Düş Şatolarındaki Hiç Eskimeyen Anılar

Düş Şatolarındaki Hiç Eskimeyen Anılar

Sinema salonları hayatın keşmekeşinden uzaklaştığımız, hayaller diyarında yolculuğa çıktığımız modern düş şatolarıdır. Şatolarıydı… O şatolar derebeylerin tarih sahnesinden yok olması gibi topla tüfekle değil ama iş makinaları, greyderlerle tarih sahnesinden bir bir kayboldu gitti. İçinde yaşadığımız salgın çağında sinema salonları kapalı ve hayal kurmaya evlerimizde devam ediyoruz. Kurduğumuzu zannediyoruz belki de… 5 sinema yazarının şimdi mazide kalmış sinema salonları hakkındaki önemli anılarıyla sizleri baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar…

Hazırlayan: Umut Uçan


GÖZTEPE’DE VAR BİR CINEMARCA

Yıl 2005.  Ortaokuldayım. Göztepe’de yaşadığım yıllar. O zamanlar düş mabedimiz, evimize yakın olan Göztepe Cinemarca Sineması. Tütüncü Mehmet Efendi caddesinde olan sinemanın açılış tarihi de 2004 yıllarına denk geliyordu. Cinemarca’nın iflah olmaz müdavimleriydik. Pasaj içinde olan sinemanın yanında yılların McDonald’sı (şimdi yok), karşısında tarihe meydan okuyan Barker kitapçısı ile adeta düş şatosuydu Cinemarca. Pasajın en alt katında olan sinemaya döner merdivenlerle iniliyordu. 4 salona sahipti ve dükkanların birleştirilmesiyle oluşturulmuştu. Girişteki tek kişinin durduğu gişesi, salon önündeki büfe ve büfenin etrafında patlamış mısır cihazı ile buz gibi frigolar. Etrafı temizleyen müstahdemler ve sinema çalışanlarıyla butik sinemanın Avm sinemalarına henüz kaybetmediği masum yıllar. Sitemizin kurucusu ve 22 yıllık çocukluk arkadaşım Uğur ile “Halka 2” filmine gitmek için buluşmuşuz. Yanımızda film izleme ritüelimize ortak olarak, lakabı “Sarı” olan ortaokul arkadaşımız Erhan’da var. Cinemarca’nın afişleri caddeden geçen insanları içeriye davet ediyor. Heyecanlıyım. 2002 yılında çıkmış Naomi Watts’ın başrolünde olduğu “The Ring” filmini hatırlamak bile gerilmeme neden oluyor. Kuyu, televizyon, beyaz entarili uzun saçlı Samara’nın kalp krizine sokacak işbirliği o yaştaki biri için kabus sebebi. 

Gişeden biletlerimizi aldık. Gişedeki tatlı bayanla film öncesi konuştuğumuzu hatırlıyorum. Şimdi gel de fabrikasyon usulü gibi kuyruğa girilen Avm sinemalarında bu ortamı bul. Gişedeki bayan filme girmeden önce bize filmi izlediğini ve çok korktuğunu söylemişti. Filme olan beklentim daha da artmıştı, bu sefer salondan birimizi ambulansla kaldırabilirlerdi, vaziyet almak şart olmuştu! Aşağı inip filmin başlama saatini beklemiş, bizi neyin beklediğiyle alakalı beyin fırtınasına girişmiştik.

Film başladı, ışıklar söndü. Cinemarca’nın ufak ama evimizin bir odası olarak gördüğümüz salonunda yine bizden başka kimseler yoktu. Zaman geçtikçe bir şeylerin yanlış gittiğini sezinlemeye başladık. Bu film bizi korkutmuyordu! Sahneler akıyor ama bir türlü istenen etkiyi üstümüzde yaratmıyordu. Çoğu sahnede kahkalarımız boş salonda yankılandı, üstüne Erhan’ın filmi sabote edici hareketleri işin tuzu biberi oldu. O zamanlarda film kültürünün olmadığını bildiğim Erhan, önce ayaklarını koltuklara dayayıp vücut hareketleriyle bize “sıkıldım” demeye çalışıyordu. Bizim kendisine gülerek verdiğimiz reaksiyonlardan güç alacak olmalı ki salonda kimi sahneler esnasında garip sesler çıkarmaya ve film hakkında konuşup yorum yapmaya başlamıştı. İtiraf etmeliyim ki kimi yerde filmden daha korkunç oluyordu. En son Erhan’ı o zamanların en lüks telefonu olan 3310 ile yılan oyunu oynarken bulmuştuk. Filmden koptuğu gibi bizi de koparmayı başarmıştı. Sonrasında salondan sarhoş denizciler gibi birbirimize çarparak çıktığımızı hatırlıyorum. Holün sarı-sepya ışığı ile kendimize gelmiş ve az önce yaşadıklarımızı birbirimizle konuşmadan mukayese ediyorduk. Gişedeki bayan “Nasıldı?” sorusuna, hep birlikte “Berbattı!” cevabını verişimiz ve kızın şaşkın suratı hala gözümün önündedir. Filme girmeden önce yaptığımız gibi, çıkarken de kızla film hakkında konuşmaya başlamıştık. Konuşacak bir şey kalmayınca “görüşürüz” diyerek o günü noktaladık. Bir daha kendisini görmedik ama yaşadığımız anıları hiç bir zamanda unutmadık. Cinemarca keşke hiç kapanmasaydın…

Umut Uçan


ZAFER SİNEMASI ya da BODUROĞLU’NUN HAYALETİ

Cem Kükey’in Reji’nin Kadınları adlı romanını okuyordum. Roman, Yirminci Yüzyılın başında Samsun’daki Reji Tütün Fabrikası’nda çalışan üç kadının başından geçenleri anlatıyordu. Kitap, Samsun hakkındaki çoğunu bildiğim ama zamanla zihnimin gerisine atılmış pek çok detayı açığa çıkarıverdi.

Bu detaylardan biri de romanda adı yer yer geçen Boduroğlu Sineması idi. Elbette ki ben doğmadan yıllar önce kapanan bu sinemayı hatırlamam mümkün değildi. Ama fabrika caddesi üzerinde olduğunu öğrendiğimde kafamda bir şimşek çaktı. Osmanlı’dan kalma Boduroğlu’nun yeri kafamda hep bir muammaydı, ama o cadde üzerindeki tek sinema da bizim Zafer olarak bildiğimizdi ve biraz daha kurcalayınca Zafer’in eski Boduroğlu’nun arazisine kurulu olduğunu öğrendim!

Zafer Sineması… Çocukluğumun ve ilk gençliğimin dört büyük sinema salonundan biriydi. Konak, Yıldız ve Sümer’di diğerleri de. Zafer, önünde bilet gişesi için dar bir girintisi olan, büfesinde gazoz, hala tadı damağımda ekşi açık ayran ve poğaça satılan, gösterişli olmasa da altta iki locası, üstte balkonu ile tam bir sinema salonuydu. ‘60ların sonuna değin varlığını sürdüren kışlık ve yazlık pek çok sinema olduğundan bahsedilirdi Samsun’da. Televizyonun gelişi sonrası kapanmış olmalıydılar birer birer. Aynen AVMlerin gelişiyle bize kalan son dördünün de tarihe karışması gibi…

Avare, biz küçükken evdeki büyüklerin severek anlattığı, andığı bir yapımdı. ‘50lerden kalma bu Hint klasiği hakkında epeyce meraklandırmışlardı bizi o küçük yaşımızda. Babamın severek bahsettiği pek çok yerli ve yabancı yapıtın arasında özel bir yere sahipti. Gençliklerini etkilemişti onların. Pek çok genç Raj Kapoor gibi bırakmıştı saçlarını ve belki de pek çok genç kız da Nargis gibi rüzgara salmıştı.

Babaannem biz küçükken evde kadınların ayaklarına dolaşmayalım diye etrafına toplardı bizi akşamları ve masallar anlatırdı. Yıllar yıllar sonra aslında hep aynı masalı anlattığını fark ettim. Ancak öyle nüanslarla süslüyordu ki anlatısını, hep farklı bir öyküyü dinliyormuşçasına heyecanla, gözümüzü kırpmadan yüzüne bakarak dinlerdik onu.

On yaşına geldiğimde yine ev ahalisine yaramazlıklarımızdan bir müddet de olsa korumak adına kardeşimle beni amcamın eşliğinde dışarı göndermeye başlamışlardı. Amcam da o anları çekilir kılmak için bizi daha çok sinemaya götürürdü. O filmleri babaannemin masalları gibi büyülü bulur, kocaman açılmış gözlerimizle izlerdik. Kadınlar pek sinemaya gitmezdi bizde. Ama televizyondaki filmleri de kaçırmazlardı. Sanırım babaanneme borçlu hissediyordum kendimi anlattığı masallardan dolayı; ben de ona seyrettiğim filmleri anlatmaya başladım. Sinema yazarlığına giden yolun kapısını aralayan da bu durum olmuştur.

Bir gün yine amcamın yanına katılarak sinemanın yolunu tutmuştuk. Mecidiye’ye inip Konak Sineması’nın önüne varınca gösterimdeki filmin afişini uzun uzun süzdü amcam. Uygun bulmadığı film bir korku filmi, belki de Argento’nun üçlemesinden Inferno’ydu, hatırlamıyorum, ama beni ve kardeşimi oradan uzaklaştırdı hemen. Zafer’e yönelmek üzere karşıya geçecektik ki, fabrika caddesinden taşıp meydana doğru bükülen bir kuyruk gördük. Amcam iki çocukla o kalabalığa dalmayı göze almadı önce ama bizim merakımız kısa sürede ona da sirayet etmiş olmalı ki ellerimizi sıkıca tutarak tütün fabrikasının duvarına doğru yardı kalabalığı. Üstten dolanıp tekrar Zafer’e indiğimizde sinemanın çatısına doğru yükselen rengarenk fenerde denizci tişörtü ve sıvalı paçalarıyla esmer bir delikanlı ve onun ayaklarına kapanmış etine dolgun, güzelce bir kızın dev illüstrasyonunu gördük. Altında da kocaman, sarı harflerle AVARE yazıyordu!

Deliye dönmüş gibi zıp zıp zıplayıp, ceketinin eteğinden çekiştirmeye başladım amcamı. Beni gören kardeşim de oyun olsun diye hareketlerimi taklit etmeye başladı. Elbette zaten daha önce, belki de birkaç defa gördüğü filme yeniden gitmeye hevesli değildi amcam. Ama bize de kıyamazdı. Bizi az ileride pastanesi olan bir arkadaşına teslim ederek sıranın sonuna, ta Cumhuriyet Meydanı’na gitti dediğine göre. Yarım saat kadar sonra daha sıra ona geldiğinde tükenmişti biletler ve önündekiler dağılır dağılmaz da gişeye yanaşarak ertesi güne almıştı biletlerimizi.

Bugün bana garip gelecek derecede coşku içindeydim. Hani aslında efsane olduğunu düşünmeye başladığınız şeyle aniden karşılaşmak gibi bir şeydi bu durum. Bugünden baktığımda, 1951 yapımı bir filmin ‘80lerde hala aynı ilgiyi görüyor olması olağanüstü bir şeymiş gibi geliyor bana. Ama evde sıklıkla anılan bir efsaneydi bu ve sanırım babaannem de hiç görmemişti filmi.

Ertesi gün sinemaya vardığımızda da sinemanın önünden meydana değin aynı kuyruğun uzadığını fark ettik. Neyse ki bu defa biletimiz ve yüzümde de amcamın hiçbir zaman anlam veremeyeceği kocaman bir tebessüm vardı.

“Avara mu… dıııı dı rı rım… Avara mu …. Dıııı dı rı rım…”

İlker Mutlu 

1972’de Samsun’da doğdu. İlk ve orta öğrenimimi Samsun’da tamamladıktan sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği eğitimi aldı. Küçük yaşlarda başlayan sinema ilgisi, ‘90lı yıllarda sinema yazarlığına evrildi ve muhtelif dergilerde yazmaya başladı. İlk önemli sinema yazısı, Geceyarısı Sineması’nda yayımlanan Bir Çirkin Adam yazısıdır. Popüler Sinema dergisinde de yazdı.  Sürekli sinema yazılarına geçişi, Sekans dergisiyle oldu. On beş senedir kesintisiz olarak Sekans’ta yazmaktadır. Sekans’ın yanı sıra Antalya’da çıkan Modern Zamanlar gibi başka sinema dergi ve sitelerine de yazıları yayınlanmaktadır. Samsun’daki yerel gazetelerde de köşe yazıları yazmaktadır. Yazılarının çoğu şahsi internet sitesi www.ilkermutlu.org adresinden okunabilir. Aynı zamanda Samsun’un yerel televizyonlarından internetten yayın yapan KanalATA’da da Fenerin Büyüsü isimli sinema programını sunmaktadır.


İSTANBUL SİNEMALARINDA ALTERNATİF SON!

Bu tamamen gerçek bir olaydır. Yıl 1992… Sam Raimi’nin Evil Dead filmlerinin devamı niteliğindeki “Army of Darkness” filmi İstanbul sinemalarında oynuyor. Ben ilk 2 filme bayıldığımdan bu filmi dört gözle bekliyordum. Beyoğlu sinemasında filme 2 kez gittim. O sıralarda sevgili dostum, nur içinde yatsın, Metin Demirhan’ın Atlas pasajında bir dükkanı vardı. Sık sık orada sinema ve çizgi romanlar üzerine sohbet ederdik. Laf bu filmden açıldı ve Metin bana şöyle bir şey dedi: “Film Avrupa ve Anadolu yakasındaki sinemalarda farklı sonla bitiyormuş…” Gel de buna inan! Olacak iş değil. O yıllarda daha Türkiye’de VCD bile çıkmamış. DVD icat olmamış! (DVD formatı 1995 de duyurulmuş) Kimse filmlerin alternatif sonu diye bir şey olduğunu bilmiyor. 

Her neyse, ben o hafta, bir gün, başka iki arkadaşımla Kadıköy’de tam Rex sinemasının önünden geçiyordum. Birden sinemada aynı filmin oynadığını gördüm. Filme girmek istedik ama yanımızda sadece 1 kişilik sinema bileti parası var. Sinemada da filmin son günü ve son seans oynayacak. Gişedeki kız tamam dedi. Tek bilet parası verip 3 kişi girdik filme. Yalnız bir şey dikkatimi çekti; kapıdaki afiş yine Army of Darkness filmine ait ama afişteki resim farklı idi. Her neyse, filme girdik. Film aynı film (çok severim). Yalnız filmin son 15 dakikasında birden sahne değişti, replikler değişti. Ben koltuğumda çakılı kaldım! Woody Allen’ın “Kahire’nin Mor Gülü” diye bir filmi vardır. Aynen oradaki gibi, sanki sinema perdesindeki oyuncular canlandı ve filmin normal senaryosu dışına çıkıp kafalarına estiği gibi oynamaya başladılar! Filmin son 15 dakikası bambaşka idi ve bambaşka bir sonla bitti! Bugün Youtube’a girip “Army of Darkness Ending” ve “Army of Darkness Alternate Ending” yazın, filmin iki sonunu da görebilirsiniz. İnanılmaz bir şey ama 1992’de o filmin 2 farklı sonu da sinemalarda oynadı ve bundan, İstanbul’un iki yakasında da o filme gidenler dışında kimsenin haberi olmadı. İthalatçı firmanın haberinin olmaması mümkün değil, çünkü iki farklı sona da Türkçe altyazı yazılmıştı. Gerçekten çok ilginç bir olay. Daha sonra bunu Metin’e anlattım. “Abi sen ne acayip bir adamsın ya! İnanılmaz şeyler anlatıyorsun, sonra gerçek çıkıyor” dedim. Metin’in buna cevabı müthişti. “Ben sıradan şeyleri sıradan arkadaşlarıma anlatırım, sıra dışı şeyleri ise sıra dışı arkadaşlarıma.” demişti. Nur içinde yatsın, fantastik bir adamdı gerçekten…


Oytun İdil

Plastik cerrah, çizer, gezgin. İlk gittiği yurtdışı seyahati 2011’de Kuzey Kutup noktasına oldu. Kuzey kutup noktasına turistik amaçla gidip Türk bayrağı dikti. 2012’de de Antarktika’ya giderek kutup serisini tamamladı. Pandemiden önce Hellfest, Full Metal Holiday, 70000 Tons of Metal, Megacruise, Tuska gibi metal müzik festivallerine sıkça gidiyordu. Fırsat buldukça her sene ocak ayının sonunda Las Vegas’da düzenlenen AVN porno fuarına gidiyor(du). Erdal Beşikçioğlu, Melis Birkan, Yasemin Allen gibi oyuncuların rol aldığı “46 Yokolan” dizisinde 3 bölümde rol aldı (Netflix de izlenebilir). Son 6 senedir üzerinde çalıştığı bir çizgi roman var. Bunu bu yaz başında yayınlatmayı planlıyor. Kuantum fiziği ve senaryo yazımı konusunda kitaplar okuyup kendini geliştiriyor. Tüm bunları da günlük hasta görüşmeleri ve ameliyatları arasında yapıyor.



ESKİ BEYOĞLU’NUN GÜZEL SİNEMALARINDAN ANEKDOTLAR

2008 yılında, 27. İstanbul Film Festivali’ndeyim. Festival çok hareketliydi ve ülke ekonomisinin iyiye gittiği, eski Beyoğlu’nun en renkli döneminden, mutlu, güzel zamanlardı. Şimdi hüzünle hatırlıyoruz, çünkü Ulusal Yarışma’yı kazanan Tatil Kitabı’nın yönetmeni Seyfi Teoman genç yaşta ayrıldı aramızdan; benim o seçkideki birkaç filme birlikte gittiğim eski ev arkadaşım da geçtiğimiz ay talihsiz bir kalp kriziyle, 36 yaşında gözlerini yumdu hayata.  

Kimlerin filmleri yoktu ki festivalde: Gondry, Greenaway, Jodorowsky, Haneke, Scorsese, Coppola, Sokurov, Godard, Rivette, Rohmer, Antonioni, Argento, Miike, Wajda, Manchevski, Kitano, Sean Penn, Wes Anderson, Todd Haynes, Ken Loach, Tarsem Singh, Alain Robbe-Grillet, Miloš Forman, Harmony Korine, Abel Ferrara, Hou Hsiao-Hsien, Noah Baumbach, Julian Schnabel, Alain Corneau, Manoel De Oliveira… ve daha niceleri. Türkiye’den ise Ümit Ünal, Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Çağan Irmak, Lütfi Ömer Akad, Ömer Vargı, Mehmet Güreli, Hüseyin Karabey, Reis Çelik, Handan İpekçi, Erden Kıral, Orhan Aksoy, Belmin Söylemez… İFF tarihinin en iyi yıllarından biriydi 2008.  

Güneşli bir nisan günü, Emek Sineması’ndayım; efsanevi salon henüz yıkılmamış, yerinde duruyor ve biz seyircileri ağırlıyor. Okul Yıllarım’ın (De unge år: Erik Nietzsche sagaen del 1) gösterimindeyim; Lars von Trier’e ait senaryo, Trier’in sinema öğrenciliği yıllarından esinlenerek yazılmış ve ben de üniversite son sınıfta bir sinema öğrencisiyim o sıralar. Film öncesinde gösterilen, şarkılı bir reklamın tempolu müziğiyle, deli gibi dans etmeye başladı tam önümdeki bir grup genç kadın; salondaki herkes onlara, yani oturduğumuz tarafa bakıyordu. Reklam bittiğinde normale döndüler. Yan koltuğumdaki, o da benim gibi yalnız gelmiş bir kız bu tuhaf hadisenin etkisiyle, şaşkınlık içinde gülümsüyordu ve kulağıma doğru yaklaşıp “iyi ki müzikal filme gelmemişiz” dedi. Ben de “galiba haplanmış bunlar, kopmak için illa ki bir şey bulurlar ama çok abartırlarsa başka koltuğa geçeriz” dedim. Böyle “gelmemişiz” ve “geçeriz” yüklemleriyle, sanki beraber hareket eden bir çift gibi davranıp konuşur olduk. Gösterim boyunca ara sıra, sol omzu sağ koluma hafiften yaslanır halde, kısık sesle sohbet ettik. Sinema okuduğumu, o yüzden de karakteri iyi anladığımı söyledim; kız ise sinema öğrenciliği gibi bir malzemeden hareketle çok daha güzel senaryo yazılabileceğini düşünüyordu ve filmi beğenmedi. 

Film bitti, jenerik akmaya, salon boşalmaya başladı. İkimiz de kalkmadan bir süre oturduk ve jeneriği izledik. Niyetim “gidip bir kahve içeceğim, vaktin varsa gel istersen” demekti ama tam söyleyecekken aklımda, öfkelenmiş suratıyla şöyle cevap verdiği bir sahne belirdi: “Ne münasebet beyefendi! İki çift laf ettik diye hemen birlikte gezip tozacağımızı mı zannettiniz? Bu ne yüzsüzlük, nasıl bir terbiyesizliktir ya! Nerede sapık var gelip beni buluyor, kimseyle insan gibi konuşamıyoruz artık sizin gibiler yüzünden! Allah belanızı versin!” Tabii o böyle bağırırken salondaki herkesin bana tacizciymişim gibi, ayıplayan gözlerle bakması, belki tesadüfen aralarında tanıdık birilerinin de olması, gördüklerini her yerde anlatıp dedikodumu yapması, “Murat sinemalarda kadınları taciz ediyormuş” söylentisinin dolaşması ve adımın kötüye çıkması… Sonra benim de “ya kahveye çağırdık sadece, ahlaksız bir şey mi söyledik; esas senin gibi görgüsüz kezbanlar yüzünden kimse iletişim kuramıyor” diye cevap vermeyi veya hiç yanıtlamadan, sessizce kalkıp gitmeyi tercih ettiğim bir ikilem geldi peşinden. Aslında öyle kaba saba, paçoz bir tip değildi, hatta epey zarif, şirin bir kızdı ve asla hakaretamiz konuşmayacağı, sadece “maalesef gelemem, işim var” deyip hızlıca uzaklaşacağı belliydi; fakat dile getirmese bile, aklından o düşünceleri geçirecekti ve benim kahve teklifi fikrinden soğumam için yeterliydi bu. Ancak iyi ihtimalle “tabii ki, sormanı bekliyordum zaten, hadi gel” de diyebilirdi. Ama kabul edecek olsa sohbet esnasında işveli, baştan çıkarıcı, davetkâr, seksapel bir hareket yapar, yeşil ışık yakardı. Hiç de ona yürümemi ister, benim için cayır cayır yanar gibi bir hali yoktu; sadece film hakkında konuşmuştuk. Hem belki sevgilisi vardı veya evliydi; ilişki durumuna dair hiçbir şey söylememişti ve benim de aklıma gelmemişti parmaklarına bakmak. Hiç kur yapmadığına göre, muhtemelen uygun değildi veya istemiyordu. Peki ya sadece utangaçlık ediyorsa ve sohbeti başlatmış olmayı yeşil ışık adına zaten yeterli sanıyorduysa? Sırf bir erkekle konuştu diye ebeveynlerinden dayak yiyen kızlar yok muydu mesela? Gerçi onlar pek film festivallerine katılmıyordu. Bu kız daha ziyade, gözlükleri ve stiliyle, BoJack Horseman’daki Diane Nguyen’i andırıyordu.   

Ben akan jeneriği izler ve kafamda şu ihtimalleri evirip çevirirken yaklaşık bir 10-15 saniye geçti, sonra hatun kalktı, gülümsedi ve “iyi günler” deyip gitti. Salondan çıkmasını bekledim koltuktan kalkmak için, çünkü beni film bittikten sonra uzun uzun jenerik izleyen seyircilerden zannetmeliydi. Öteki türlü, kararsızlık yüzünden oturup Danca isimlerle dolu bir jenerik seyrettiğimi anlardı ve gözündeki intibaım ‘tereddütlü obsesif’ bir Dostoyevski karakterine bürünürdü.             

Olayı arkadaşlarıma anlattığımda “kız orada çırılçıplak soyunup sana kucak dansı yapsa sen yine de hava sıcaklığıyla, oturmaktan bacaklarının uyuşmasıyla falan ilgili olabileceğini düşünüp yeşil ışık arardın” minvalinde dalga geçtiler ve kesinlikle kızın bana niyetlendiğini, önümüzdeki hapçıları ise yakınlaşmak için bahane ettiğini söylediler. Fakat böyle konularda genç Türk erkeğinin fikrine güvenilmez, çünkü daima pozitif ihtimali düşünüp mutlu hissetmeye ve azıcık iletişim kurdukları bütün kadınların onları aslında çok arzuladığını ama dile getirmeye çekindiğini zannetmeye eğilimlidirler. Tesadüfi ve ifadesiz, saniyelik, tek bir göz göze denk gelişten bile “beni bakışlarıyla yiyor” anlamı çıkarabilirler. Çünkü kadınların pek de umurunda olmadıkları hakikati, taşıyamayacakları kadar ağır bir yüktür. 

Bu yazıya uygun başka anılarım da var, fakat seçmem gerektiğinde ilk sıraya yerleşen, ne cevap vereceğini gizemli bıraktığım, beni bir kara komedi kahramanına dönüştüren o kız oldu; ama diğerlerinin de bazılarına değineyim: 2006’da, 25. İstanbul Film Festivali’nde, Beyoğlu Sineması’nda, Reha Erdem’in Beş Vakit filminin galasında 95 kiloluk bedenimle o daracık koltuk aralığından yan yürüyen bir ip cambazı gibi ilerleyerek yerime ulaşmaya çalışırken dengemi kaybetmiş ve birinin ayağına fena basmış, sonra ona “çok pardon” derken talihsiz seyircinin Çağan Irmak olduğunu görmüştüm. Üç yıl sonra, 2009 Mart’ında, Alkazar Sineması’nda James Marsh’ın Oscar’lı belgeseli Man on Wire’ı seyrediyorum. Antrakt verildiğinde hatırladım ki kapalı alanlarda sigara içilmesini yasaklayan kanun maalesef yürürlüğe girmişti ve sigara içilebilen hiçbir yer yoktu Alkazar’da. Dışarıya, İstiklal’e çıkıp sigarayı caddede içerek geri gelmek gerekiyordu ama çok zaman alır ve antrakt biterdi; içemeyecektim. Sadece o salona açılan bir kapıdan girilen, garip, karanlık, izbe, depoya benzer bir odadaki tuvaletten çıktığımda kuytuya çekilmiş, siluet halinde belli belirsiz seçebildiğim bir seyircinin oradaki tenhalığı fırsat bilerek sigara içtiğini, ortak sorunumuzu çözdüğünü gördüm ve bu anarşist eyleme katılmalıydım. Kuytudaki adamın yanına gittiğimde “beyefendi, sigara içmek yasak, söndürün hemen” emriyle uyaran gıcık tiplerden biri olduğumu zannedip huzursuzluk duydu, sakladı sigarasını ve başka yöne baktı. “Burada içiliyormuş galiba” esprisiyle gülümsedim ve çıkarıp sigara yaktım, böylece rahatladı, içmeye devam etti ve o sırada fark ettim ki suç ortağım Mehmet Ali Nuroğlu’ymuş. Sigarasını bitirip söndürdü ve “hayatı zehir ediyorlar” deyip girdi salondan içeri. (Adam normalde de oyunculuk yapar, replik atar gibi konuşuyor.) Yani Beyoğlu’nun sinemalarında Çemberimde Gül Oya ekibine denk geliyor ve yönetmeninden oyuncusuna kadar rahatsız ediyordum. 2010 Mart’ında o tarihi ve güzel salon da kapandı maalesef. 

Murat Çağıltay

Kültür-sanat yazarlığı, belgesel yönetmenliği, videografi, set-post asistanlıkları, senaryo ve araştırma vazifelerinde, 20 yıldır sinema çalışan Murat Çağıltay, e-kolay.net, Antrakt, Öteki Sinema, Sekans, Ek Dergi, Altyazı, Dövme Sanatı, Karşı Açı, Cinemascope gibi birçok yayın için eleştiriler kaleme aldı. 2005 yılında başladığı sinema öğreniminin ilk senesinde görüntü yönetmenliği ve kurgusunu üstlendiği, Down sendromu konulu ‘47/21’ belgeseli, Çevre Filmleri ve İnönü Üniversitesi festivallerinden ödüller kazandı. Belgesel fotoğrafçılıkla ilgilendi ve karma sergilere katıldı. ‘Sinemada Çizgi Roman Estetiği’ adlı makalesiyle bitirdiği lisans süreci boyunca, altı defa Yüksek Onur Öğrencisi oldu. Sinema, reklam, belgesel, faaliyet ve tanıtım filmlerinin yanı sıra, iki dizinin senaryo ekibinde görev aldı; farklı alanlara mensup, 30’dan fazla uzmanla röportaj yaptı. 2011 yılında başladığı yüksek lisansını ‘Kafkaesk Sinema’ belgeseliyle tamamladı.


BABİL KULESİ’NE ÇIKMAYA ÇALIŞIRKEN…

İlk kez sinemaya gittiğim o günü hatırlıyorum da… 2002 yılıydı. Kadıköy, benim için henüz fethedilmemiş İstanbul kadar gizemli ve cezbediciydi. Ağabeyim ile birlikte, bir zamanlar Türkiye’nin en göz alıcı sineması olan Süreyya’dan içeri girdiğimizde adeta büyülenmiş gibi etrafıma bakıyordum. O çocuk aklımla, o gün benim için her şeye bedel bir gündü. Ama aynı zamanda hayatımdaki en önemli dönüm noktasıydı. Zira o günden sonra adeta Frankenstein’ın canavarı misali kendimi durduramaz olmuştum. Bir bilet almaya yetecek kadar param olduğu müddetçe, soluğu hemen sinema salonunda alıyordum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın en mühim sineması ise kuşkusuz Göztepe Cinemarca’ydı. Sinema konusunda iflah olmaz yoldaşım Umut, benden bir sinema anımı anlatmamı istediğinde, aklıma gelen anıların birçoğu da bu sinema ile ilgiliydi. Zira kutsal mabedimiz olan bu sinemayı, kendisiyle sık sık ziyaret ederdik.

Elbette arkadaşlarımla, özellikle sinemaya benim gibi tutkuyla bağlı olanlarla sinemaya gitmenin keyfi paha biçilemezdi. Ama sinemaya tek başına gitmek benim için adeta bir ibadet gibiydi. 2007 yılıydı. Yine içimdeki canavarın çağrısına uyup tek başıma Cinemarca’nın yolunu tuttuğum bir gün… Çıkacağım düşsel yolculuk için Alejandro González Iñárritu’nun üçüncü filmi olan “Babel”i seçmiştim. Bu, sinemada izleyeceğim 54. film olacaktı. Heyecanlıydım. İlginç bir şekilde Iñárritu’yu erken yaşta keşfetmiş ve takipçisi olmuştum. “Babel”in oynadığı salona da işte bu sıkı takipçi havalarıyla yürüyordum. Çok ciddiydim, kendimi filme fazlasıyla hazırlamıştım, dikkatimi dağıtacak her şeyden kendimi soyutlamaya azami gayret gösteriyordum. Lütfen, 16 yaşında bir ergen olduğumu unutmayın!

Sinema, pasajın alt katındaydı. 2 tane görece büyük, 2 tane de küçük salonu vardı. Küçük salonlar, adeta büyük salonlar tarafından dışlanmışçasına sinema ile alakası olmayan bir yerdeydi. İnsanı tedirgin eden dar ve dolambaçlı yollardan sonra salonun kapısından içeri girdim. Tabii buraya salon demeye bin şahit lazımdı! O kadar küçüktü ki perdeye en uzak koltuğa otursanız bile perdeyi bir bütün olarak görmek için geriye, oldukça geriye doğru yaslanmanız gerekiyordu. Neyse, sözü fazla uzatmayalım. Salon bomboştu. Sinemada film izlerken beni iyi bir filmden daha çok memnun eden şey, salonda tek başımayken iyi bir film izlemektir. İşte bu yüzden, o an dünyalar benim olmuştu. En arkada ve perdeyi tam ortadan gören koltuğa çöktüm. Filmin başlamasına dakikalar vardı. Artık kimsenin bu saatten sonra bu filme geleceğine ihtimal dahi vermiyordum. Ama ne yazık ki çok erken konuşmuştum.

Henüz film başlayalı birkaç dakika olmuştu ki salona bir akın başladı. Yaşlı teyzelerden oluşan bu topluluk, 7-8 kişiydi. Bir an için kadınlar matinesinde gibi hissettim kendimi. Ama kısa bir dalgınlıktan sonra, dikkatimi toplayıp tekrar filme odaklandım. “Babel”in insanın içine işleyen dünyası, gerçek dünya ile bağlantımı tamamen kesti. Neden sonra bir poşet sesiyle irkildim. Önümdeki teyzeler, çantalarından sözleşmişçesine birbiri ardına poşet çıkarmaya başladı. Hışır, hışır, hışır… Ses bir türlü kesilmiyordu. Teyzeler, sonunda poşetleri açmayı başardı ve içlerindeki patlamış mısırları afiyetle yemeye koyuldu. Ama ellerini her poşete attıklarında, dikkatinize bir çentik atan acımasız bir hışırtı sesi geliyordu. “Allah’ım!” dedim. “Bu kabus olmalı! Daha kötü ne olabilir ki!” Ama ne yazık ki yine çok erken konuşmuştum. Bu sefer de içlerinden bazıları çantalarından bir başka keyif baltalayıcı silah çıkardı. Tık, tık, tık… İşte şimdi de teyzeler örgü örüyordu. Uyarsam, beni kim dinleyecekti! İçimden, “Yahu insan evinde televizyon seyrederken bile bu kadar gürültü çıkarmaz, bu nasıl şans!” diye söylenerek tekrar filme odaklanmaya çalıştım. Kutu gibi salonda yankılanan poşet hışırtıları ile şiş tıkırtıları birbirine karışmasına rağmen, Iñárritu’nun maharetleri sayesinde tekrar filmin dünyasına girmeyi başardım. 

Aradan 15-20 dakika filan geçmişti ki salona 20’li yaşlarda bir kadın ile erkek girdi. Baktılar salonda istedikleri ortam yok, büyük bir hayal kırıklığı ile yavaş yavaş arkaya doğru yürümeye başladılar. Salonun en arkasında 5 koltukluk bir “aşkito” köşesi vardı. Burası ilk bakışta fark edilmeyecek kadar gizli bir köşeydi. Tabii ben, başıma gelecekleri çok iyi bildiğim için, “Lütfen, oraya oturmasınlar!” diye dualar ediyordum. Ama ne yazık ki bu köşeyi görünce, hazine bulmuş gibi sevinen çift, büyük bir hevesle koltuklarına kuruldular. Teyzeler ise kendilerini filme iyice kaptırmıştı. Salona yeni gelen bu insanlardan haberleri bile yoktu. Bir yandan mısır yiyor, bir yandan örgü örüyor, bir yandan da filme sesli sesli laf yetiştiriyorlardı. Ama bu gizli köşe, benim oturduğum yere fazlasıyla yakındı. Çifti göremesem de seslerini çok iyi duyuyordum. Bir süre sonra poşet hışırtıları ve şiş tıkırtılarına yeni bir ses eklendi: dudak şapırtıları… Ah! Dante’nin cehennemi bile böyle bir eziyet sunamaz insana herhalde!

Tek istediğim bu filmi izlemekti ama sanki bu filmi izlememem için insanlık bir olmuş gibi hissediyordum. Dünyanın en iyi filmi olsa bile, şu ortamda dikkatim dağılmadan filmi izlemem mümkün değildi. O yüzden filme bir türlü tekrar odaklanamıyordum. Artık kendimi odaklanmak için zorlamıyordum gerçi. Kötü bir orkestranın müziğini dinler gibi salmıştım kendimi; hışırtılar, tıkırtılar, şapırtılar birbiriyle dans ediyordu! Bir süre sonra istemsizce teyzeleri izlemeye başladım. Filmde karşımıza çıkan bazı sahneler, teyzeleri çileden çıkarıyordu. Faslı küçük erkek çocuğun mastürbasyon sahnesi o kadar etkili olmasa da güzel Japon kızımızın anadan üryan seyircinin karşısına çıkması bardağı taşıran son damla olmuştu. Teyzeler, hiç vakit geçirmeden zılgıtı basmışlardı. Cık cıklar ayyuka ulaşıyor, tövbe tövbeler peşi sıra geliyordu. Ama teyzelerin biraz arkalarında dönen dolaplardan hiç haberleri yoktu. Zira gizli köşede de şapırtı orkestrası kreşendo ile müziği yükselttikçe yükseltiyordu… Yine de tüm bunlara rağmen ne yaptım, ettim ve filmi tamamlamayı başardım. Şimdi siz söyleyin, filmini izlemek için çektiğim çileleri görse, Iñárritu’nun gözleri dolmaz mıydı?

Uğur Tatar

1991 yılında Üsküdar’da doğmuştur. Kocaeli’nin Darıca ilçesinde ikamet etmektedir. 2017 yılında Kocaeli Üniversitesi, “Radyo, Televizyon ve Sinema” bölümünden mezun olmuştur. Kurucusu olduğu “Maksat Sinema Olsun” isimli blogda sinema ve çizgi roman ağırlıklı yazılar yazmaktadır. 2016 yılında “Şişedeki Umutsuzluk” isimli senaryosu, SETEM’in YEŞİLAY iştiraki ile düzenlediği “Sağlıklı Fikirler Senaryo Yarışması”nda Alkol Kategorisi’nde Birincilik ödülü kazanmıştır. 2017 yılında “En Güzel Şarkıydı” isimli senaryosu, Remzi Karabulut tarafından hazırlanan ve Seyyah Kitap tarafından basılan “Kısa Film Öyküleri” kitabında yayımlanmıştır. 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen “Vatan yahut Fındık” isimli belgeselin hem senaryo ekibinde yer almış hem de kurgusunu yapmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir