Çanakkale Arslanları (1964)
Tarihimiz kahramanlık hikayeleriyle dolu olsa da bizim bunlardan layıkıyla yararlanamadığımız gayet ortadadır. Hele ki söz konusu ülkemizin geleceğini belirleyen savaşlar olunca, bu konudaki üretkenliğimiz en azından sinema için memnun edici olmaktan fazlasıyla uzaktır. Mesela Çanakkale Cephesi’ni ele alalım… Birinci Cihan Harbi’nde, Kût’ül-Amâre Kuşatması, Kop Savunması gibi bölgesel zaferleri saymazsak galibiyet yaşadığımız tek cephe Çanakkale’dir. Unutulmaz bir kahramanlık destanının yaşandığı bu toprakların önemini anlatmaktan ne denli aciz olduğumuzu görmek için çektiğimiz bir avuç Çanakkale filmine göz atmamız yeterlidir. Üstelik bu filmlerin neredeyse tamamı, 21. asrın ilk çeyreğinde karşımıza çıkmıştır. Sinemamızda Çanakkale Zaferi’ni ilk kez ele alan “Çanakkale Arslanları” (1964) ise kendinden yarım asır sonra çekilen Çanakkale filmlerimizin bir adım dahi ileri gidemediğini göstermesi bakımından oldukça önemli bir konumda bulunur.
“Türk Silahlı Kuvvetleri” ve “And Film” Sunar
“Çanakkale Arslanları”nın sinemamızdaki ilklere tek katkısı, Çanakkale Zaferi’ni ilk kez ele alan film olması değil elbette. Bunun dışında ilk kez bir yapımcı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm imkanlarından yararlanıyor; ilk kez bir Türk filmine binlerce asker, çok sayıda araç, yirmiye yakın gemi katılıyor ve ilk kez sinemamızda bir tarihi savaş filmi tamamen renkli olarak çekiliyor.[1] Tüm bu iddialı bilgilerin kâğıt üstünde kaldığını düşünmeyin sakın. “Çanakkale Arslanları”, görsel anlamda oldukça şatafatlı bir film. Üstelik bunu sadece çekildiği dönemi düşünerek söylemiyorum; bugünün şartlarıyla yersiz bir kıyaslama yapsanız bile sizi tatmin edecek bir sinematografiden bahsediyorum! Tabii bu başarılı görsellikte, filmin geniş imkânları kadar görüntü yönetmeni Gani Turanlı’nın maharetlerinin de payı oldukça büyük. Öte yandan iki farklı yönetmenin işbirliğinden doğması da film için büyük bir avantaj. Üstelik yönetmenlerden birinin asker olması, şüphesiz savaş sahnelerindeki disiplini, bütünlüğü ve çarpıcılığı daha iyi açıklıyor. Peki, kim bu yönetmenler? Dilerseniz filmin iki yaratıcısını kısaca hatırlayalım…
And Film olarak filmin yapımcılığını da üstlenen, 1921 doğumlu Turgut Demirağ’ın kariyeri ilginç noktalarla dolu. Zira kendisi 1939 yılında mühendislik okumak için gittiği Amerika’da, Southern California Üniversitesi Sinemacılık Bölümü’nden mezun oluyor. Ardından da Hollywood’daki stüdyolarda stajyer asistan olarak çalışmaya başlıyor. Leo McCarey’in “Going My Way” (1944) ve Cecil B. DeMille’nin “The Story of Dr. Wassel” (1944) filmlerinde asistanlık yapıyor. 1945 yılına geldiğimizde Demirağ, Türkiye’ye geri dönüş yapıp And Film’i kuruyor. Yönetmenlik koltuğuna oturduğu ilk film ise Reşat Nuri Güntekin’den uyarladığı “Bir Dağ Masalı” (1947) oluyor. “Evvel Zaman İçinde” (1951) ismindeki, Türk sinemasının ilk uzun metrajlı çizgi filminin yapımcılığını üstlenmiş olması da Demirağ’ın bir diğer ilginç tarafı. Ama ne yazık ki Yüksel Ünsal’ın yönettiği bu film, yıkanmak için gönderildiği MGM Stüdyoları’nda sırra kadem basıyor.[2]
Gelelim filmin afişinde “Askeri Reji” olarak geçen ikinci yönetmenimize… 1919 doğumlu olan Albay Nusret Eraslan, Ankara Mamak’taki Ordu Foto Film Merkezi’nde uzun yıllar görev almış, hatta buradan emekli olmuş bir isim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin desteğiyle ordu için çektiği belgesellerden sonra, “Kocatepe’nin Beş Atlısı” (1952) ismindeki ilk uzun metrajlı filmi çekiyor. Başka ülkelerdeki askeri film şenliklerinde çeşitli mansiyonlar alan Eraslan, 1960 İhtilali’nden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri adına “Düşükler Yassıada’da” ve “Düşüklerin İçyüzü” isimlerinde iki belgesel projeye de imza atıyor.[3]
Kariyerlerinde çok farklı kollardan ilerleyen bu ikili, bu filmde sadece yönetmen olarak bir araya gelmiyorlar; aynı zamanda filmin senaryosunu da birlikte kaleme alıyorlar. Dr. Fahri Celâl Göktulga’nın 1939 yılında ilk kez okuyucuyla buluşan “Keloğlan Çanakkale Savaşı’nda” kitabından uyarlanan film, 10.000 askerlik figüran kadrosu, 140 dakikalık uzun denecek süresi, durmaksızın süren savaş sahneleri ile destansı bir film olmak için çok uğraşıyor. Ama savaşı geniş bir açıdan tüm çıplaklığıyla vermeye çalışırken, insanı ıskalayan hikayesinin üzerinde pek düşünülmediğini neredeyse her fırsatta hatırlatıyor. Nedim V. Otyam’ın çoşkulu müzikleri ise filmin kusurlarını kapatmaya ne yazık ki yetmiyor.
Çanakkale Zaferi mi? Keloğlan’ın Maceraları mı?
“Evet, insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz.” diyor Müttefik Orduları Başkomutanı General Jean Hamilton, “Sadece bugün 1800 şarapnel attık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenab-ı Allah’larından ayırmak için başka ne yapılabilir!” Çanakkale Zaferi söz konusu olduğunda, yok etmek istediği Türkler için böyle methiyeler düzen tek kişi General Hamilton değil elbette. Ama hepsinin tek bir ortak noktası var, o da Türk ordusunun kahramanlığı! Tabii kudretine çok güvenen düşmanı bile kendine hayran bırakan bu kahramanlığı anlatmak, altından kalkılması kolay bir iş değil. Şimdiye kadar gördüğümüz Çanakkale filmlerinde ya tek bir kahramanı fazla öne çıkarma hatası yüzünden anlatılması gereken destan gölgede kalıyordu ya da birçok şeyi anlatma isteği yüzünden akılda kalıcı bir hikaye örgüsü kurulamıyordu. Maalesef bu ilk Çanakkale filmimiz, bahsettiğimiz iki olumsuzluktan da nasibini almış.
Çanakkale Şehitler Abidesi’nin görüntüsü ile açılan film, Mehmet Akif Ersoy’un belki de savaşı en iyi anlatan şiirlerden biri olan “Çanakkale Şehidleri”ni de kullanarak, giriş sahnesinin gücünü arttırmak için elinden geleni yapıyor. Hem görsel hem de işitsel anlamda etkileyici olabilecek bu harman, ne yazık ki kof bir milliyetçilikle ve filmin bütünü ile organik bir bağ kurmadan kullanıldığı için istenilen etkiyi vermeyi başaramıyor. Milli duygularımızı coşturmayı hedefleyen bu tarz kof sahnelerin, filmin geneline yayılmış bir şekilde sık sık karşımıza çıktığını ve film keyfimizi baltalığını da hatırlatalım. Şehitler Abidesi’ndeki ziyaretimiz kısa sürüyor. Ardından zamanda geri gidiyoruz ve kendimizi Türk askerlerinin havadan sudan sohbet ettikleri bir siperde buluyoruz. Askerlerin insani taraflarını ortaya çıkarmaya çalışan diyaloglar o derece özensiz, yetersiz ve gereksiz ki insan çileden çıkıyor. Film ilerledikçe iyice içi boş bir hale gelen diyaloglar, bazen mücadelenin, bazen kişisel hırsların ve bazen de lüzumsuz aşkların geveze bir ifade biçimi olarak filmin akıcılığına fazlasıyla zarar veriyor. Üstelik bu başarısız gündelik sohbetlere, askeri meselelerde atılan tiratların eğreti ciddiyeti de eklenince hiçbir şekilde birbiriyle uyuşmayan ve birbirini tamamlamayan, sakil bir yapı ortaya çıkıyor.
Turgut Demirağ ve Nusret Eraslan, Çanakkale’nin bilinen kahramanlarından ziyade kendi kahramanlarını yaratmaya çalışıyorlar. Ama bunu yaparken tarihe damga vuran kahramanlardan faydalanmayı da ihmal etmiyorlar. Mesela bir sandık ağır makineli tüfeği herkesin şaşkın gözleri arasında sırtlanan Pehlivan karakteri, apaçık şekilde bir Seyyit Onbaşı çeşitlemesi olarak göz kırpıyor. Aslında bu karakterin hikayeye dahil edilme sebebi de çok basit. Zira başkahramanımız Mehmet ya da namıdiğer Keloğlan, karşı konulmaz güçteki Pehlivan’ı kıran kırana bir güreşte mağlup ederek komutanlara -ve tabii ki bize- ne kadar güçlü ve zeki olduğunu ispatlamış oluyor. Böylece filmin ilerleyen safhalarında ölüm tehlikeleriyle dolu maceralardan sağ çıkmayı başarmasına hiç şaşırmıyoruz. Daha doğrusu şaşırmamamız bekleniyor. Ama Keloğlan’ın ne Pehlivan ile yaptığı güreş, ne de Türk ordusunu gölgede bırakacak kahramanlıkları bizi ikna etmiyor, aksine fazlasıyla rahatsız ediyor! Zira Keloğlan yüzünden diğer askerlerin yaptıkları şeylere pek şahit olamıyoruz. Film, bir yerden sonra Çanakkale Zaferi olmaktan çıkıp Keloğlan’ın maceralarına dönüşüyor. Öte yandan filmin, bilinen kahramanlardan tamamen uzaklaşmadığını da belirtmek gerekiyor. Filmde kendine az da olsa yer bulan “Aleko”, ana hikayeye hiçbir şekilde hizmet etmeyen zorlama bir yan hikayede görücüye çıkıyor. Filmin tarihsel kişiliklere olan bakışının da son derece kusurlu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çanakkale Zaferi’nde savaşın kaderini değiştirecek kadar önemli bir komutan olan Atatürk, sanki bir peygambermiş gibi yüzü gösterilmeden, silik bir karakter olarak bir iki sahne ile geçiştiriliyor. Atatürk’ün yüzünü göstermeme tercihi, sürekli duyduğumuz tarihi anekdotların bile filme yerleştirilmesini güç bir hale getiriyor. Enver Bey ise yüce bir kahramanmış gibi ayan beyan askerlerin -ve tabii ki bizim- karşımıza çıkıp nutuklar atıyor. Çok kısa bir sahnede kendine yer bulsa da Atatürk’ten daha akılda kaldığı kesin. Anlayacağınız “Çanakkale Arslanları”, karakter konusunda sözüm ona ezberler üzerinden değil de yaratıcı bir şekilde ilerlemeye çalışayım derken, bir çuval inciri berbat ediyor.
Belgesel Kadar Gerçekçi
“Çanakkale Arslanları”, giriş niteliğindeki durağan sahnelerinden sonra çok hızlı bir şekilde tempoyu arttırarak bizi adeta şok ediyor. Bu soluksuz izleyeceğimiz kadar heyecanlı atmosfer, aynı zamanda sanki bir asır önce savaş sırasında çekilmiş gibi oldukça gerçekçi gözüküyor. Genel bir perspektiften baktığımızda, boğaza giriş yapan gemilerin tabloyu andıran görselliği, bombardıman sahnelerinin tansiyon yükselten ritmi, askerlerin hücuma kalkışların belgesel benzeri gerçekçiliği ve mekan tasarımlarındaki dikkate değer çaba bizi oldukça etkiliyor. Öte yandan detaylara indiğimizde de hayal kırıklığına uğramıyoruz. Mesela yönetmenler, düşman tarafı yok saymayan tercihleri ile aslında hem filmin üslubunu güçlendiriyor hem de hikayeyi daha gerçekçi bir hale sokmayı başarıyor. Bunun dışında düşman askeri dahil kostümlerin aslına sadakatinin yüksek olması, silah ve teçhizatın görece zenginliği, askerlerin silüet çekimlerinin hayran bırakan güzelliği ve mekanlara ruh katan aksesuar seçimleri bizi cezbetmeyi kolaylıkla başarıyor. Kısacası film, genel olarak baktığımızda da lokal olarak baktığımızda da görsel anlamda kusur bulmamızın çok zor olduğu bir dünya sunuyor.
Doğru tespit edilmiş açılar, dinamik kamera kullanımı ve helikopter çekimlerinin kattığı farklı lezzet ile sürekli çatışmanın olduğu diken üstünde bir dünyayı başarıyla yaratan film, yetersiz kalınan kısımları ise kurgunun gücünden yararlanarak kapatmayı da biliyor doğrusu. Özellikle hücum sahnelerinin yarattığı görsel etkinin dünya sinemasındaki muadilleri kadar güçlü olduğunu belirtmek gerekiyor. Binlerce askerin oluşturduğu doku, gerçek bir savaşın tam ortasındaymışız gibi hissettiriyor. Ama ne yazık ki sürekli kullanılan bu tarz sahneler, bir süre sonra tavsayıp etkisini yitirmeye başlıyor. Bununla birlikte askerlerin hücuma kalktığı ya da çıkarma yaptığı sahnelerdeki başarının, savaş ve çatışma sahnelerinde sürdürülemediğini de vurgulamak gerekiyor. Üstelik film savaş sahnelerine o kadar odaklanıyor ki bir süre sonra insana dair hiç bir hikaye göremiyoruz. Bu durum da birçok ünlü oyuncunun filmde yer almasına rağmen, oyunculuk anlamında üzerine konuşabileceğimiz hiçbir şeyin olmamasına yol açıyor.
Bir savaş filmi olmayı fazlasıyla abartan “Çanakkale Arslanları”, ilk yarısından sonra yavaş yavaş mesnetsiz bir aşk hikayesi anlatmaya koyulunca iyice rayından çıkıyor. Ajda Pekkan’ın canlandırdığı İngiliz hemşire Lora ile Tanju Gürsu’nun oynadığı Keloğan arasında peyda olan bu yıldırım aşkı, insanı savaşın üstüne koyan klasik ama etkili bir fikir olarak düşünülebilir. Fakat inandırıcılıktan uzak fikirlerle donatılmış olması yüzünden düşünülen etkiyi vermediği gibi, kullanılış biçimi yüzünden de sınıfta kalıyor. Zira Keloğlan ortaya çıktığı andan itibaren nasıl filmde baskın hale geliyorsa, Lora ile olan aşkı da savaş hikayesinin fazlasıyla önüne geçiyor. Üstelik Lora, Keloğlan’ın yanında o kadar silik kalıyor ki film boyunca varlığını bile sorguluyoruz. Bunun yanında Keloğlan’ın kadınları aşağılayan (onunla evlenmek isteyen kadını çirkin olarak yaftalaması) ve ırkçılık yapan (siyahi hizmetçiyi itip kakarak rengiyle ilgili hakaret etmesi) sözleri de filmin kadınlara olan bakışının sorunlu taraflarını ortaya çıkarıyor. Tabii ki kahraman Türk ordusunu temsil eden bir başkahramanın ağzından duymak istemeyeceğimiz bu sözler kadar, filmin kadınlar konusundaki kafa karışıklığı da bizi şaşırtıyor. Zira ülkesini kurtarmak için uğraşanların sadece erkekler olmadığını vurgulayan, kadınların güçlü ve kararlı olduğunu öne çıkaran sahneler de filmde kendine yer buluyor. Filmin bir başka cesur hamlesi de Rumlar özelinde, bütün azınlık vatandaşlarının kötü olmadığını gösteren bir karakterin hikayede kendine yer bulması oluyor.
Bismillah Fundo!
Senaryosu üzerinde çok çalışıldığı söylenen, yirmiden fazla yerli ve yabancı kaynaktan yararlandıkları belirtilen[4] Turgut Demirağ ve Nusret Eraslan ikilisi, aslında film boyunca neyi ve nasıl anlatacağına bir türlü karar veremiyor. Başkahramanı öne çıkarıp daha çok özdeşleşmeye dayalı bir hikaye mi anlatsınlar, yoksa savaş sahnelerinin ağır bastığı çok karakterli bir hikaye çatısı mı kursunlar? Ne yazık ki ikisini de yapmaya çalışırken hiçbirini yapamıyorlar! Sonuç olarak da mukaddimesinde görsel gücünün kuvvetiyle bizi avucunun içine ustalıkla alan “Çanakkale Arslanları”, özellikle yarısından sonra iyi yaptığı her şeyi kötü sürdürüyor ve bir yerden sonra aynı sularda debelenip durduktan sonra “Bismillah Fundo!” deyip demirini atıyor. Bunca imkânın hakkını veremeyen ve kusurları görmezden gelinemeyecek kadar çok olan “Çanakkale Arslanları”, görkemli bir beceriksizlik olarak hafızalarımıza kazınıyor.
Dipnotlar
[1] Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam, İstanbul, Küre Yayınları, 2011, s. 75.
[2] Agâh Özgüç, Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2003, s. 49.
[3] Agâh Özgüç, Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2003, s. 71.
[4] Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam, İstanbul, Küre Yayınları, 2011, s. 75.