olabilir. Ama bu tarz sahnelerin, filmin geneli içerisinde fazlasıyla eğreti durduğu ve hikâyeye hiçbir şekilde hizmet etmediği de ortada.
Kasvetli Bir Dünyanın İnşası
Karacadağ, ilk filminden beri cinlerle bezeli kasvetli dünyalarını inşa ederken görsel efektleri az ya da çok, kullanmaktan geri durmadı. İlk filmi “Dabbe” (2006) ile lezzetli bir sos kıvamında kullanılan görsel efektler, “Dabbe 2” (2009) ile adeta bir bombardımana dönüştü! Daha sonradan yönetmenin görsel efektler hakkındaki fikirleri, destekleyici bir öge olarak dozunda kullanılmaya evrildi. Bu durum, mecburiyetten doğan bir üslup değişikliği olabileceği gibi Karacadağ’ın “gerçek” korkuya ulaşma isteğinin sonucu da olabilir. Ama sebep ne olursa olsun, Karacadağ, her filminde -görsel efektler konusunda- bir öncekine göre daha iyi işler ortaya koydu.
“Magi”, yönetmenin önceki filmlerinden aşina olduğumuz klasik kurgu ve ses efektlerini miras almasına karşın görsel efekt konusunda çok daha tutarlı ve başarılı olduğunu birçok sahnesinde ispatlıyor. Mesela diğer aleme geçiş sahnelerinde “Semum” ve “Dabbe: Zehr-i Cin” (2014) filmlerini gölgede bırakıyor. Yaratık tasarımı konusunda ise bir zamanlar epey tantana çıkaran “Semum”dan daha tatmin edici olduğu ayan beyan ortada. Hasılı ara sıra gözü rahatsız eden bazı efektler ile karşılaşsak bile filmin geneline baktığımızda ortada eli yüzü düzgün bir iş var, bu bir gerçek!
Gerçek Hikayelerin Peşini Bırakmayan Korkular
Gelelim Karacadağ’ın dünya genelindeki popüler korku sinemasını yakından takip etmesi meselesine… İlk “Dabbe” filmi “Kairo” (2001) isimli popüler bir Japon filminin uyarlamasıydı; Karacadağ’ın ikinci filmi “Semum” serbest bir “The Exorcist” (1973) uyarlamasıydı; “Dabbe: Bir Cin Vakası” (2012) ve “Dabbe: Cin Çarpması” (2013) filmlerinin de “Paranormal Activity” serisine fazlasıyla öykündükleri ortadaydı. Her filmin gösterime girdiği dönemde başarılı olduğu göz önünde bulundurulursa, Karacadağ’ın sürekli gişede başarılı olmuş filmleri kendine ilham kaynağı olarak seçmesinin bir tesadüf olmadığı ortadadır. Zaten bu deneme yanılma yöntemlerinin sonunda found footage (buluntu film) tarzını iyice özümseyen Karacadağ, yavaş yavaş tamamen “gerçek” hikayeler üretmeye başlayacaktır. Bu da şüphesiz fantastik şeylerden rahatsızlık duyan ve gerçekçi bir toplum olan Türk halkının daha çok hoşuna gidecektir. Belki de Hasan Karacadağ’ın başarı merdivenlerini çıkmasının altında yatan sebeplerden biri de bu gerçeklik arayışıdır.
Gerçeklik arayışının izlerinin “Magi”de de devam ettiğini söyleyebiliriz. Güvenlik kamerası ya da el kamerasındaki görüntüler ile ara ara korkuya gerçekçi bir his katmaya gayret gösteren Karacadağ, bir anlamda önceki filmlerinden alıştığımız buluntu film tarzına da gönderme yapıyor. Ama “Dabbe: Bir Cin Vakası” ile daha gerçekçi bir üslup benimseyen Karacadağ’ın bu filmde gerçeklikten ziyade Hollywood filmlerini anımsatan çerçeveler ile evrensel ve estetik bir korku anlayışı güttüğü ortada. Yönetmenin en güçlü kozu olan gerçekçiliğin geri plana itilmesi, bana kalırsa filmin en büyük handikabını da ortaya çıkarıyor: İnandırıcı olamamak! Hal böyle olunca, korku atmosferinin etkisi de uzun süreli olmuyor. Özelikle son iki “Dabbe” filmindeki gerçekçi atmosferin Karacadağ filmlerinde ne kadar önemli bir rolünün olduğunu, bundan yoksun olan “Magi”yi izlediğimizde daha iyi anlıyoruz. Filmin sonunda gazete kupürleri kullanmak da inandırıcılığa katkı sağlamaya yetmiyor!
Oyunculuk IN, Dublaj OUT
Oyunculuklardan bahsetmeden önce, dublajın çok başarısız olduğundan ve ağızlara oturmamış repliklerin seyir keyfini fazlasıyla baltaladığından bahsetmek gerekiyor. Genel anlamda oyunculuklar için pek öyle olumsuz şeyler söylemesek bile dublajın birçok sahnenin duygusuna zarar verdiğinin hatta oyuncuları komik duruma düşürdüğünün altını çizmemiz gerekiyor. Üstelik filmin, dublaj dışında başka bir seçenek ile gösterime girmediğini de hatırlatmakta fayda var.
Gelelim oyunculuklara… Bu filmde çok az yer kaplasalar bile şüphesiz akla ilk önce onlar geliyor: Michael Madsen ve Stephen Baldwin! Filmin ilk kısmında hiç gözükmeyen Madsen, ikinci kısmın başında hünerlerini sergilemeye başlıyor başlamasına ama kısacık rolü ağzımıza bir parmak bal çalmanın ötesine geçemiyor. Ama kısa rolüne ve derinliksiz karakterine rağmen onu bir Türk filminde izlemenin çok keyif verdiğini itiraf etmem gerekiyor. Her ne kadar silahına çok güvenen bir yazar profili fazlasıyla garip kaçsa da ve hatta cine silahla ateş ettiği sahne unutulmayacak kadar absürt olsa da Madsen, filme artı değer katıyor, orası kesin! Nasturi rahip rolüyle karşımıza çıkan Baldwin ise adeta Madsen’den sonra oluşan boşluğu dolduruyor ve filmden kopmamamızı sağlıyor. Tıpkı Madsen gibi o da filmin en başarılı performanslarından birini sunuyor bizlere. Lucie Pohl ve Brianne Davis, sadece güzellikleri ile ön plana çıkmamak ve sıradan birer çığlık kraliçesi olmamak için çok çaba sarf ediyorlar. Çok akılda kalıcı bir performans ortaya koyamasalar da çabalarının yeterli olduğunu söyleyebiliriz. Filmin öne çıkan tek Türk oyuncusu Kenan Ece ise böyle bir film için doğru bir tercih olmadığını birçok sahnede ispatlıyor. Daha önce “Ertuğrul 1890” (2015) filminde de yabancı oyuncular ile çalıştığına şahit olduğumuz Ece, bu filmde kendinden beklenen performansı veremiyor ve karakteri hikâyede önemli bir konumda bulunmasına rağmen çoğu zaman diğer oyuncuların gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor.
“Yabancı” Bir Film
Göz dolduran dekorlar, hikâye ve karakterlerle uyumlu kostümler, tatmin edici görsel efektler, ortalamanın üstünde oyunculuklar… Dublaj felaketini ve lüzumsuz aşk unsurunu görmezden gelmeyi başarırsak, polisiye tadındaki hikayesi ile “Magi”nin Karacadağ’ın şimdiye kadar çektiği en başarılı ve seyir keyfi en yüksek filmi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Artı hanesine yazılacak bunca şeye rağmen, “batı” üslubuna “doğu” içeriğini enjekte etme konusunda sınırlarını zorlayan yönetmenin, maalesef kendi seyircisinin “yabancı” kalacağı bir film üretmekten de pek kurtulamadığını belirtmeliyiz.
Kaynakça
1. http://www.hurriyet.com.tr/bu-filmde-gercek-cin-goruntusu-var-21034592
2. http://www.aksam.com.tr/ekler/uc-harfli-demek-de-neyin-nesi/haber-184042
3. https://www.youtube.com/watch?v=bvjB9o74Fi0
4. http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/hasankaracadag.html
5. http://www.populersinema.com/roportaj/hasan-karacadag-ile-magi-filmi-roportaji-29743.htm