On Yıl Sonra
2022 yılında kurulan Tiyatro DAN’ın yeni oyunu olan “On Yıl Sonra”, bizi geçmiş ve gelecek arasında enteresan bir yolculuğa çıkarıyor. Tek perdelik bu oyunda “Güldür Güldür Show”dan tanıdığımız Rüştü Onur Atilla, Özgün Bayraktar ve Doğan Akdoğan üçlüsü, 85 dakika boyunca eğlenceli bir romantik komedi örneği sunuyor. David Foenkinos’un yazdığı, Burak Üzen’in çevirdiği ve yönetmen Mert Öner sahneye koyduğu oyunu, 22 Mart 2024 tarihinde Kocaeli’nin Gebze ilçesindeki Osman Hamdi Bey Kültür Merkezi’nde izledim.
Aşk, Arkadaşlık ve Hayat Üzerine
Hiç şüphesiz Aşk, bu hayatta üzerine en çok söz söylenmiş duygudur. İnsanların ilgisini her daim çeken bu kadim duygu, geçmişten günümüze küçük ya da büyük yıkımların müsebbibi olmuştur. Mesela Klytie’nin başına ne geldiyse, Güneş’in Tanrısı olan vicdansız Apollon’a aşık olmasından gelmiştir. Truva Savaşı, uçkuruna sahip çıkamayan Paris yüzünden gerçekleşmiştir. Elbette örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama herhalde aşkın insana neler yaptırabileceğini bilmeyen yoktur. “On Yıl Sonra”da bize bir aşk hikayesi sunuyor. Her ne kadar karşımızda aşk üzerine alışık olmadığımız türden bir tablo varsa da aşkın getirdiği yıkımlar oldukça tanıdık.
Oyun başladığında beyaz şeritlerle tespit edilen ve Lars von Trier’nin yazıp yönettiği “Dogville” (2003) filmini çağrıştıran kare bir evde buluyoruz kendimizi. Bilindiği gibi kare, dengenin ve sağlamlığın sembolüdür. Neticesinde Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde en temel basamakta yer alan barınma, insanoğlu için oldukça önemlidir; zira her şey bu temel üzerine inşa edilir. Bu evde iki kişi yani bir çift karşılıyor bizi. Başlangıçta evin içinde bir denge söz konusu gibi hissediyoruz. Ama zil çalıyor ve üçüncü bir kişi daha eve giriyor.
Birçok uygarlıkta gökyüzünü temsil eden üçgen ise kuşkusuz daha akışkan, daha istikrarsız bir hissiyat veriyor. Tabii ki üçüncü kişinin gelmesi ile denge bozuluyor. Karenin içinde bir üçgen… Sadakatsizlik, yetersizlik ve karaktersizlik… Kendimizi bir aşk üçgeninin içinde buluyoruz. Sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket eden bu üç kişiyi tanıdıkça kimin haklı, kimin haksız olduğunu kestiremeyecek noktaya varıyoruz. Oyunun en güzel kısmını da bu durum oluşturuyor. Her bir karakter birbirlerine yaşattıklarını yaşatırken roller sürekli değişiyor. Bir yandan gerçek olamayacak kadar absürt olan olaylar, diğer yandan hayat kadar gerçek bir tokata evriliyor.
Muvazenesiz Ruhların Yalpalaması
Başlangıçta tıpkı karakterler arasında olduğu gibi oyunda da bir denge söz konusu. Ama maalesef hikayenin kırılma noktası diyebileceğimiz kadının terk edilişinden sonra oyunun tutarlı yapısı sarsılmaya başlıyor. Zira olayların kabul edilebilirliği haddini aştığı gibi karakterler de özlerine ihanet edecek değişimler geçiriyor. Elbette bu değişimler, karakterlerin gelişmesi şeklinde de düşünülebilir. Ama sadece daha yakışıklı olduğu için sevgilisini onun arkadaşıyla aldatan ve bunu çok masum bir şeymiş gibi savunan kadının, oyunun sonunda feminist duygulara seslenerek sütten çıkmış ak kaşık gibi davranması hiç kabul edilecek bir şey değil. Öte yandan kadını hayatının aşkı olarak gören ve aldatılmasına rağmen 10 yıl boyunca onu unutamayan erkeğin, kadın ile barışıp onunla yaşamaya başladıktan sonra ondan sebepsizce bıkması ve kadını arkadaşına peşkeş çekmesi de aynı kabul edilemezlik çerçevesinde.
Üstelik bu karakterleri tam olarak tanıyamadığımız, ruhlarındaki yaraları bilemediğimiz için neden böyle muvazenesiz davrandıklarını da anlayamıyoruz. Hiçbir ahlaki yargıdan, etik ilkeden ve insani değerden nasibini almamış bu üç karakterin birbirini acımasızca sömürmesine, sıkılınca da savurup atmasına mantıklı bir sebep bulamıyoruz. Suçlu kim? Onları böylesine faydacı parazitlere çeviren sistem mi? Kadını gelişmemiş bir özgüvenle ortada bırakan, erkekler ve onların iğrenç bencilliği mi? Erkekleri böylesine yüzeysel yaratıklara dönüştüren, kadın ve onun hem meleklere denk iyi niyeti hem de şeytanla eş sadakatsizliği mi? Yoksa hepsi mi ya da hiçbiri mi? Açıkçası bilmiyoruz. Bu karakterler yaşamıyor, inandırıcı olamıyor, bizi ikna edemiyorlar. Dolayısıyla vermeye çalıştıkları mesajı da almamız mümkün olmuyor.
Komedisi güçlü ama romantizmi ise son derece zayıf bir romantik komedi olan “On Yıl Sonra”, inandırıcılığını da yitirmeye başlayınca elimizde sadece komik anlar kalıyor. Evet, gerçekten de oyun boyunca oldukça keyifli dakikalar geçirip bol bol gülüyoruz, buna söyleyecek hiçbir söz yok. Ama hem aşk üzerine bu kadar söz söylenen bir oyunda aşk ve sevgi üzerine doğru dürüst bir şey göremediğimiz gibi, oyunun özellikle ikinci kısmından sonra kendini fazla ciddiye alma sorunu yüzünden de tadımız kaçıyor. Bizi espiri bombardımanına tutan oyun, aralara ciddi konular sıkıştırıp dramın gücünden yararlanmak istese de komedi ve dramı harmanlamayı pek beceremiyor. Bir süre sonra biz de zaten bu ne istediğini bilmez karakterlerin dertleriyle ilgilenmeyi bırakıp sadece komik anlara gülmeye başlıyoruz.
Onlarca Yıl Kopmayan Bağlar
Her şeye rağmen birbirlerinden kopmayan ve bizi sık sık gülme krizine sokan bu üçlüye hayat veren isimler, hiç kuşku yok ki bu oyunun en büyük şansı oluyor. Rüştü Onur Atilla, Özgün Bayraktar ve Doğan Akdoğan’ın performansları, hikayenin tüm problemli taraflarını göz ardı etmemize yetecek kadar güçlü olmasıyla dikkat çekiyor. Üç oyuncu da karakterlerini daha inandırıcı kılmak için elinden gelen her şeyi yapıyor, hikayenin ilerledikçe zayıflayan yapısına rağmen oyunun akıp gitmesini sağlıyorlar.
Akıp gitmesi derken aslında bu noktada bir parantez açmak, oyunun geçişlerdeki ve zaman atlamalarındaki problemlerine de değinmek gerekiyor. Tek perdelik oyunlarda sahne geçişlerini rahatsız edici olmayacak bir şekilde yapmak ve geçişler arasındaki bağları güçlendirmek maharet isteyen bir meseledir. Zamanda yaptığımız gelgitleri düşündüğümüzde “On Yıl Sonra”da geçişler oldukça önemli bir konumda bulunuyor. Ama oyuncuların uzun süren kıyafet değişimlerinden dolayı duraksayan oyunda, yönetmen sadece coşkulu yabancı şarkılardan medet umuyor. Oyunun hikayesiyle de bağ kuramayacağınız bu şarkılar, sadece seyirci sıkılmasın ve oyundan kopmasın diye yapılan etkileyicilikten uzak bir hamleden ibaret. Ama aynı yönetmen, oyundaki iki adamın kadını bir eşya gibi paylaştığı diyaloglarda kadını konumlandırış biçimiyle saygıyı hak ediyor. Mutfakta olduğu kısımlarda kadını seyirceye arkası dönük ve hareketsiz bir şekilde oturtan yönetmen, adamların kadına bakışını ve onu nasıl metalaştırdığını etkileyici bir şekilde vermiş oluyor. Bu anlamda yönetmen Mert Öner’in sahneler arası geçişlerdeki başarısızlığına rağmen, ufak dokunuşlarla sahneleri zenginleştirdiğini de belirtmek gerekiyor.
“On Yıl Sonra”, elde daha tutarlı ve güçlü bir tekst olsa harikalar yaratacaklarından şüphe duyulmayacak bir oyunculuk örneği olarak hafızalarımıza kazınıyor. Ama zamanın nasıl aktığını anlamayacağınız kadar eğlenceli ve dertlerinizi unutturacak kadar komik olan bu oyun, ne yazık ki çürük bir temel üzerine inşa edilen anlattıklarını sorgulamak istediğiniz de neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.