Üşütük (1984)

Üşütük (1984)

Geçim derdi bir insana en fazla ne yaptırabilir? Gazetelerin üçüncü sayfalarında görmekten kanıksadığımız; intihar, eş cinayetleri vb. haberler aslında dışarda fırtınalı hayatların yaşandığının kanıtı değil midir? Bu insanlar haberlerde bir dakika görünüp yok oluyorlar. Ateş düştüğü yeri yakıyor…  Aslında filmimiz olan Üşütük bir komedi filmi ama bu şekilde giriş yapmamın da bir sebebi var. Belki de izleyeceğiniz en sulu, en komik filmlerden biri ama arka planında öyle bir sorunu konu ediniyor ki filmdeki karnaval havasına anlam  vermek zorunda kalıyorsunuz. Gelin biraz daha açalım konuyu…

Kezban Serisinin Yönetmeni

“Üşütük” filminin yönetmeni Orhan Aksoy’un ilk filmi 1963 senesinde başrollerinde Ayhan Işık ve Ajda Pekkan’ın oynadığı “Şıpsevdi”. Filmografisinde 1964 yapımı Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarlanan  “Vurun Kahpeye” filmini görmekteyiz. Dikkat çekici filmlerinden biri de başrolünde genç oyuncu Hülya Koçyiğit’in olduğu, iki yıl arayla çekilen “Kezban” (1968),  “Kezban Roma’da” (1970) ve “Kezban Paris’te” (1972) üçlemesi. 1975 senesine gelindiğinde çocuk oyuncuların başrolde olduğu filmler revaçtadır artık. Aksoy, sene içerisinde iki film çekecektir: Gülşah Soydan’ın başrolünde olduğu “Gülşah” ve Filiz Akın’ın çocuğu İlker İnanoğlu’nun rol aldığı “Veda” filmi. Yönetmen Aksoy arabesk starlarla da film çevirir. 1982 senesinde İbrahim Tatlıses’li “Tövbe” ve aynı yıl içinde çekilen Orhan Gencebay’lı “Bir Yudum Mutluluk”. Aksoy, 1987 yılından 1991 yılına kadar da Kemal Sunal ile 5 film çevirmiştir. Son filmini 1994 senesinde çeken Aksoy, 2008 senesinde 78 yaşında hayata gözlerini yummuştur.

Oynatmaya Az Kaldı

Aksoy’un çok ilginç filmleri var. Kemal Sunal ile çektiği filmler de bu ilginçliklere katkı yapıyor. Ama “Üşütük” filmi hem kendi filmografisinde hem de Türkiye sinemasında absürtlük anlamında apayrı bir yeri olan bir film. Film Nuri’nin (Aydemir Akbaş) , eşi Nuriye (Tuluğ Çizgen) ile birlikte son derece lüks bir otele yerleşmeleri ile açılıyor. Kısa bir süre sonra otel macerasının Nuri’nin hayalleri olduğunu öğreniyoruz. Aslında Nuri hayatında sürekli gündüz düşleri gören hayalperest birisi. Devlet kadrosunda muhasebeci olarak çalışan Nuri evini geçindirememenin yanında, karısıyla da sürekli kavga etmektedir. Buraya kadar anlattıklarıma bakarak melodram yanı ağır basan ağlak bir film beklemeyin. Tüm izlediğimiz aslında Nuri’nin geçirdiği değişim. Yavaş yavaş Nuri’nin psikolojisi bozulmaya başlıyor. Genelde bu durumu ajite edici olarak, psikolojik dram filmlerinde görmeye alıştırıldık. Orhan Aksoy bu durumu komedi sosu ile vermiş ama Nuri “üşütmeye” başladıkça seyircinin de bu hezeyan krizlerine ortak olduğunun kanısındayım…

Film tekrarlara dayalı ve sırtını Aydemir Akbaş’ın bedensel oyunculuğuna dayamış. Nuri, karısı ile yaşadığı sorunlar yüzünden gittiği her yerde o gün içerisinde yaşadıklarını anlatıyor. Ama bu anlatımı hep karıştırarak yapıyor. Benim bu filmde en sevdiğim ise Nuri’nin gün geçtikçe omuz tikinin başlaması. Aydemir Akbaş tikli bir karakteri çok iyi oynamış. Aynı şeyleri sürekli tekrar etmesi ve kelime oyunları filmin komedi yükünü sırtlıyor. Nuri’nin karısı ile kavga etme sebebi ise karısının gazino da şarkı söylemek istemesi. Ekonomik darboğazda oldukları için Nuriye’nin bu isteğini anlayışla karşılayabiliyoruz. Ancak sosyolojik bir vaka olan bu durumda Nuri, “kadının yeri erkeğin yanıdır”, “kadın evinde oturur” diyerek çok iyi bildiğimiz bir tablo çiziyor. Tüm çatışma aslında karısının darbukacı erkek kardeşinin (Erdinç Akbaş), Nuriye’yi sahneye çıkartmak istemesi ve Nuri’nin de bu durumu engellemeye çalışırken kafayı oynatması. Önüne çıkan herkese, “Ulan Darbukacı!” demesi de filmin en gülünç yanlarından biri. Aslında bu film roller coaster deneyimlemek gibi. Filmin ivmesi her saniye çığ gibi büyüyor. Son sahneye kadar delilik ekrandan seyirciye sıçrıyor.

Tımarhaneler, Karakollar ve Bedensel Dönüşüm 

Kendi kendine konuşmaya başlayan, patronu önünde garip hareketler sergileyen, her gün bindiği minibüsteki kel kafalı adamın kafasını tokatlayan Nuri’nin gideceği yer olarak yönetmen, Akıl hastanesinde karar kılıyor. Aslında anormal bir durum yok. Devletin ve toplumun yetersiz, zararlı gördüğü kimselerin tecrit edildiği yer tımarhanelerdir. Tarihte önce bu “zararlı” kimseler yok edilirdi. Öldürmenin yerini kansız olan akıl hastaneleri aldı. Üstelik bu yüksek duvarlı tecrit hanelerde  kapalı olan “hastalar”ın iyileştikten sonra topluma tekrardan kazandırılma şansları vardı. Burada şu soru aklımıza takılıyor: Neye göre, kime göre hasta? Hangi normlara göre birinin topluma zararlı olduğu kanısına varılıyor. Ailesini geçindiremeyen Nuri’nin dışında başka suçlu yok mudur?

Nuri’nin içinden çıkamadığı durum ise bir anda gelen bir olay değil. Ev sahibinin 6 ayda bir kiraya zam yaptığını öğreniyoruz. Hatta bu duruma ev sahibi Nuri delirirse delirsin gözüyle bakıyor. Kiracısının sağlık durumu umurunda bile değil. Evine 200 gram kıyma almakta bile zorlanan Nuri, toplum baskısı korkusuyla karısının sahneye çıkacak olması durumu ile karşılaşınca da yavaş yavaş contaları sıyırıyor.  Karısı ve mahalle esnafının sonun “Bakırköy” demesi, filmin başında Nuri’nin akıbetinin nereye varacağının göstergesiydi.

Islah edilmek üzere kapatılan deliler sanayi çağının gelişimiyle birlikte ve kapitalizmin temel ilkesi olarak proleter işsizler sürüsünün yedek işgücü ordusu olarak kabul gördüler. Yani iyileşen insanlar topluma karışmaya ve hemen çalışmaya hazır olmalıydı. Bir insanın akli melekelerinin yerinde olup olmadığı çalışıp çalışamadığı ile ölçülür olmuştu. Artık bu bireyler yani çalışabilecek durumdayken çalışmayanlar kurumdan çıkarılarak bu orduya sürüklendi. Fakat çalışma yeteneği olmayanlar ikinci bir ayıklama sürecindeydi. Hastanede bırakılan bu bireyler deliydi ve psikolojik nedenler taşıyordu. Bundan böyle, zihinsel hastalıklar tıbbın nesnesi haline geldi ve psikiyatri denen toplumsal kategori doğdu. Bu süreçte Akıl hastalığı keşfedildi…

Zamanla bunun bir hastane olarak kalmadığını ve bizimle birlikte varlığını sürdüren birçok kurumun ortak işlev gördüğünü dile getiriyor Foucault. Bentham’ın 1785 yılında tasarladığı panoptikon (içinde bulunan gardiyanın, etrafındaki her hücreyi görebileceği şekilde tasarlanmış olan gözetleme kulesi) hapishane inşa modelinin, günümüzde alternatif yöntemler yardımıyla (hapishane dışındaki birçok kurumla) etkisini sürdürdüğünü savunuyor. Bahsedilen bu panoptikon sisteminin en ilginç özelliği ise, kulenin içinde gardiyan olmasa da, mahkumların gardiyan sürekli ordaymışçasına hareket ve tavırlarına dikkat etmesi…

Nuri’de kapatıldığı akıl hastanesinde ilk olarak kurumun müdürü ile iletişim kuruyor. Bu sahneye dikkat! Müdürün de hal ve hareketleriyle Nuri’ye benzediğini fark ediyoruz. Acaba sözde bu delilik hali tüm topluma sirayet mi ediyor? Bu insanların bu hale gelmesindeki ana sebepler ne? Akıl hastanesinde geçen sahneler çok komik olmasının yanında çok uzun tutulmuş. Bu sahneleri izlerken algımın kaybolmaya başladığını itiraf edebilirim. 1975  yapımı Milos Forman’ın yönettiği “One Flew Over the Cuckoo’s Nest”, Türkçe ismiyle “Guguk Kuşu” ve 1985 yapımı bilimkurgu klasiği “12 Monkeys” filmlerindeki akıl hastanesi sahnelerini alın, daha delice, daha komik ve daha absürt sahneleri ekleyin. Seyirciyi dumura uğratan sahneler var! Yadigar Ejder’in oynadığı kendisini Jane’yi arayan Tarzan zanneden mi istersiniz, kendini uçak zannedip etrafta kollarını açıp dolanan, dünyanın en iyi teknik direktörü olduğunu varsayan  üşütüğümüz de var. Foucolt ve Bentham’ın teorilerini doğrulayan göstergelerle dolu bu sahneler.

Polisin de yaşanan bir olay sonrası hemen orada bittiğini görüyoruz. Karakollara sürekli gidiyor Nuri. Ama hapishaneye düşmüyor. Topluma hala faydalı olabilir düşüncesi hakim. Devlet tam anlamıyla gözden çıkarmıyor Nuri’yi. Bedensel dönüşüme de sıklıkla yer verilmiş filmde. Nuri’nin çatışması karısıyla başlıyor. Daha sonra darbukacı ve başkalarına sirayet ediyor. Ama ana izlek karısı ile olan anlaşmazlık. Dönüşümün ilk evresi karısını takip ettiği plajda gerçekleşiyor. Kadınlar plajına alınmayan Nuri, karısının kendisini aldattığı şüphesiyle onu takip ediyor. Plaja alınmadığı için kara çarşafa bürünüyor ve karısını dürbünle izlemeye başlıyor. Deux Ex Machine gibi iki polis hemen Nuri’nin yanında bitiveriyor ve onu enseliyor. Polis-Devlet olgusu filmde hissediliyor. Polis her yerde ve her zaman çıkabilir paranoyası hakim. İkinci dönüşüm, akıl hastanesinden kaçmak için hemşire kılığına bürünmesi vasıtasıyla oluyor. Tam dönüşümü de kendisini arabasına alan adam ile birlikte  karısının çıktığı gazinoya gittikleri  sahnede  gerçekleşiyor . Peruğu, giydiği kadın elbisesi ve hareketleriyle artık tam bir kadın görünümünde Nuri. Bu sahneler çok komik. İzleyicinin bu dönüşümü tahmin etmesi  çok zor ve bu sebeple vurucu oluyor. Sinemamızda da bu tarz bir dönüşüm filmi daha önce izlemedim ben. Kadını anlamak için kadın olmak! Varyantını bir gün yatağında böcek olarak uyanan Samsa’da ve insanları fare olarak gören Fareyi Öldürmek romanının Sabri’sinde görmüştük…

Deliyle Deli Olmak!

Filmin vizyona girdiği tarih olan 1984, George Orwell’ın distopik romanının da ismi.  Kitap ile filmin benzerliklerini kestirebiliyoruz. Tabii ki de bariz bir distopya dünyası yok “Üşütük”te. Ancak insanların kapatılması, polis kuvvetlerinin her olayda anında orada olması gibi sebeplerle rejim bize tanıdık gelebiliyor. Hayat pahalılığı birincil mesajı filmin. 1984 romanında haneleri izleyen televizyonlar vardı. Üşütük filminde de Nuriye televizyon istiyor. Ana sebep herkeste olması. Virüs gibi topluma yayılmış televizyon. Renkli olmasa bile siyah beyaz televizyona bile razı olduğunu söyleyen Nuriye, eğer televizyonu olsaydı toplumu izleyebilecekti ve pasif konuma geçecekti. Nuri’nin dediği ve istediği gibi yeri mutfak ve evi olacaktı. Özgürlüğünü kısıtlayacaktı. Nuri, bilmeyerek karısını harekete geçiriyor. Şarkıcı olan karısı bu sefer izleyen pozisyonundan toplum tarafından izlenen pozisyonuna geçiyor.

Romanla benzerlik olarak bir diğer konu ise dil yaratımı. 1984 romanında yeni bir dil üretiliyordu. Bu dilde istenmeyen kelimeler çıkartılmıştı. Nuri’nin de kullandığı dilin yapısökümcü olduğu, dinamiklerini kelime oyunları ile yaptığı, konuşma metedolijisi ile yanlış da anlaşılabildiği ya da insanlara hükmedebildiğini görebilmekteyiz. Görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay’ın İstanbul manzarasını fona koyduğu kamera kullanımı canlı ve göze hoş gelen devingen açılar yaratıyor. Senaryoyu yönetmenle birlikte Aydemir Akbaş kaleme almış. Erotik kuşağın bilinen en önemli yüzlerinden biri olan Aydemir Akbaş’ın o filmleri andıran bir iki sahnesi bu filmde de var ama hafif geçiştirilmiş. Filmin sonunda Nuri’nin ekrana bakıp seyirciye konuşması ile birlikte dördüncü duvarı yıkması bir oluyor. Yine benim Türk filmlerinde izlediğim, seyirciye konuşma sahnesinin olduğu ilk film. 

Vermiş olduğu sosyal mesajlarla önemli bir film “Üşütük”. Katıla katıla gülmekten bu mesajları kaçırabilirsiniz. “Matrix” filmi gibi düşünmek gerekiyor “Üşütük”  filmini de. “Matrix”i salt uzak doğu dövüş koreografileriyle bezeli bir aksiyon filmi olarak da izleyebilirsiniz, Platon’un mağara alegorisinin felsefesini de bulabilirsiniz. “Üşütük” için de alınacak çok mesaj var. Tabi gülmekten fırsat bulabilirseniz…

Yazar: Umut Uçan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir