Türk İşi Dondurma (2019)

Türk İşi Dondurma (2019)

“Hayati Tehlike” (2016), “Sarıkamış Çocukları” (2017) ve “Bekar Bekir” (2017) gibi gişede pek parlak işler yapmayan filmlerin de yapımcısı olmasına rağmen herkes onu “Ayla” (2017) filminin yapımcısı olarak tanıyor. Evet, Mustafa Uslu’dan bahsediyorum. Başlangıçtaki kötü talihini yenen Uslu, şimdilerde Yerli Jerry Bruckheimer olarak dur durak bilmeden, sürekli ilgi çekici projelerle seyirci karşısına çıkmaya devam ediyor. “Ayla”nın ardından “Müslüm” (2018) ve “Çiçero” (2019) ile adını Türk seyircisinin aklına kazımaya devam eden Uslu, bu senenin ikinci filmi “Türk İşi Dondurma” ile yine görselliği ile göz dolduran ve milliyetçi duyguların ilmek ilmek işlendiğini bir hamaset destanı ortaya koyuyor.

“Türk İşi Dondurma”nın yönetmen koltuğunda Uslu’nun “Sarıkamış Çocukları”ndan bu yana kurtarıcı yönetmeni olan Can Ulkay otururken, senaryo ise “Çiçero” ile adını duyuran Gürkan Tanyaş’ın kaleminden çıkmış. Filmin müzikleri Uslu’nun gedikli bestecisi Fahir Atakoğlu’nun imzasını taşırken, kamera yine bir yabancıya, daha önce Türkiye’de “Veda” (2010) ve “Çiçero” filmlerinin görüntü yönetmenliğini de yapan Peter Steuger’e emanet edilmiş. Başrolde ise Ali Atay ve Erkan Kolçak Köstendil var. Anlayacağınız Uslu, seyirciyi kâğıt üzerinde büyüleyecek ekibi bir araya getirmeyi başarmış. Ama teorideki hesap pratiğe uymuş mu? Bu soruya cevap vermeden önce, gelin bu film ne anlatıyor ve anlattığı şeyler tarihi gerçeklerle ne derece örtüşüyor, ona bakalım…

Destan mı? Kumpas mı?

Filmin giriş kısmında, Çanakkale Savaşı üzerine bir belgeselle karşı karşıya olduğunuzu zannedebilirsiniz! Tabii bu şekilde bir girişin yegâne amacı, seyircinin filmde izleyeceği olayların tamamen “gerçek” olduğunu düşünmesini istemekten başka ne olabilir ki? Zira “tarihi gerçeklere dayanıyor” yazısından sonra bu şekilde belgesel’vari bir giriş, konu hakkında bilgisi olmayan seyircinin izleyeceği şeylerin gerçekliğini sorgulamasını da imkânsız hale getiriyor. Ama filmde bize gerçek diye sunulan çoğu şey maalesef yanlış ya da çarpıtılmış…

1915 yılında Avustralya’da Broken Hill Maden Kasabası’nda gerçekleşen olayla ilgili yapılmış ilk çalışma “Türk İşi Dondurma” değil elbette. Bu konuyla ilgili daha önce yurt dışında yapılmış belgesellere de rastlamak mümkün. Ülkemizde ise yayınlanması film ile yakın zamana rastlayan ve Salih Koca tarafından yazılan “Broken Hill Savaşı 1915” kitabı, yüzyıldır bu konu hakkında yazılmış ilk roman olma özelliğini taşıyor. Ama bu noktada, “Türk İşi Dondurma” ya da “Broken Hill Savaşı 1915″den yıllar önce ülkemizde bu konuyla ilgili ortaya koyulan bir eseri anmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

2006 yılının Mart ayında yayın hayatına başlayan ve aylık bir dergi olan “Şafak Günlükleri”nin beşinci ve son sayısında yayınlanan “Kumpas” isimli 13 sayfalık çizgi roman, belki de ülkemizde akademik makaleler ve gazete yazıları dışında ilk kez bu konu üzerinde durması bakımından önemli bir konumda bulunuyor. Kutsi Akıllı tarafından yazılan, Serdar Edirne tarafından çizilen ve Oğan Kandemiroğlu tarafından renklendirilen “Kumpas”, çizimleri ve renklendirmesi ile görsel anlamda çok fazla etkileyici bir dünya ortaya koyamasa da tarihi gerçeklere riayet eden başarılı senaryosu ile adının anılmasını fazlasıyla hak ediyor. Akıllı’nın yazdığı 13 sayfalık çizgi roman senaryosu, meseleyi “Türk İşi Dondurma”dan çok daha başarılı, çok daha inandırıcı ve çok daha çarpıcı bir şekilde ele alıyor.

Filmin vizyona girmesinden itibaren zaten her yerde rastlayacağınız bilgileri burada uzun uzun zikredecek değilim. Ama Akıllı’nın yazdığı çizgi romanda, İngilizlerin Avustralya ve Yeni Zelandalı askerleri cepheye taşımak için tezgahladığı kumpasın başrolünde olan ve gerçekte Türk olmayan iki Afgan’ın (Pakistanlı oldukları da söyleniyor), İngilizlerin desteklediği bir ajan tarafından kandırılmış olmaları, silahları bu ajan vasıtasıyla elde etmeleri, bilmeden sivilleri taşıyan bir trene saldırmaları ve sonunda kaçarken öldürülmeleri kısa ama öz bir şekilde anlatılıyor. Peki, masum insanları katleden bu iki adamın rahatsız edici hikayesinden bir kahramanlık destanı çıkarmak sizce de imkânsız değil mi?

Avustralya İçinde Vurdular Beni!

Elbette kurmaca bir filmden tarihi bir belge olmasını beklemek pek mantıklı olmayacaktır. Yine de “tarihi gerçeklere dayanıyor” kisvesi altına gizlenerek, yaşanmış olayları bu derece çarpıtmak ne derece doğrudur, bilemiyorum. Evet, filmin kusurlu temeller üzerine inşa edildiği ortada olsa da meselemiz bu olmadığı için artık filmin tarihi boyutuyla değil sinema boyutuyla ilgileneceğiz. Zaten Çanakkale ruhunu Avustralya çöllerine aşılamaya çalışan bu filmin bana kalırsa en büyük problemi tarihi gerçekleri işine geldiği gibi değiştirmesi değil; masalsı mı yoksa gerçekçi mi olmasına bir türlü karar verilemeyen tutarsız atmosferi ve hiçbir şekilde inandırıcı olmayı beceremeyen olaylar silsilesi!

Şimdi gelelim bu iddialarımıza sebep olan problemlere parmak basmaya… Elimizde iki karakter var: Biri dondurmacı Mehmet, diğeri deveci Ali. Bunun dışında filmde gördüğümüz karakterlerin hiçbiri aslında karakter değil! Her biri, Mehmet ve Ali’nin hayatına daha kolay girebilmemizi sağlamak için etrafa serpiştirilmiş birer objeden ibaret. Tüm bu karton karakterler yetmezmiş gibi ana karakterlerimiz de bize yeterince iyi tanıtılmıyor. Bırakın onlarla özdeşleşmeyi, geçmişleri hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Onların özünü azıcık da olsa keşfedemiyoruz. Neden Avustralya’ya gelmişler, beraber mi gelmişler? Hikayedeki üçüncü Türk olan Salim ile nasıl tanışmışlar, ne kadar zamandır buradalar? Savaş öncesinde yerli halk onlara nasıl davranıyordu? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama cevap hep aynı: Bilmiyoruz. Hiçbir şey bilmiyoruz! Güvercinlerin önüne atılan ekmek kırıntıları gibi önümüze atılan bilgi artıkları ile yetinmemiz bekleniyor. Deve üzerinden maden ve kervan taşımacılığı göndermesi yahut “savaş zamanı ekmek bulamayınca buraya geldik” gibi birkaç cılız replik ile geçmiş, sözüm ona temellendirilmeye çalışılıyor.

Hiçliğin ortasındaki bu kasabada; gerçekliğin kıyısında gezinen, masal kıvamında, cilalı renklerle bezeli, zaman zaman eğlenceli (çoğu zaman desek daha doğru olur), zaman zaman hüzünlü, zaman zaman da aksiyonu bol bazı durumlarda buluyoruz kendimizi. Ama bu durumların toplamı bir bütün etmiyor ne yazık ki. Ve izlediğimiz şeye bir türlü inanamıyoruz! Hatta çoğu zaman, filmin inandırıcı olmak gibi bir kaygı taşımadığını düşündüren sahnelerle karşılaşıyoruz: Mehmet ve Ali’nin Salim ile olan ilişkileri; kasaba halkının Türklere olan düşmanlığı; Mehmet’in, aşık olduğu Maria’nın, uzun süredir çıraklığını yapan David’in kuzeni olduğunu bilmemesi; iki karakterimizin birbirlerini “savaş”a ikna etmesi; Gülsüm’ün kocası Ali’yi savaşa göndermesi; hikayenin içinde fazlasıyla eğreti duran Aborjinler… Her şey birbirinden kopuk, ikna edici olmayacak kadar yapay bir şekilde ilerliyor ve bizim buna inanmamız bekleniyor! Hadi bütün bu safsatalara inandık diyelim, şuna nasıl inanabiliriz? Bir dondurmacı ile bir deveci; John Rambo misali askeri mühimmat deposu soyuyor, tren yoluna dinamit döşüyor, silahları tuzak olarak kuruyor ve neredeyse hiçbir kurşunu boşa harcamıyor! Buna inanmamız mümkün mü? Evet, nihayetinde sinema koca bir yalandır ve biz filmleri bu yalana inanmaya gönüllü olarak izlemeye başlarız. Ama yalan, ikna edici olmayacak kadar kötü, inşa edilen “sahte gerçeklik” bizi içine almayacak kadar samimiyetsiz ise rahatsız olmamız da kaçınılmazdır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen filmde takdir edilecek şeyler de yok değil. Bunlardan en önemlisi bence yabancı dil kullanımındaki başarı. Mesela “Çiçero”da bu durum tam anlamıyla bir kaostu ve kim Türkçe konuşuyor kim konuşmuyor belli değildi. Bu anlamda “Türk İşi Dondurma”da da Avustralya’daki bir maden kasabasında herkesin Türkçe konuştuğu bir ortamla karşılaşmamız hiç şaşırtıcı olmazdı. Ama buna rağmen alt yazı kullanmaktan çekinilmemesi takdir edilecek bir cesaret örneği diye düşünüyorum.

Fedakâr Kadınların Erkeklerle İmtihanı

Tüm bu kahramanlık nidalarının yanında filmin, savaşa karşı barışı yüceltmeye çalışan bir tarafı olduğunu da söylersek sakın şaşırmayın! Yüceltmeye çalışan diyorum zira senaryoda kendine ucundan kıyısından zor yer bulan bu mesele, filmin asıl meselesi altında ezildiği için pek ikna edici olmuyor ne yazık ki. Öte yandan savaş karşıtı tutumun, edilgen olmaktan kurtulamayan zayıf kadın karakterler üzerinden verilmesi de meselenin fazlasıyla geri planda kalmasına sebep oluyor. 

Hazır söz kadınlardan açılmışken, kadınların filmdeki kullanılış biçimlerine ve aşk meselesine de değinmemiz gerektiğine inanıyorum. Fedakârlıkları film boyunca vurgulanan kadınlar, filmde yüce bir konuma yerleştirilmeye çalışılırken insan oldukları unutularak bir objeden farksız hale getiriliyor. Ekranda fazla yer kaplamayan kadınlar, çoğu zaman az konuşuyor, hatta bazen hiç konuşmuyor! Yaptıkları işler önemli değil, fikirleri önemli değil, çabaları önemli değil… Üstelik vatan aşkı ile bir kadına duyulan aşk arasında kalan iki karakterimizin vatan aşkını seçmesi de son derece zorlama, hatta tatsız bir şekilde filme meze yapılıyor. Aşk unsurunun filme hiçbir katkı sunmadığı ortada olsa da bu iki farklı “aşk” film boyunca baş karakterlerimizin itici kuvveti oluyor. Ama asıl sıkıntı karakterlerimizin vatan için mi yoksa sevdikleri kadın için mi savaştıklarını bir süre sonra anlayamaz hale gelmemizden kaynaklanıyor!

Filmde umursanmayan sadece kadınlar değil elbette. Daha önce de söylediğim gibi Mehmet ve Ali dışındaki diğer tüm karakterler umursanmıyor. Mesela bir anlamda Deus Ex Machina görevi gören Salim’in filmde kullanılış ve filmden tasfiye ediliş biçimi adeta seyircinin zekâsına hakaret ediyor! Güya sözüm ona Türklerin yanında olan David ise kimseye faydası olmayan bir adam olarak dostlarının başına sürekli bela oluyor. Bu iki karakter de bize sürekli “Neden?” sorusunu sordurmak dışında bir işe yaramıyor. Ama en temel soru şu: Bu iki karakter, neden bu filmde var? Bu soruyu cevaplamak mümkün değil!

Bu noktada oyunculukların senaryodan kaynaklanan sorunlardan bile daha çok göze battığını belirtmek gerek. Özellikle Mehmet ve Ali’ye hayat veren Ali Atay ve Erkan Kolçak Köstendil ikilisinin kendilerini rollerine veremedikleri ortada. Burada ne işimiz var dedirten, inandırıcılıktan yoksun oyunculukları filmin sonuna doğru daha da çekilmez hale geliyor. Yüz küsur yıllık sinema geçmişi boyunca defalarca benzerini gördüğümüz bir kötü adam olan İngiliz Yüzbaşı Wayne’e hayat veren Will Thorp bile hiçbir derinliği olmayan bu karakter ile çoğu sahnede onlardan rol çalmayı başarıyor.

Kahramanlara Yaraşır Bir Ölüm

“Türk İşi Dondurma”, görsel anlamda etkileyici çerçeveler barındırmasına ve teknik anlamda kusur bulması zor bir iş olmasına rağmen, kendi dünyasını inşa ederken meseleye çok dar bir açıdan baktığı için belirli sınırların dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Özellikle Avustralya’nın görselleştirilmesinin bir iki drone çekimi ve birkaç kangurunun zıplamasından ibaret kalması hayal kırıklığına uğratıyor. Ya da çatışma sahnelerinin oldubittiye getirilmesi, bize sunulan bu hamaset destanını sorgulamamıza sebep oluyor. İster istemez filmi, aynı yapımcı ve aynı yönetmenin birlikteliklerinden doğan “Ayla” ile kıyaslıyoruz. “Ayla”nın fazlasıyla gerisinde kalmış prodüksiyon tasarımı ve sıkıcılıkta zirve olan güdük çatışma sahneleri (yukarıda saydığımız diğer sıkıntıları da unutmamak lazım) ile iki filmin aynı yönetmenin elinden çıkmış olduğuna inanmak açıkçası çok güç! Bununla birlikte sanki yapımcı, bu filmin çok fazla iş yapmayacağını bildiği için projeye çok fazla para yatırmamış gibi gözüküyor. Zaten iki filmin toplam seyirci sayılarına baktığımızda bu durumu doğrulayan sonuçlarla karşılaşıyoruz.

Son tahlilde, tarihi gerçeklere sığınır gibi yapıp milliyetçi duyguları coşturan alternatif bir tarih yaratan “Türk İşi Dondurma”, aynı anda hem komedi hem dram hem de aksiyon vaat etse de yüzümüzde birkaç gülümseme bırakmak dışında vaatlerini pek yerine getiremiyor. En sonunda kahramanlarımızın (!) kahramanlara yaraşır bir şekilde öldüğü bu film, Hollywood cilasını kaldırdığımızda, atmosfer tasarımında ölçüyü tutturamayan, karakter yaratmayı başaramayan, tutarlı bir hikâye ortaya koyamayan ve inandırıcı olmayı bir türlü beceremeyen bir film olarak sinema tarihinin tozlu raflardaki yerini alıyor. 

NOT: Her ne kadar “Ayla” ve “Müslüm”deki başarısını son iki filmde tekrarlayamasa da Mustafa Uslu’nun durmaya niyeti yok gibi gözüküyor! “Türk İşi Dondurma”nın başında yer alan fragmanlarda, Naim Süleymanoğlu’nun hayatına odaklanan “Türk Herkül” ve 1953 yılında 81 askerin şehit olduğu denizaltının hikayesini anlatan “Dumlupınar” filmlerinin müjdesi veriliyordu. Bakalım bu filmlerde nelerle karşılaşacağız. Bekleyip göreceğiz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir