Napoleon / Napolyon (2023)
Çoğu insan için sadece “para” kelimesini üç kere tekrarlayan bir adam olsa da sıfırdan yükselmeyi başaracak kadar keskin bir zekânın sahibi olan Napolyon’un aşk ve savaş arasında oldukça çalkantılı geçen hayatını anlatan “Napoleon” (Napolyon, 2023), Ridley Scott’un özlediğimiz sulara tekrar döndüğünü görmemiz açısından önemli bir konumda bulunuyor. Filmin senaryosu ise “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün, 2008) filminden tanıdığımız David Scarpa’nın imzasını taşıyor.
Cumhuriyetin Korkusuz Savunucusundan İmparatorluğun Çılgın Kralına
Bir biyografi filmi çekmek her zaman zordur; koca bir yaşamı layıkıyla bir film süresine sığdırmak oldukça meşakkatli bir meseledir. Bunun farkında olan senarist, Napolyon’un 51 yıllık yaşamının tamamını beyaz perdeye aktarmak yerine filmi Fransız Devrimi’yle başlatmayı tercih ediyor. Bunun oldukça doğru bir tercih olduğu ortada. Zira Monarşinin devrildiği o kaotik yıllar, henüz 20 yaşında genç bir topçu subayı olan ve yükselme hırslıyla yanıp tutuşan Napolyon’un yıldızının parlaması için oldukça uygun bir ortam sunuyor. Biz de Eugène Delacroix’in meşhur tablosunu anımsatan göz alıcı bir görselliğin hüküm sürdüğü filmin dünyasına hızlı ve sert bir giriş yapıyoruz.
Ancak bu noktada Napolyon’un çocukluğu ve ilk gençliğinden film boyunca hiç bahsedilmemesinin önemli bir eksiklik olduğunu da belirtmek gerek. Başlangıçta bir eksiklik gibi görünmeyen bu durum, film ilerledikçe büyük bir sorunu ortaya çıkarıyor. Perdede sürekli gördüğümüz, en sıradanından en mahremine kadar her anına şahitlik yaptığımız Napolyon’u yeterince tanıyamadığımızı fark ediyoruz.
Napolyon’un hırsının sonsuzluğunun ortaya çıkması, kadınlara bakış açısı ve cinselliği yaşama biçimi ya da tek bir dostunun olmaması gibi durumlar onu iyi tanıyamadığımız hissini daha da kuvvetlendiriyor. Zira bu durumların kökenleri hakkında bize hiçbir bilgi verilmemesi, onu bir zemine oturtmamızı güçleştiriyor. Onu yeterince tanıyamamış olmamız da karakterini yeterince tahlil edemeyişimize sebep oluyor.
Bu neden mi önemli? Sizce de başlangıçta cumhuriyetin korkusuz bir savunucusu olan, cumhuriyeti savunmak için gözünü kırpmadan sivillerin üstüne acımasızca top yağdıran Napolyon’un daha sonra imparator tahtına aynı kayıtsızlıkla oturması oldukça ilginç değil mi? Bunu, “Napolyon, çok hırslıydı önüne gelen her fırsata atlardı” diye açıklamak herhalde meseleyi fazlasıyla basitleştirmek olurdu. İşte bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü Napolyon’un geçmişinin ve iç dünyasını tahlil etmemize yarayacak unsurların filme yedirilmesi gerekliydi diye düşünüyorum. Karaktere Joaquin Phoenix gibi olağanüstü bir oyuncu hayat vermese, belki de izlediğimiz Napolyon’a tamamen yabancılaşacağız. Gerçi Joaquin Phoenix, Napolyon’u ete kemiğe büründürürken Commodus ile Joker arasında bir performans sergileyerek bize yeni bir heyecan getirmese de filmi onun hatırına izlediğimiz de yadsınamayacak bir gerçek.
Film boyunca Napolyon’un gelgitlerine şahit olurken onun ağzından basit cümleler dışında hatırı sayılır bir şey duymuyoruz. Neredeyse gülmeyen, ağlamayan, üzülmeyen ve konuşmayan bu adamı anlatmak için başka bir şeye ihtiyaç olduğunu anlayan senarist, Napolyon’un hayatı boyunca sevdiği tek kadın olan Josephine’ye yazdığı mektuplardan medet umuyor. Film boyunca Napolyon’un bir makine değil de hisleri olan bir insan olduğunu düşünmemize sebep olan tek şey bu mektuplardan duyduğumuz satırlar.
Fransa, Ordu, Josephine ve Aşkını Sonuna Kadar Yaşayan Bir Adam
Aslında bu film için bir aşk filmi desek yanılmayız. Napolyon, ülkesine âşık bir adam. Napolyon, mesleğine yani askerliğe âşık bir adam. Ama en önemlisi Napolyon, Josephine’ye âşık bir adam.
Öyle ki henüz filmin başında tanıştığı Josephine ile evlenen ve hayatının sonuna kadar da onu seven Napolyon için bu aşk, hayatındaki diğer her şeyden önemli. Düşünün ki sevdiği kadın için ordusunu bırakıp dünyanın bir ucundan ülkesine geri dönebiliyor, sürgünde olduğu adadan her şeyi göze alıp kaçabiliyor. Ama neden? Josephine, onun için neden bu kadar önemli? Hayatının dönüm noktasında onunla tanıştığı için mi? Hayatı boyunca gerçek anlamda bir dostu olmadığı için mi? Cevabı tam olarak bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey onu aldatmasına rağmen Josephine’ye saplantılı bir şekilde âşık olduğu. Üstelik bu kadar önemsediği birinden gün geliyor taht uğruna vazgeçebiliyor. Hatta bu durum filmde öyle bir konumlandırılıyor ki Napolyon’un başarıları ve iyi talihi tamamen Josephine’ye bağlıymış gibi hissediyoruz. İşte bu yüzden Napolyon’un Josephine’ye olan bakışı seyirci için oldukça önemli bir konumda bulunuyor. Ama Napolyon için Josephine neden bu kadar önemli, bunun cevabını bir türlü alamıyoruz. Öte yandan filmde Josephine’yi görüyoruz, onu duyuyoruz ama onu da tanıyamıyoruz. Hatta bu karakter, bir kutsal nesne gibi bazı sahnelerde kendine yer bulup sonra ortadan kaybolmakla yetiniyor.
Bu noktada filmin görkemli savaş sahnelerini bu enteresan aşk hikâyesine meze yapma gafletinden dem vurabiliriz. Şayet film Napolyon’un insani tarafını anlatmayı tercih edip hayatındaki düşüşlerin ve yükselişlerin onda yarattığı değişimi görselleştirmeyi tercih etseydi ya da onu diplere çektiği gibi gökyüzünde de gezdiren aşk hikâyesine odaklanmayı başarabilseydi bir sorun olmazdı. Ama bunları yapmaya yeltenmeyip sadece fragmanlarını bize gösterirken Napolyon’un savaş konusundaki hünerlerini de sadece coşkulu savaş sahneleri ile geçiştiriyor.
Ridley Scott’ın hakkını vermeliyiz. Yönetmen, dönemin savaş tablolarının estetiğini ve günümüz teknolojisinin nimetlerini yıllara meydan okuyan usta ellerinde muhteşem bir şekilde yoğuruyor. Her savaş sahnesi, bize bir yandan savaşın dehşetini çarpıcı bir şekilde görselleştirdiği için “hüzün” hissettirirken, bir yandan da ilkel duygularımıza vahşetin verdiği “çoşku”yu enjekte ediyor.
Evet, savaş sahnelerine diyecek bir şeyim yok. Ama Napolyon bunun neresinde? Öyle ya Napolyon’un her galibiyetinde onun bir savaş dehası olduğuna şahitlik ediyoruz. Zaten onun yükselmesini sağlayan şey de tam olarak bu. Ama savaş sırasında çadırının önünde dikilen bir kumandandan fazlası yok filmde. Yapacağı saldırıları planlamasına ya da taktikler geliştirmesine dair herhangi bir sahne görmüyoruz. Hatta Napolyon bu başarıları sanki tesadüfen kazanmış gibi bir izlenim yaratılmış desek, bilmem abartılı mı olur?
Filmde Napolyon’un neredeyse tüm başarılarını usta bir topçu olmasına borçlu olduğu, her defasında altı çizilen bir mesele. Topun güllesi gibi yıkıcı bir nesneyi imparator olmaya giden basamakları inşa etmek için kullanan Napolyon, sanki taktik filan yapmıyor da sadece topu düşmanın önüne koyup ateşliyor gibi! Mısır’da Osmanlı’ya karşı kazandığı savaş, bunun en rahatsız edici örneği. Topu ateşleyince Osmanlı askerleri saklanacak delik arıyor. Gerçekte ise İngiliz desteğiyle savaşan Osmanlı, kaybetse bile kısmen başarılı olduğu bir direniş göstermiştir. Bu taraflı bakışı bir kenara koyarsak, en görkemli savaşlarda bile maalesef bir oldubittiye getirme söz konusu.
İnsan söylemeden edemiyor, “Gladiator” (Gladyatör, 2000) ya da “Kingdom of Heaven” (Cennetin Krallığı, 2005) gibi filmleri çeken yönetmenin elinden nasıl böyle bir film çıkabilir? Fragmanı izlerken özlediğimiz sulara geri döndüğü için heyecanlandıran Ridley Scott, maalesef filmi izlediğimiz de bizi düpedüz hayal kırıklığına uğratıyor. Tüm görkemine, albenisine, gösterişine rağmen geçişlerdeki kopukluklarından ötürü akıcı olmayı bir türlü beceremeyen ve bir noktadan sonra görselliğine sığınıp hikâyeyi umursamayan film, karakterlerini geliştirmeye önem vermediği için bize sunduğu dünyaya girmemizi de güçleştiriyor. Ama en affedilmez olanı kurmaca bir filmde belgesellerde kullanılan basit anlatım tekniklerini ödünç alarak kafası karışık bir üslup belirlemesi oluyor. Zaman ve mekân atlamaları yüzünden sürekli yazıdan destek alan filmde yeri geliyor karakterin ismi bile altında yazıyor. Bu kadarına da pes dememek mümkün değil.
Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik ve Napolyon
Belki de yılın en beklenen filmlerinden biri olan “Napoleon”u seyretmek için Ridley Scott’ın ismi bile yeterliyken göz alıcı kostümler, büyüleyici görsellik, şatafatlı savaş sahneleri ve Arthur Fleck performansı ile herkesin gönlünde taht kurmayı başaran Joaquin Phoenix’in varlığı seyircide “her şey dâhil tatil” hissiyatı yaratıyor. Ama filmin tüm bu beklentilerin altında kaldığını söylemek, beni üzse de vicdanımı yaralamıyor. Zira bütün bu imkâna rağmen oldukça keyfi kararlarla kaleme alınmış ve aynı şekilde çekilmiş bu film, bize topları bir yere çevirip ateşleyen ya da Josephine’nin peşinden koşan vahşi, ilkel ve kaba saba bir Napolyon portresi çizmekle yetiniyor. Napolyon’un safında mı yoksa onun karşısında mı olduğu bile belli olmayan filmin, entelektüel birikimi ve savaş dehası ile önemli başarılara imza atan bir Napolyon’un varlığını unutturmaya çalıştığı ise aşikâr.