Muhammad: The Messenger of God / Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (2015)

Muhammad: The Messenger of God / Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (2015)

Peygamber’in doğumu ile başlayan ve onun 13 yaşına kadar ki hayatına odaklanan, senaryosunu Mecid Mecidi ile Kambuzia Partovi’nin birlikte kaleme aldığı “Muhammad: The Messenger of God” (Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, 2015) filminin henüz proje aşamasındayken bile birçok tartışmanın ana konusu olacağı belliydi. Öyle ya, sonuçta Peygamber’in sinema perdesinde gözükecek olması, herkesin kolaylıkla kabul edeceği türden bir fikir değildi! Hatırlarsanız film, 7 yılın sonunda tamamlanıp vizyon için gün saydığında, eleştiriler de artarak devam etti. Neticesinde 3 yılda tamamlanan dev platolarda çekilen, 30 milyon dolarlık bütçesi ile İran sinemasında bugüne kadar çekilmiş en büyük bütçeli yapım payesini elde eden bu görkemli film, haksız eleştirilerle birkaç cümleye indirgendi ve hatta kimilerince tek bir karesi dahi izlenmeden “aforoz” edildi! Anlayacağınız bu film, ne halkın sevgisini kazanabildi ne gişede büyük başarılar elde edebildi ne de ödüllere boğuldu. Sessiz sedasız bir şekilde unutulup gitti. Peki, Mecidi’nin bu cesur ve iyi niyetli çabası, gerçekten de bunca eleştiriyi hak ediyor muydu?

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Mecidi’nin Çocukları

Herhalde bir yönetmen için en zor işlerden biri de çocuk oyuncularla çalışmaktır. Ve sinema tarihinde bunu layıkıyla başaran yönetmen sayısı eminim ki çok azdır. Şayet böyle bir liste yapmaya yeltenirsek, Mecidi’yi bu listenin en üst sıralarına koymak da boynumuzun borcudur! Sadece İran sinemasını değil Dünya sinemasını etkilemiş bu ünlü yönetmen, filmleriyle Şark’ın hayat kadar sıradan ve hayat kadar çarpıcı şiirlerini yazmıştır. Bazen ayakkabısı olmayan bir çocuğun derdine ortak olmamızı sağlarken, bazen görme engelli bir çocuk ile anlatmıştır derdini. Bazen aşkın en masum halini, en alışılmadık şekilde sunarken hem şaşırtmış hem de yüreğimizde tarifi imkânsız bir hüznün peyda olmasına sebep olmuştur. Bazen de bir Japon balığının bedeni kadar kırılgan hayallere bel bağlayan çocukların dünyasına sokmuştur bizi. Ama neredeyse hep küçücük umutların kocaman hikayeleriyle çıkmıştır karşımıza ve biz Mecidi’nin çocukları ile her defasında biraz daha büyümüşüzdür…

Evet, Mecidi, “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminde yine bir çocuğun hikayesinin peşinde düşüyor. Tabii ki bu sefer filmin merkezine konumlandırılan çocuk, sıradan bir çocuk değil! Ama düşünün bir… Aynı anda hem “Ben, kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyecek kadar mütevazı hem de kavurucu çöl kumlarından ibaret küçük bir kara parçasından tüm dünyayı çepeçevre saracak bir “dava”nın yegâne temsilcisi olan bir insanı Mecidi’den daha güzel kim anlatabilir ki? Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymuyor; filmlerinde her daim nahif bir dil tutturan Mecidi, bu filmde adeta haşmetli cümleler kurmayı tercih ediyor. Ve belki de Mecidi, en büyük hatayı burada yapıyor!

7 Yıl Sonra…

Batı’ya Peygamber’i doğru bir şekilde anlatmayı amaç edinen Mecidi, 2007 yılında bir fikir olarak doğan bu projenin ilk senaryosunu 2009 yılında tamamladı. Birkaç sahnenin çekimi için Güney Afrika’yı tercih etse de neredeyse filmin tamamını Tahran’ın Kum eyaletinde inşa edilen Mekke ve Medine platosunda çekti. 2013 yılında çekimleri biten filmin post prodüksiyonu ise 2014 yılında Münih’te yapıldı. 2015 yılında İran ile birlikte yurt dışındaki ilk gösterim Montreal Film Festivali’nde gerçekleştirildi. 

Evet, birkaç cümlede özetlenebilen 7 yıllık bu meşakkatli yolculuğa dayanmak için bu projeye gerçekten inanmak gerekir diye düşünüyorum. Nitekim Mecidi’nin projeye inancının çok fazla olduğunu, “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”ni üçlemenin ilk halkası olarak tasarlamasından ve 30 yıl boyunca tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklı setler oluşturmasından anlamak mümkün. Ayrıca 7 yıl boyunca ilmek ilmek işlediği bu filmde çeşitli tarihçi ve arkeologlarla çalışan, farklı ülkelerdeki din adamlarına danışan Mecidi’nin hem tarihsel gerçeklikten sapmamak hem de tüm dünyanın kabul edeceği bir film yapmak için çok uğraştığı da ortada. Fakat her ne kadar Mecidi’nin çabası büyük övgüleri hak etse de bakış açısının eleştirilecek birçok noktaya sahip olduğunu unutmamak gerekiyor.

Peygamber’i An(lat)maya Çalışmak

“Allah Resulü’nde sizin için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21)

Eğri oturup doğru konuşalım… Eğer Mustafa Akkad’ın zamana meydan okuyan efsanevi filmi “The Message” (Çağrı, 1976) çekilmemiş olsaydı, şimdi Peygamber ile ilgili bir tane bile filmden ya da diziden bahsediyor olamazdık! Akkad’ın her türlü eleştiri, hakaret ve hatta tehdide göğüs germesi, sinema dünyasına Peygamber’i anlatan en iyi filmi hediye etmesine sebep oldu. Aradan 43 yıl geçti… “Çağrı” ne sinematik gücünü yitirdi ne de “manevi” değerinden bir şeyler kaybetti. Akkad, bu filmle çıtayı o kadar yükseğe koydu ki “Çağrı”, bir yandan kendinden sonra çekilecek Peygamber’i anlatan filmlere örnek teşkil ederken bir yandan da adeta aşılması güç bir duvar gibi önlerinde durdu. 

“Çağrı”dan yıllar sonra gelen Richard Rich imzalı “Muhammad: The Last Prophet” (Hz. Muhammed: Son Peygamber, 2002), Peygamber’in hayatını animasyon bir evrene aktarması bakımından yenilikçi olsa da içerik ve üslup olarak “Çağrı”dan miras aldıklarını ucuz ve gösterişsiz çizgi film estetiği ile birleştirmek dışında pek fazla bir şey yap(a)mıyordu. 26 yıllık suskunluğun ardından gelen ve ne etliye ne de sütlüye dokunan bu basit animasyondan, “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmine kadar Peygamber ile ilgili başka bir sinema filminden ne yazık ki bahsedemiyoruz. Ama Arap dünyasında kotarılmaya çalışılan bazı dizilerin olduğunu da görüyoruz. 

Suriye, Lübnan ve Ürdün’den ünlü oyuncuların yer aldığı, yönetmenliğini Mohammad Sheikh Najib’in yaptığı ve süpervizörlüğünü ünlü yönetmen Najdat Anzour’un üstlendiği 30 bölümlük “Qamar Bani Hashem” (Hazreti Muhammed’in Hayatı, 2008), bu dizilerden biri. Peygamber’in dünyaya gelişinden önceki olaylarla başlayıp İslamiyet’in yayılışına odaklanan bu dizinin, “Çağrı”nın oluşturduğu güvenli sularda yüzdüğünü ve hiçbir yenilik barındırmadığını söylememiz gerekiyor.  

Direkt olarak Peygamber’i anlatmasa da Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar ortak yapımı olan, 31 bölümlük “Omar” (Hz. Ömer, 2012) dizisi, İslamiyet’in ilk dönemine mercek tutuyor. Dizinin belki de en dikkate değer kısmı, “Kingdom of Heaven” (Cennetin Krallığı, 2005) filminde Selahaddin Eyyubi’ye hayat vererek kalbimizi çalan Ghassan Massoud’u Ebu Bekir olarak izlemek oluyor. Onun dışında dizi boyunca “Çağrı”nın hem haddinden fazla uzun hem de kötü bir kopyasını izlemiş gibi oluyoruz.

Anlayacağınız “Çağrı”nın açtığı yolda ilerleyenler Akkad’ın Peygamber’i anlatmak için bulduğu dahiyane fikirleri kopya etmek dışında pek bir şey yapmıyorlar! Ama yapmıyorlardı desek sanırım daha doğru olacak. Zira “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi ile Mecidi’nin tüm kusurlarına ve eleştirilecek tercihlerine rağmen meseleye yeni bir bakış açısı ve dolayısıyla yeni bir soluk getirdiğini de kabul etmek gerekiyor.

Kutsalın Tasviri Üzerine

“Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminde Peygamber’in yüzünün gösterildiği iddiasını artık sağır sultan bile duymuştur. Filmi izlemeyenlerin yaydığı bu iddia bir kenara, filmi izleyenlerden bir kısım ise Mecidi’yi Peygamber’i ete kemiğe büründürmeye çalışan bir “günahkâr” olmakla suçluyor. Ve bu düşünce filmin önüne o kadar geçti ki filmin kendisinin ciddi anlamda düşünülüp tartışıldığını hiç zannetmiyorum. Zaten filmin adı geçtiğinde çoğu insanın zihninde tek bir düşünce beliriyor: Peygamber’in gözüktüğü film!

Ama Mecidi, Peygamber’in yüzünü hiçbir şekilde göstermediği gibi onu kafamızda canlandırabileceğimiz bir “bütün” olarak sunmaktan da özellikle kaçınıyor. Zaten Peygamber, 3 saate yakın süren filmin belki de sadece üçte birinde çerçevede yer alırken, gözüktüğü kısımların çoğunda da arkadan gözüküyor. Bunun dışında bazen eli ve ayağı çerçeveye giriyor. Arkadan gözüktüğü kısımlarda zaten gördüğümüz sadece beyaz bir kıyafet ve saçtan ibaretken, el ve ayak gibi detay çekimlerde ise herhangi bir çocuğa ait olabilecek uzuvlar görüyoruz. Yani bu parça görüntüler, hiçbir şekilde aklımızda bir portre çizmemize yardımcı olmuyor. Prosopagnozi yani Yüz Körlüğü hastalığından mustarip olan insanları düşünelim. Bu insanlar bir insanın yüzüne baktıklarında sadece parçalar görürler: Bir ağız, bir göz, bir kulak… Parçalardan bütüne ulaşmaları imkânsızdır. Aynı şey bence bu filmdeki Peygamber tasviri için de geçerli. Bu yüzden film esnasında ya da filmden sonra kafamızda Peygamber’e ait bir görüntü oluşturmamız imkânsız. Şunu da unutmamak gerekiyor ki Mecidi, minyatürlerde karşılaştığımız suratı gizleyip bedeni gösteren Peygamber tasvirinden çok da farklı bir şey yapmıyor. Üstelik bu minyatürlere sadece Şii toplumlarda değil Osmanlı’da ve Sünni toplumlarda da rastlıyoruz. 

Bence Mecidi’nin asıl eleştirilmesi gereken konu, Peygamber’i göstermesinden ziyade böyle bir avantajı layıkıyla kullanamamış olması. Peygamber’in çoğu sahnede bir biblo gibi durması o kadar rahatsız edici ki! Peygamber büyüdükçe perdede gözüktüğü süre ve kapladığı alan artsa da etkin bir şekilde var olduğu sahne o kadar az ki insan ister istemez madem bu kadar edilgen bir Peygamber tablosu çizeceksin neden gösteriyorsun demekten kendini alamıyor. Peygamber’in sözlerini alt yazı olarak göstermek, fikir olarak güzel olsa bile pratikte pek başarılı sayılmaz! Çoğu zaman cümleler başkasının görüntüsünün üzerine düşüyor. Bu da hem kafa karışıklığına sebep oluyor hem de cümlelerin etkileyiciliğini azaltıyor.

Bir Evren İnşa Etmek

“Çağrı”nın girişini anımsatan bir girişle açılıyor film. Bir atlıyı çölün altın rengi kumlarında dört nala koşarken görüyoruz. Arkasında ise devasa bir güneş yükseliyor. Böylece Mecidi, meseleye nasıl baktığını daha ilk dakikadan itibaren anlatmış oluyor. Zira Peygamber’i temsil eden bu güneş, onun film boyunca görkemli bir şekilde yüceltileceğin ilk sinyallerini veriyor. Tabii bu yüceltme işinin içi boş bir şekilde yapılmadığını da belirtmekte fayda var. Peygamber’i anlamak için yaşadığı coğrafyayı ve bu coğrafyada hâkim olan kültürü de bilmek gerektiğinin farkında olan Mecidi, bu anlamda genel olarak doğru kararlar veriyor. Coğrafyayı tahlil etmemizi, bölgede yaşayan insanları tanımamızı ve Peygamber’in yakınları için ne ifade ettiğini idrak etmemizi kolaylaştıracak her türlü bilgi, görsel unsurlarla desteklenerek bize veriliyor. 

Bunu yaparken yönetmen hikâyeyi düz bir şekilde anlatmamayı tercih ediyor. İlk 15 dakika ve son 10 dakika dışında film, tamamen flashbackten oluşuyor. Geçmişe gidip gelen bir anlatım ile film tekdüze bir gidişattan kurtarılmak istenmişse de böyle dev bir flashback kullanımı, flashback dışındaki sahnelerin gücünü önemli ölçüde azaltıyor. Bu şekilde bir kurgunun bir başka sebebi de filmin aslında bir üçlemenin giriş filmi olarak tasarlanması olabilir. Ama kurgudaki tercihlerden ziyade filmin asıl sorunlarından biri, süresinin çok uzun olması diyebiliriz. Uzun bir zaman dilimini anlatmanın kaçınılmaz sonucu olan bu durum, çoğu zaman geçişlerin zayıf kalmasına sebep oluyor. Belki de Mecidi, bu yüzden müziklere yüklendikçe yükleniyor! Evet, Çağrı’nın kalpleri fetheden, akıllara kazınan o müzikleri kadar olmasa da A.R. Rahman’ın filmin atmosferini güçlendiren ve epik damara enerji veren müzikleri yenilikçi oldukları kadar etkileyiciler de. Fakat film boyunca neredeyse hiç susmuyor olmaları maalesef bir süre sonra fazlasıyla yoruyor!

Bunların yanında filmin görsel gücünün çok kuvvetli olduğunu söylememiz gerekiyor. Tabii bu noktada da “Apocalypse Now” (Kıyamet, 1979), “The Last Emperor” (Son İmparator, 1987) gibi filmlerden tanıdığımız bol Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’nun kıymetini daha iyi anlıyoruz. Mekân kullanımları oldukça başarılı. Kostümler, aksesuarlar, gündelik eşyalar ve savaş aletleri, yüzyıllar öncesinin Mekke’sindeki yolculuğumuzu daha da gerçekçi kılıyor. Film boyunca çerçevede sahtelik hissi uyandıracak neredeyse hiçbir şey görmüyoruz. Görsel efektler bu hissiyatı bazen zedeleseler de filmin görsel efekt anlamında da çok kötü olmadığını notlarımızın arasına ekleyelim. Görsel efektler dışında bir eleştiri de kılıç dövüşlerinin çok yavan kalmasına yapılabilir. Film sıkıcı olmasın diye filme yerleştirilmiş gibi duran bu sahneler sanki bir kılıç provasını andırıyor.

Evrensel Bir Film Olma Çabası: Başarılar ve Hezeyanlar

İranlı yönetmen, İtalyan görüntü yönetmeni ve Hintli besteci! Aslında sırf bu tercihler bile filmin evrensel bir film olma çabasının altını kalın çizgilerle çiziyor. Peki, film bunu başarmış mı? Yani evrensel bir film olabilmiş mi? Bu noktada Mecidi’nin hedefi tam on ikiden vurduğunu söylemek ne kadar güç olursa, tamamen çuvalladığını söylemek de o kadar yanlış olur. Zira bana kalırsa Mecidi, tüm tercihlerinin sonucunda Araf’ta kalan bir filme imza atıyor. Gelin bu meseleye biraz daha yakından bakalım… 

Filmde bolca karakter görüyoruz. Bu yüzden oyunculuk filmin bel kemiğini oluşturuyor. Her şey zıttı ile kaimdir ve Mecidi, bunu layıkıyla filme yediriyor. İyi karakterler kadar kötü karakterler de senaryoda kendilerine önemli ölçüde yer bulmuş, oyuncular başarıyla seçilmiş ve roller iyi oynanmış. Dolayısıyla bu durum iyi karakterlerin daha gerçek ve daha ikna edici olmasını sağlıyor. Filmdeki tüm oyuncu seçimlerinin başarılı olduğunu söyledik. Ama özellikle Abdülmuttalib’i oynayan Ali Reza Shoja-Nuri, rolünün hakkını fazlasıyla veriyor ve onun olduğu her sahneyi keyifle izlediğimi itiraf etmeliyim. Tabii filmin bir diğer artısı da kadın karakterlere olan bakış. Böyle bir film, kolaylıkla erkek egemen yaklaşıma kurban gidebilir ve filmde doğru düzgün bir kadın karakter görmeyebilirdik. Ama Mecidi, meseleyi hassas bir şekilde ele alıp doğru adımlar atıyor. Özellikle Amine ve Halime’nin tanışma sahnesinde onun imzasını görmek mümkün.

Bunun dışında yan hikayelerin de filme olumlu katkı sağladığını söyleyebiliriz. Filmin büyük çoğunluğunu oluşturan flashback kısmında filme dinamizm katmak için farklı yollardan ilerleyen bir hikâye yapısı görüyoruz. Yahudilerin Peygamber’i bulmak için uğraşmaları ve süt anne Halime’nin tesadüf (yoksa tevâfuk mu demeliyim) eseri Peygamber’i bulması gibi yan hikayeler, filmi tekdüze ve sıkıcı olmaktan kurtarıyor. Üstelik filmin kötü adamlarından bir kısmının Yahudi olması ama buna rağmen bütün Yahudilerin kötü olmadığının vurgulanması da parmak basılması gereken noktalardan.

Peki, gelelim filmin başardıklarının yanında bir de başaramadıklarına… Kuşkusuz İsrâiliyât ve mucizelere fazla bel bağlanması filmin ana problemi olarak dikkat çekiyor. Bu filmi kıyaslayabileceğimiz tek film olan “Çağrı”, meseleye ayakları yere basacak şekilde, gerçekte olamayacak şeylerden arındırarak bakıyordu. Zaten “Çağrı” ne kadar nahifse bu film o kadar coşkulu. Ama bu coşkunun görsel olarak perdeye aktarılması son derece tehlikeli sınırlarda dolaşıyor! Bu anlamda “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”nin Hollywood’da son dönemde iyice artan kutsal kitap uyarlamalarına benzemesi bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor. Peygamber başta olmak üzere onunla kan bağı olan önemli kişilere vuran ışık hüzmeleri ister istemez İsa’nın ve azizlerin hale ile çevrili başlarıyla arz-ı endam ettiği Hristiyanlığı yücelten tabloları anımsatıyor. Rönesans tablosu gibi çerçeveler ise hikâyenin özüyle pek uyuşmadıkları için çoğu zaman filme yabancılaşmamıza sebep oluyor.

Mecidi’nin İzlerini Aramak

Eğer dikkatli bir seyirciyseniz ve bir ya da iki tane Mecidi filmi izlediyseniz, Mecidi’nin diğer filmlerini izlediğinizde onun izlerini fark edecek ve kolaylıkla bu “bir Mecid Mecidi filmi” diyeceksinizdir. Ama üzülerek söylemek zorundayım ki bu filmde Mecidi’nin izlerini bulmak çok zor. Hele bu filme “bir Mecid Mecidi filmi” demek daha da zor. Ama bu demek değil ki bu film, Mecidi’den hiçbir şey taşımıyor. Zira böyle bir söylem ona ve filme büyük haksızlık olur! Az da olsa filmde yakaladığımız bazı sahneler ise adeta Mecidi’den başkasının elinden çıkamayacakmış gibi duruyor. Mesela dağdaki çiçek sahnesi hem Peygamber’in nahifliğini hem de doğanın ona duyduğu sevgiyi göstermesi bakımından oldukça önemli. Ya da Peygamber’in her daim “güzel” gördüğünün kanıtı olarak, kız çocuğunun gömülme sahnesini örnek gösterebiliriz. Muhtemelen Şii kaynaklı olan deniz sahnesi, belki de filmin en etkileyici sahnelerinden biri olarak hafızalarımıza kazınıyor. Ama Mecidi’nin izlerini en baskın olarak Peygamber’in annesi ile Medine’de hasret giderdiği sahnelerde görüyoruz.

Bir Üçlemenin İlk ve Son Halkası

Bu film belki 7 yıllık o uzun bekleyişin sonunda biraz hayal kırıklığı yaratıyor olabilir. Filmleriyle insanların yüreğine dokunan bir yönetmenden beklenenin çok altında kalmış da olabilir. Ya da Hristiyanlığı öven filmlerin maskesine bürünmüş bir Peygamber filmi son derece itici de geliyor olabilir. Ama Mecidi’nin, Müslüman bir yönetmenin, “Çağrı”dan tam 39 yıl sonra defalarca üretilen kopyalara bir yenisini eklemek yerine yeni, yepyeni bir film çekmeye cesaret etmesi bence takdire şayan bir durum. Ve Mecidi, sırf bunun için bile tebrik edilmeyi hak ediyor. 

Son tahlilde, bir üçlemenin ilk halkası olarak tasarlansa da ne yazık ki son halkası olacak gibi gözüken “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”, bazen filmden kopmaya sebep olan uzun süresine, kurgusundaki aksayan taraflara, bol keseden kullandığı müzikler yüzünden yorucu olmasına ve mucizelere fazla bel bağlamasına rağmen göz dolduran oyunculukları, monotonluktan kurtaran yan hikayeleri ve “gerçek”in peşinden ayrılmamak için çok uğraşan etkileyici görselliği ile hem minimal hem de destansı bir film olmayı başarıyor. Ve Peygamber’i anlatan “iyi” filmlerden bahsedildiğinde “Çağrı”nın yanında anılmayı da şüphesiz hak ediyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir