
Çanakkale: Yolun Sonu (2013)
Memleketimizde Çanakkale Zaferi’ni ilk kez ele alan “Çanakkale Arslanları” (1964) filminden neredeyse yarım asır sonra Çanakkale ruhu sinemamızda tekrar gündeme geldi diyebiliriz. Can Dündar’ın 2008 yılında çektiği “Mustafa”nın Atatürk filmlerinin yolunu açması gibi, Sinan Çetin’in çok tartışmalı filmi “Çanakkale Çocukları” (2012) da bir anlamda Çanakkale ruhunun fitilini ateşledi ve Çanakkale’deki zaferimizi konu edinen filmler peşi sıra gelmeye başladı. Milenyum sonrasında -belgesel dışında- çekilen Çanakkale filmlerinin üçüncüsü olarak görücüye çıkan “Çanakkale: Yolun Sonu” (2013), savaş filmlerinin vazgeçilmez unsuru olan “keskin nişancı”yı merkezine yerleştirerek gerilim dozunu tırmandırmaya çalışırken, bir yandan da stereotipler üzerinden Türk askerinin kahramanlığını gözler önüne sermeye uğraşıyor.
İki Yönetmenin Nesi Var?
Alphan Dikmen ve Başak Angigün ikilisinin senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini Kemal Uzun’un üstlendiği “Çanakkale: Yolun Sonu”, öncelleri gibi savaşı genel bir perspektiften bakarak anlatma gafletine düşmüyor. Ya da birçok derinliksiz kahramanı tutarlı bir hikâye içerisinde birleştirmeye çalışırken neyi nasıl anlatacağını şaşırmıyor. Bunun yerine yarattığı kahramanın bakış açısından Çanakkale Zafer’ini görselleştirmeye gayret ediyor ve elbette bu da filmin hanesine artı puan olarak geri dönüyor. Dönüyor dönmesine de bu durum filmin sıkıntıları olmadığı anlamına gelmiyor tabii ki! Bu noktada filmin bir de genel yönetmeni olduğunu hatırlatmak da yarar var. Genel yönetmen koltuğunda Serdar Akar oturuyor. İkiden fazla senaristin olduğu projelerde hissedilen olmamışlığın o kekremsi tadı, bana kalırsa bir filmde genel yönetmen sıfatı ile ikinci bir yönetmen olduğunda da hissediliyor. Zira “Çanakkale: Yolun Sonu” filminde tek bir elden değil de farklı ellerden çıkmış hissiyatı yaratan bir tutarsızlık hakim! Bazen belgesele kayan üslup, dramatik yapı ile iyi harmanlanamadığı için bu tutarsızlık ayyuka çıkıyor. Buna görüntü yönetmeni Mete Şener’in televizyon dizisi estetiğini yansıtan görselliği de eklenince işler iyice sarpa sarıyor. Bu yüzden Mustafa Preşeva’nın kurgusu bile bu kaosu toparlamaya yetmiyor. Ama işin plastiğinden çok hikâyenin sıkıntıları göze batıyor!

Kapıdaki Düşmanın Çaresizliği
Yaşadığı ülke hangi durumda hiç haberi olmayan Hasan, kimseyi düşünmeden cepheye gitmek için gönüllü olarak adını yazdırınca, asıl gayesi onu korumak olan iyi niyetli abi Muhsin’de onun peşinden cepheye gidiyor. Takdir edersiniz ki doğru düzgün tanımadığımız bu abi-kardeşin ilişkisi tek başına filmin dramatik yükünü kaldıramayacağı için filmin bitmesine 1 saat kala hikâye, enterasan bir şekilde “Enemy at the Gates” (Kapıdaki Düşman, 2001) filminden araklanan bir keskin nişancı kapışmasına evriliyor. Ama sonrasında keskin nişancı hikâyesi de rafa kaldırılıp tekrar abi-kardeş hikâyesine geri dönüş yapılıyor. Bu dengesiz ve kafa karışıklığı ile dolu yol boyunca film ne anlatmak istediğine bir türlü karar veremiyor. Çanakkale cephesinden manzaralar ise filmde sadece bir fon olarak kendine yer bulabiliyor. Üstüne üstlük karakterler hiçbir şey yaşamadan özlerine ihanet edecek kadar değişiyor ve “deus ex machina” hamlelerine pabuç bırakmayacak kadar gökten inme özelliklerle donatılıyor.

Ufak At da Kartallar Yesin!
Hazır söz karakterlerden açılmışken filmin keskin nişancılarından da bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Adının hakkını verecek kadar iyiliksever biri olan Muhsin, Türk komutanların hayranlıklarını ve düşman safının da kıskançlıklarını gizleyemediği bir keskin nişancı olarak arzı endam ediyor. Her ne kadar biz onun iyi bir keskin nişancı olduğunu pek göremesek de oğluna nişancılığın sırlarını öğretirken, kardeşiyle ilgilenirken, cephede komutanlara olan saygısına tanık olurken Muhsin karakteri hakkında bir keşif yapabiliyor, az da olsa onu tanıyabiliyoruz. Öte yandan ANZAC saflarına katılan ezeli rakibi Eagle, damdan düşer gibi hikayeye dahil olup bir oldu bitti ile tasfiye edildiği için, attığını vurması ve sonu gelmez egosu dışında onun hakkında pek bir şey öğrenemiyoruz. Hele bu ikisinin karşılaşmaları gerçekten evlere şenlik diyebileceğimiz cinsten. İlk karşılaşmalarında birbirlerini aynı yerden vurup “çürük”e ayırmaları ise tam bir fiyasko! Muhsin’in kolunu eskisi gibi kullanamayacağını öğrenmesi ama iyileştikten sonra eskisinden bile daha iyi kullanması ise bu fiyaskoyu perçinleyen önemli bir detay olarak göze batıyor. Muhsin’e hayat veren Gürkan Uygun, belki de filmin en iyilerinden. Zira kendisi bu eksik, kusurlu ve sığ karakteri az da olsa derinleştirmesini biliyor. Ama aynı şeyi diğer oyuncular için söylemek biraz zor. Hasan rolünde Umut Kurt, ne yapacağını bilmez bir şaşkınlıkta oynarken, Behice hemşire rolünde Berrak Tüzünataç ise hiçbir şekilde yakışmadığı bu rolde öne çıkmayı da başaramıyor. Ama açık söylemek gerekirse oyunculardan çok karakterlere yeterince nefes aldıramayan senaryonun suçu daha büyük gözüküyor. Yabancı kontenjanından kadroya dahil olan Eagle rolünde Ben Warwick ve Binbaşı Steward rolünde Stephen Chance ise ellerinden geleni yapsalar dahi kötü bir karikatür olmaktan kurtulamıyorlar.

Keskin Nişancının Dönüşü
İki keskin nişancı iyileştikten sonra filmin bir Çanakkale Savaşı’ndan çıkıp iki keskin nişancının “en iyi benim” kapışmasına dönmesini hadi bir kenara bıraktık diyelim. Lakin filmin keskin nişancı olayına bakışı da keskin nişancıları kadar kusurlu! Keklik gibi avlanan adamlar dışında bu iki adamın ne kadar iyi atıcı olduğunu görselleştiren bir sahne ne yazık ki filmde pek karşımıza çıkmıyor. Keskin nişancı takımına yedeklerden katılan Hasan ise filmin ciddiye alınabilirliğini neredeyse bitiriyor. Hasan’ın bir ceylana bile ateş edemezken cepheye gözünü kırpmadan gitmesi ve kendi ile hiçbir içsel muhasebeye girmeyişi büyük bir zaaf olarak kendini gösteriyor. Zaten kendisi ilk çatışmada tavşan gibi donup kalıyor. “Her gece taarruz ederler mi?”, “Her ihtiyaçlarını burada mı görüyorlar?” gibi sürekli çocukça sorular sorması da cabası! Bütün bunlara rağmen filmin dönüm noktası diyebileceğimiz bir sahnesinde, ansızın abisinden daha iyi bir keskin nişancı olarak bizi selamlıyor! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?

Kurban Edilen Duygular
İlk Çanakkale filmimiz “Çanakkale Arslanları” gibi “Çanakkale: Yolun Sonu” da boğazdaki gemilerin manzarası ile açılıyor. Gecenin karanlığında geçen bu etkileyici giriş sahnesi ile film, bizi görsel anlamda güçlü olduğuna hemen inandırıyor. Ayrıca yönetmen; mekanların sahiciliği, kostümlerin dönemin ruhunu taşıyan titizliği ve atmosferi güçlendiren figüran sayısının bolluğu ile görsel kozunu başarıyla güçlendirmeyi de biliyor doğrusu. Ama iş, savaş sahnelerine geldiğinde filmin güçlükle inşa ettiği bu büyü yavaş yavaş bozuluyor! Görsel efektlerin ben buradayım diye sırıtması mı dersiniz, çıkarma sahnelerinin yavanlığı mı dersiniz, çatışma sahnelerinin hikâyeye zorla dahil edilmişçesine havada kalması mı dersiniz, yoksa aralara serpiştirilmeye çalışılan lüzumsuz diyaloglar yüzünden sekteye uğrayan savaş sahneleri mi dersiniz… Film, kendinden yarım asır önce çekilmiş “Çanakkale Arslanları”ndan daha fazla teknolojik imkana sahip olmasına rağmen görsel anlamda onun kadar etkileyici çatışma ve çıkarma sahneleri ortaya koymayı maalesef başaramıyor. “Çanakkale Arslanları”nda Gani Turanlı’nın bir tablo zerafetindeki planları, “Çanakkale: Yolun Sonu” ve diğer yeni nesil Çanakkale filmleri ile kıyaslandığında zamansızlığını kanıtlamış oluyor. Yine de bu tarz sıkıntılarına rağmen görsel anlamda sizi bir noktaya kadar etkileyen “Çanakkale: Yolun Sonu”, iş duyguları hissettirmeye gelince fena halde çuvallıyor. Ne vatanı için canını verenlere üzülebiliyorsunuz, ne savaşanların yaşadıklarını hissedebiliyorsunuz, ne de zaferin coşkusunu yaşayabiliyorsunuz!

Görselliği Güçlü Bir Müsamere
Duyguları hissettirmeyi başaramayan, hatta duyguları yok sayan bu yapı yüzünden çoğu zaman görsel tarafı güçlü bir müsamere izliyormuşuz hissine kapılıyoruz. Hazır söz duygulardan açılmışken, filmin olmazsa olmaz (!) aşk unsurundan da bahsetmekte yarar var. Baş kahramanımızın, tıpkı “Çanakkale Arslanları”nda olduğu gibi yine bir hemşireye aşık olmasına şahit oluyoruz ve yine savaş meydanında zoraki filizlenmeye çalışan eğreti bir aşk hikâyesi izliyoruz. Bu sonuca bağlanmayan aşkın sıkıntıları elbette filmin hikayesinden daha çok karakterlerden kaynaklanıyor. Özellikle bir figürandan farksız olan hemşire karakterini, sadece onu canlandıran ünlü oyuncu yüzünden önemsemek zorunda kalıyoruz. Karakterlerin iyi yazılmaması bir kenara, hikâyeyi güçlendirmek adına koyulan diyaloglar, asıl amacına hizmet etmediği gibi filmin inşa etmeye çalıştığı gerçekliğe de sürekli zarar veriyor. Filmin görsel estetiğinin televizyon dizilerine kaydığından bahsetmiştik. Bununla birlikte kendi kendine konuşan karakterler de televizyon dizilerini akla getiriyor. Ama filmde sürpriz olarak nitelendirebileceğimiz güzel hamleler de olmuyor değil. Mesela ara sıra da olsa düşman tarafına geçip onların da neler yaptığının görselleştirilmeye çalışılması, yetersiz olsa da güzel bir tercih olarak hafızalarımıza kazınıyor. Bunun dışında Osmanlı mevzilerinde savaşan sadık bir gayrimüslim karakter ile Osmanlı tebaasının çok uluslu yapısının altı çiziliyor. Bu sayede de pek etkili olamasa bile bir kardeşlik alt metni verilmeye çalışıyor.

Yolun Sonu Gelibolu!
Saydığımız tüm bu olmamışlıklar yüzünden filmden her ilerleyen dakikada biraz daha kopuyoruz. Zaten bir noktadan sonra film sanki akmıyor da zorla ilerliyor! Üstelik sürekli beklediğimiz keskin nişancı kapışması da ağzıma bir parmak bal çalmakla yetiniyor. Bütün aksiyonun son 10 dakikaya sığdırılmaya çalışılması ise bizi adeta şok ediyor! Kahramanlıkla aptallığı birbirine karıştıran basiretsiz karakterlerin, kısa süreli kof aksiyonunu izlemek de tahmin edersiniz ki hiçbir şekilde beklentiyi karşılamıyor. Hasılı “Çanakkale: Yolun Sonu”, iyi niyetli bir çabanın ürünü olmasına, öncellerinden daha keyifli bir seyirlik vaat etmesine ve bir takım kusurlarına rağmen görselliği ile saygımızı kazanmasına rağmen beklediğimiz o Çanakkale filmi olmadığını, ona ayırdığımız sürenin sonunda ispatlıyor.