Requiem for a Heavyweight / Altın Eldiven (1962)
1976 yılından beri, Boks filmi dendiğinde çoğu kişinin aklına “Rocky”nin geldiğine adım gibi eminim. Elbette bu efsanevi filmin yanına başka filmleri de koyabiliriz. Ama aklımıza gelen birçok filmin Rocky’den sonra çekildiğini de unutmamamız gerekiyor. Ama öte yandan Rocky’den tam 14 yıl önce çekilen bir filmin, Rocky için önemli bir esin kaynağı olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Hatta biraz daha ileri giderek, Rocky karakteri bu filmdeki boksör karaktere çok şey borçlu bile diyebiliriz. Tabii ki “Requiem for a Heavyweight” (Altın Eldiven, 1962) filminden bahsediyorum! “Lilies of the Field” (1963) ile “En İyi Film” dalında Oscar adaylığı kazanan Ralph Nelson’un yönetmen koltuğuna oturduğu; “The Twilight Zone” (1959) dizisi ile Altın Küre’yi kucaklayan Rod Serling’in senaryosunu yazdığı ve Anthony Quinn’in “Mountain” yani “Dağ” lakaplı Louis Rivera’ya hayat verdiği bu film, “hayat kadar sert vuran” sarsıcı bir dram.
Neredeyse Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu
Daha sonraları Muhammed Ali adını alacak olan Cassius Clay’in kendini canlandırdığı bir boks maçı ile başlıyor filmimiz. Öznel kameranın kullanıldığı bu giriş ile henüz adını sanını bilmediğimiz boksörümüz, Clay’den belki de hayatının en kötü dayaklarından birini yerken, biz de bu şiddetli yumrukları adeta suratımızda hissediyoruz. Üstelik görüntü yönetmeni Arthur J. Ornitz’in maharetleri sadece ringle sınırlı kalmıyor. Boksörümüz ringten çıkarken, seyircilerin arasından geçerken ve soyunma odasına giderken öznel kamera vasıtasıyla her şeyi onun gözünden görüyor, onun yaşadığı çaresizliği iliklerimize kadar hissediyoruz. Soyunma odasındaki aynada kendini görmesiyle de onun yaşadığı düş kırıklığını birebir yaşıyoruz. Gerçekten seyirciyi avucunun içine alan bu etkileyici giriş sahnesinden sonra “Requiem for a Heavyweight” filminin asıl derdinin seyirciye boks maçları seyrettirmek olmadığını çok iyi anlıyoruz. Zaten filmde görüp görebileceğimiz tek boks maçı da bu oluyor. Ardından boksörümüz Rivera’nın umutsuz ve hüzünlü dünyasına giriş yapıyoruz.
1952 yılında 5 numara seçilen, hiç hile yapmadan 111 maç kazanan ve neredeyse dünya ağırsıklet boks şampiyonu olacak olan bu yıkılmaz dağın aslında göründüğü kadar sert biri olmadığını anlıyoruz. Duygusuz, iri yarı, çirkin bir et yığını gibi gözüken boksörün aslında çok gururlu ve hassas biri olduğunu keşfetmemizi sağlarken Quinn; tutarlı, samimi ve abartılardan uzak performansı ile bizi büyülemeyi başarıyor. Rivera’nın yediği milyonlarca yumruğun mirası olan, anlaşılması güç ve “tuhaf” konuşması ise akla Rocky’nin o nevi şahsına münhasır konuşmasını getiriyor. Film ilerledikçe Sylvester Stallone’nin Rocky Balboa karakterini yaratırken Louis Rivera’dan etkilenmiş olabileceğine dair başka referans noktalar yakalamak da mümkün.
Yüce Dağ ve Küçük Fareler
Dövüşten sonra yüzü çarşamba pazarına dönen Rivera’yı kontrol eden doktor, gözüne birkaç yumruk daha alırsa kör olabileceğini söyleyince şanlı boksörümüzün profesyonel kariyeri de son bulmuş olur. İşte bu saatten sonra dövüşmek dışında hiçbir şey bilmeyen bir adamın, hayatta kalmak için son çırpınışlarına şahit olmaya başlarız. Yönetmen, sudan çıkmış balığa dönen boksörümüzün hikayesini hiç acele etmeden, başka yollara sapmadan usulca anlatmayı tercih eder. Aslına bakarsanız bu tercih, hayatı ağır ağır yaşayan Rivera’nın özyapısı için de en doğrusudur. Bu noktada karakterleri “canlı” kılmak adına doğru hamleler yapıldığının altını çizmek gerekiyor. Her ne kadar Rivera, iyice ölçülüp biçilerek yaratılmış, çok güçlü bir karakter olsa da takdir edersiniz ki onun bu denli etkileyici olması için başka unsurlara, yardımcı karakterlere de ihtiyaç var! Zira yardımcı karakterlerin derinlikli bir şekilde işlenmiş olmaları onları kıymetsiz bir araç olmaktan kurtarmakla kalmıyor; aynı zamanda bir boksör eskisi olan Rivera’nın portresini de güçlendirerek filme büyük bir avantaj sağlıyor.
Bir köpeğin sahibine duyduğu sadakate benzer bir sadakat ile bağlı olduğu menajeri Maish, Rivera’yı yavaş yavaş uçuruma doğru sürüklerken; boksörümüzü kendi kanındanmış gibi seven iyi niyetli antrenör Army ve iş bulma kurumunda çalışan Grace, onu bu uçuruma düşmekten kurtarmak için büyük uğraş verirler. Yardımcı karakterler arasındaki bu dış çatışma, Rivera’nın iç çatışmaları ile birleşince film itici bir güç kazanır. Ama Grace’in Rivera’ya olan ilgisinin çok ani olması, bu ikili arasında doğmaya çalışan aşk ilişkisini ikna edici olmaktan uzak kılar. Yine de aşka benzeyen bu garip ilişkinin hem kalbimizi ısıtacak kadar sıcak hem de boğazımıza takılan bir yumruk kadar yıkıcı anlar barındırdığını da es geçmeyelim.
Bir Dağın Yıkılışı
Her ne kadar artık boks yapamayacak olması onu çok üzse de Rivera, onurlu bir iş yaparak hayatına devam etmek ister. Fakat kaybettiği parayı geri almak isteyen Maish’in başka planları vardır. Bu noktada Rivera hem kendi gururu hem Maish’e olan sadakati hem de ona yepyeni bir başlangıcın kapılarını açan Grace’e olan sevgisi arasında bocalamaya başlar. Filmin son kısımlarını oluşturan bu kaos, merak duygumuzu kamçılar, filme olan ilgimizi diri tutmayı başarır. Ve nihayetinde film, başından sonuna her anını doğru hamleler ile ilmek ilmek işleyerek doruk noktaya doğru tırmanmamızı sağlar. Tıpkı filmin başında olduğu gibi Rivera’nın çaresizliği yine damarlarımızda dolaşmaya başlar. Önce umutlanmamızı sağlayıp sonra umutsuz bir son sunarak son darbeyi indirir film. Öyle ki film bittiğinde neye uğradığımızı şaşırırız. “Requiem for a Heavyweight”, ne yapmak istediğini bilen yapısı, gereksiz detaylardan arındırılmış titiz hikayesi ve Anthony Quinn’in kalbimizi fetheden oyunculuğu ile asla unutulmayacak bir film olduğunu ispatlar. Zaten bir ağırsıklet boksörü için yakılan bu ağıttan etkilenmemek mümkün müdür?