La Mano Che Nutre La Morte / Ölümün Nefesi (1974)
“Le Amanti Del Mostro / Canavarın Sevgilisi” filmini çekmek için İtalya’dan İstanbul’a gelen Sergio Garrone ve ekibi aynı kadro ve aynı lokasyonda (Hidiv Kasrı ve çevresindeki ormanlık alan) bir başka film olan “La Mano Che Nutre La Morte”, İngilizce ismiyle “Evil Face” ya da Türkçe ismiyle “Ölümün Nefesi” filmini de çekerler. Aynı sahnelerin bile yer aldığı “Ölümün Nefesi” Türkiye ve İtalya’da yayınlanmak üzere iki farklı versiyona sahiptir. Farklılıklar kurguda kesilen sahneler olarak kendine yer bulmuştur. Türk versiyonunda, orijinalinde bulunan erotik sahneler, lezbiyen ilişki, bacak kesme ameliyatı vb. sahneler süre olarak kısaltılmıştır. Kimi sahneler ise hiç yoktur. Bir ilginç ayrıntı ise “Canavarın Sevgilisi” filminde Alex Nijinski karakterini oynayan Klaus Kinski, “Ölümün Nefesi”nde Alex ismini Ayhan Işık’a emanet eder. Üstelik “Canavarın Sevgilisi” filminde Hidiv Kasrı’na eşi ile birlikte at arabasında gelen Klaus Kinski, “Ölümün Nefesi”nde bu sefer konağın sahibidir; Ayhan Işık, at arabasıyla konağa gelir. İkisi de yine doktor rollerindedir. İki filminde başlangıçları neredeyse aynıdır. Daha birçok benzerlik görülebilir. O halde bu iki filmi, Sergio Garrone’nin siyam ikizleri olarak ilan edelim…
Yine Ayhan Işık ve Yine Klaus Kinski
Sergio Garrone, şu an 95 yaşında ve hala hayatta. Ancak 13 filmlik sinema kariyerinde çektiği son film olan “Last Harem” 1981 yapımı… Anlayacağınız Garrone bundan uzun yıllar önce emekli olmuş. “Ölümün Nefesi” filmindeki set tasarımlarına baktığımızda spagetti westernleri andırdığını söyleyebiliriz. Bunun nedeni için yönetmenin kariyerine western filmlerle başlaması ve iki Django filmi (Django the Bastard 1969, Kill Django…Kill First 1971) çekmiş olması söylenebilir. Daha sonra Nazis-ploitation filmleri çevirerek epeyce eleştirilecektir .
Filmimiz Alex ve Masha’nın at arabası içinde kasabaya gelmesiyle açılıyor. Kalacak yer ararken araçları Dr. Nijinski’nin yaşadığı konağın yakınlarında kaza yapıyor. Çiftimize hiç vakit kaybetmeden Doktor ve Notre Dame’ın Kamburu’ndaki Quasimodo kılıklı uşağı (Erol Taş) yardıma koşuyor ve baygın haldeki bu ikisini konağa getiriyor. Konakta kendini göstermeyen evin hanımı, biri yazar ve diğeri de onun arkadaşı iki kadın daha vardır. Filmde yine Ivan Rassimof arzı-ı endam etmekte. İlk filmde lahdini gördüğümüz Rassimof’u, bu sefer iskelet halinde olsa da görebilmekteyiz. Rassimof bu filmde de deney yapıyor ve istenmeyen sonuçlar sonunda konak yanıyor ve kendisi ölüyor. Kızı ise yanıyor. Klaus Kinski’nin oynadığı Dr. Nijinski ise eşini tekrar eski haline getirmek için ilk filmdeki gibi yine çılgın deneylerin peşinden koşuyor…
“Ölümün Nefesi”nin, görsel olarak pek heyecan verici olduğu söylenemese de gotik korku filmleri içinde hele de yetmişli yılların başında çekildiği göz önüne alındığında, eksiklikleri ile birlikte ortalamanın üstünde bir film olduğu söylenebilir. Tabii filmde Türk oyuncular Ayhan Işık ve Erol Taş’ı izleyecek olmam, üstelik Klaus Kinski yine nasıl bir şizoid karaktere can vermiş beklentisine de girerek bu filmi izlememin, bakış açımı değiştirdiğini söyleyebilirim. Yani bu üç oyuncuyu tanımayan, filmin İstanbul’da çekildiğini bilmeyen bir başka seyirci benim filmle kurduğum bağı kuramayabilir. Ama tüm bu doneler, filme kötüyse kötü dememden alı koyamaz beni, bu da böyle biline…
Yüz Deformasyonu ve Yüz Nakli Filmleri
“Ölümün Nefesi”ni korku filmlerinin alt türü olan “yüz nakli” filmlerinin içerisine sokabiliriz. Bu türün diğer filmlerine ve filmimizin de ilhamını almış olması muhtemel olan film, Georges Franju’nun “Eyes Without a Face”, Türkçe ismiyle “Çehresiz Gözler” filmidir. Ki bu türün ilk filmdir… Döneminde yüz transplantasyonu konusunda çığır açıcı bilgiler veren film, geleceği vizyona çıktığı 1960 senesinde tahmin etmiştir. Henüz yüz nakli gibi konularda teknoloji gelişmemişken, film tıp konusunda başarılı söylevlere sahiptir. Bir diğer film ise 1970 yapımı Claude Mulot imzalı “The Blood Rose” filmidir. Bu filmdeki kadının yüz deformasyonu ile Katia Christine’nin oynadığı karakterin yüzündeki yanık izinin benzerliği dikkat çekicidir. Son olarak 1987 yılında çekilmiş Fransız filmi olan, Jesus Franco’nun yönettiği “Faceless” filmi de plastik cerrahiden medet arayan bir kızın yaşantısını izlediğimiz bir slasherdır.
Rollerin Dağılımı Adil
Filmdeki oyunculukların “Canavarın Sevgilisi” filmine göre daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Bunda rollerin adil dağılımı ve oyuncuların rollerini icra edebilecekleri bolca sahnelerinin olmasıdır. “Canavarın Sevgilisi” filmi Klaus Kinski filmidir. Ama bu film tüm oyuncuların hemen hemen eşit sürelerde görüldüğü ve kimsenin ön plana çıkmadığı bir yapım olmuş. İlk filmde çok kısa gözüken Erol Taş, bu filmde en fazla hafızada kalan oyuncudur. Hatta bu filmin en iyisi bile diyebilirim. Hiç repliği olmayan Taş, filmin en korkunç ve acayip karakteri olmayı becermiştir. Sadece hırıltıları, iniltileri ve acayip gülme seslerini duyarız. Quasimodo’nun şeytani ikizidir. Kambur tiplemesi ve zıplayarak hareket etmesi, karakterine gerçekçilik ve ruh katmıştır. Aksiyon ve gerilim kısmını Erol Taş’a devreden Klaus Kinski, yine iyi ama bitse de gitsek havaları da sezilmiyor değil. Ondan beklenen aksiyonu göremesek bile doğal mizacı ve derin yüz hatlarına sahip olmasıyla , zaten biblo gibi dursa da kendini izlettiriyor. Ayhan Işık bu sefer eli yüzü düzgün bir rolde. Daha girişken, mimiklerini kullanabileceği alanı bulmuş. Kafasına odun yediği sahne, Erol Taş ile Yeşilçam filmlerinde gördüğümüz sahtelik kokan yumruk yumruğa giriştikleri sahne, filmin son sahnesindeki oyunculuğu ve takındığı Alex personası ile Klaus Kinski’nin gölgesinin altında ezilmiyor.
Hidiv Kasrı’nın Altını Üstüne Getirdiniz!
Filmde bolca kan var. Ama bu kan, ameliyat sahnelerinde gözüküyor. Yani sabit duran oyuncuları gösterirken, yapay kanları boca etmişler, ellerini korkak alıştırmamışlar. Bacak kesme ve kanlı yüz sahneleri ise iğrenç ama bir o kadarda usta işi. Cilt soyma ve yüz nakli sahnelerini günümüzdeki filmlerde bile görmekte zorlanıyoruz. Garrone’nin korku hikayesinde korku ikinci planda kalmış. Daha çok cinsellik, Erol Taş’ın tecavüzleri ve kurbanları, Kinski’nin eşine yüz nakli için ameliyatta geçen sahneler olarak üç parçaya ayırabileceğimiz film, ne yazık ki korkutmaktan ziyade, germeye çalışıyor ama onu da beceremiyor…
Feodal bir kır evinin bodrumundaki gizli ameliyathanesinde yüz nakli denemeleri yapan Nijinski’nin masum kızları kaçırması halkı da kıllandırıyor. Kasaba ve konakta geçen bazı sahneler “Canavar’ın Sevgilisi” filminin aynı sahneleri. Laboratuvar ortamı ilk filmde Kinski’nin elektriğe kapıldığı aynı ortam. Sanki Hidiv Kasrı’nda geçen alternatif evrenlere sahip filmler izlemek gibi bir duyguya kapılmamak elde değil. Herkes toplu hafıza kaybına uğramış gibi bir hava esiyor ortamda. Kullanılan müzik bile aynı. Stefano Liberati ve Elio Maestosi’nin onurlu müziği filmin artı değeri.
Film sonlara doğru tempo kaybetse de epeycene ağırlaşsa da final sahnesindeki özgünlüğü ve etkileyiciliği ile son anda treni kaçırmaktan kurtuluyor. Mesela Ayhan Işık ile Katia Christine’nin öpüşme sahneleri gereksiz uzun tutulmuş. Üstelik hiç erotik bir sahne de değil! Bu gibi doldur boşalt sahneler var. Ama titreşimli metal çatal gibi filme özgün parçalar da izlenirliği arttırıyor. Eğlenceli, dramatik, yarı gotik bir film “Ölümün Nefesi”. Şimdi hayatta olmayan Erol Taş, Ayhan Işık ve Klaus Kinski anısına izlenmeli.
Yazar: Umut Uçan