Zaferin Rengi (2024)

Zaferin Rengi (2024)

Futbol takımlarımız ya da bu vatana hizmet etmiş sporcularımızla ilgili belgeseller bile iki elin parmaklarını geçmezken bu konuda kurmaca filmlerden bahsetmek oldukça güç elbette. Üstelik sporun bir döneme ışık tuttuğu ve bağımsızlık mücadelesinin sembolü olduğu hikayeler sinema tarihinde birçok önemli filme ilham olmuşken bizim zengin tarihimize rağmen bundan yararlanmamamız da üzücü bir durum.

“Asmalı Konak: Hayat” (2003) ve “Mutluluk” (2007) gibi filmlerden tanıdığımız Abdullah Oğuz, son zamanlarda “Çember” (2017-2022) ve “Mezarlık” (2022) dizileriyle ön plana çıkmıştı hatırlarsanız. Yaklaşık 10 yıldır yeni bir sinema filmiyle karşımıza çıkmayan Abdullah Oğuz, şimdi “Zaferin Rengi” (2024) ile işgal yıllarındaki İstanbul’a “futbol” perspektiftinden bakıyor. Filmin senaryosunda Abdullah Oğuz’un dışında “Çember” ve “Mezarlık” dizilerinde birlikte çalıştığı oğlu Evren Oğuz, Safran Banu Erdoğan ve son dönemde TRT’nin tarih dizilerinde senarist olarak gördüğümüz İsa Yıldız’ın da parmağı var.

Özgürlük Mücadelesinde Sporun Yeri

“Zaferin Rengi” bizim topraklalarımızdan çıkmış bir hikaye olsa da dünya sinemasında akrabalık bağlarının olduğu filmler bulmak mümkün. İlk akla gelen, Sylvester Stallone’nin başrolü Pele ile paylaştığı “Victory” (Zafere Kaçış, 1981) filmi oluyor. Bu film, İkinci Cihan Harbi’nde esir düşen bir grup müttefik askerinin Nazilerin propaganda amaçlı düzenledikleri futbol maçında her şeye rağmen Nazileri yenmelerini konu ediniyordu. Kaçıp kurtulma şansları varken maça devam eden ekip, bireysel özgürlüklerinden daha büyük bir motivasyonla hareket ederek sporun sadece spor olmadığını bize ispatlıyorlardı.

Bir başka örnek olarak, başrolünde Aamir Khan’ın yer aldığı, Hindistan’ın “Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisinde Akademi Ödülleri’ne resmi girişini sağlayan “Lagaan: Once Upon a Time in India” (Evvel Zaman İçinde Hindistan’da, 2001) filmi verilebilir. Bu film ise İngilizlerin örsünün altında ezilen mazlum Hint halkının başkaldırısına odaklanıyordu. Hintliler İngilizlere, onların ata sporlarından biri olan krikette meydan okuyorlardı ve kriket maçı, hint halkının direnişinin bir sembolü olarak filmde kendine önemli bir yer buluyordu.

Saydığımız iki film de ciddi bir hazırlık sürecinden sonra doruk noktada unutamayacağımız bir spor müsabakası izlememize olanak sağlıyordu. Savaşı ve işgali arka planına alan bu filmler, neticesinde birer spor filmiydiler ve bunu unutmuyorlardı. Maalesef “Zaferin Rengi”, bize bolca futbol içerikli sahne izletse de bizi futbola doyuramadığı gibi İngilizlere karşı yapılan nihai maçta da milli duygularımızı harekete geçirecek coşkuyu vermek konusunda yetersiz kalıyor. Ama daha da önemlisi “Zaferin Rengi”, bir futbol filmi olduğunu sürekli unutuyor.

Direniş Sembolü Olarak Futbol

Filmin girişinde, Mondros Ateşkes Antlaşması ile birlikte İtilaf Devletleri tarafından işgale uğrayan bir İstanbul karşılıyor bizi. Savaşa dair herhangi bir sahne ile karşılaşmadığımız gibi, savaşın Osmanlı’yı soktuğu zorlukları ortaya koyan sahneler de filmde yer almıyor. Ardından savaştan gazi olarak dönen Fenerbahçe’nin efsanevi kaptanı Galip Kulaksızoğlu ile tanışıyoruz. Ama bu henüz kahramanlıkları ile anacağımız Galip değil! Savaşın korkunç yüzü ve sakat kalmanın verdiği eksiklik hissi Galip’ten Galip’i alıp götürmüş. Geriye rüzgarda savrulan bir yaprak kalmış. Galip’in kaybetmeyi kabullendiği bu ruh halini çok iyi anlasak da maalesef bunu hissedemiyoruz. Çünkü Galip, cephede ne yaşadı görmüyoruz. Onu bu kadar dibe çeken atmosferi hiç solumuyoruz. Ara sıra Galip’in ağzından o cehennemi sadece bir iki laf ile işitiyoruz. İşte filmimizin en büyük problemi burada başlıyor. Filmin en önemli karakteri olan Galip’i tanımıyoruz, onun değişen hislerine ikna olamıyoruz. Daha biz bu Galip’i kabullenememişken, o bir kez daha değişiyor. Vatanı düşmandan kurtaracağına dair içi umutla doluyor, mücadele hissi damarlarını yine kaplıyor! Tabii o ikna olsa da biz onun bu değişimine ikna olamıyoruz. 

Film, tokatlarını ardı ardına vururken biz neye uğradığımızı şaşırmakla kalıyoruz. Bir daha futbol oynamasına imkansız gözüyle bakılmasına rağmen Galip’in sakatlığının iyileşmesi oldu bittiye getiriliyor. Ameliyat sonrası, iyileşme ve antrenmanlar hızla geçiştiriliyor. Galip’in yaşadığı tüm bu ruhsal ve fiziksel değişimlere gereksiz ayrıntılarmış gibi davranan yönetmen, onu en kısa sürede oyuna almak isteyen bir teknik direktör gibi her şeyi yapıyor!

Hoş, Galip oyuna giriyor da ne oluyor? Galip gibi bir efsane sahaya çıkınca futbola doyacağız diye düşünürken neredeyse sadece skorların gösterildiği özensiz maç sahneleri ile karşılaşıyoruz. Futbol üzerine bir filmmiş gibi davranan “Zaferin Rengi”, hem odağını sürekli şaşırıp futbol dışında birçok şeyi anlatmaya çalışıyor hem de Galip dışında birçok karakteri filmin kahramanı olarak sunmaya çabalıyor. Doğal olarak bu da hamasi laflarla bezeli ve etkileyici bir görsellik ile süslenmiş epik bir kaos izlememize sebep oluyor. Futbol ve Galip işin sadece bahanesi olarak kalıyor.

Tarihi Şahsiyetlerin Tanıklığında Kurtuluş Mücadelesi

Elbette Galip’in bile doğru düzgün tanıtılmadığı filmde Fenerbahçe’nin diğer futbolcularının tanıtılmasını beklemek abesle iştigal etmek olur. Osmanlı’nın çok uluslu yapısını ve gayrimüslimlere olan hoşgörülü tavrını, takımdaki yabancı oyuncular üzerinden vermek hoş bir detay olsa da Fenerbahçe’nin o dönemki kadrosu maalesef birer figürandan farksız bir şekilde hikayede kendine yer buluyor, bir iki kişi hariç diğerleri doğru düzgün tanıtılmıyor bile! Ama bunun büyük bir eksiklik olduğunun farkında olan yönetmen, filmde gözüken futbolcuları ve idari kadroyu son jenerik öncesine yerleştirdiği yazılar ile anlatmayı tercih ediyor. Halbuki vatanın kurtulmasında önemli görevlerde bulunmuş bu sporcuları bizim filmde tanımamız, hikayenin akışında onlarla bir bağ kurmamız gerekirdi diye düşünüyorum. Öte yandan Galip’in en yakın arkadaşı olan ve Milli Mücadele’de önemli bir konumda bulunan Arif’in ölümünün bir sözle geçiştirilmesinin karaktere düpedüz haksızlık olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Arif’in Eleni ile yasak aşkına filmde daha fazla zaman ayrıldığı düşünüldüğünde, bu durumun rahatsız ediciliği iyice ortaya çıkıyor. 

Elbette bir film, kötü adamı kadar güçlüdür. Ama bu durumun, iyi adamların temsilinin zayıf olmadığı hikayelerde geçerli olduğunu unutmamak gerekiyor. Filmin ana kahramanlarına özen gösterilmemesi önemli eksikliklerden bir tanesi olarak sırıtırken düşmanı temsil eden İngiliz istihbarat görevlisi yüzbaşıJohn Godolphin Bennett, çok güçlü bir karakter olarak filmde layıkıyla işleniyor. Karaktere hayat veren Yılmaz Bayraktar’ın da etkileyici bir performans ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. İngiliz yüzbaşının karşısına konumlandırılan Galip ise tarihi gerçeklere baktığımızda güçlü bir karakter olmasına rağmen filmde unutulmaya mahkum bir karakter olarak kalıyor. Zira tüm hikayenin bel kemiğini oluşturan Galip’i öne çıkaran tek bir özellik bile göremiyoruz. Senaryoda altı çizilemeyen ve filmde de böylesine zayıf işlenen bir karaktere hayat veren Kubilay Aka, ne yaparsa yapsın yaşayan ve perdeden taşan bir karakter ortaya koymayı başaramıyor. Filmde gördüğümüz Galip, tesadüfen kendini olayların içinde bulan ve kazara bir şeyler yapan biri gibi duruyor.

Karakterlerden bahsettiğimiz bu noktada, Atatürk’ün hikayeye dahil ediliş biçiminin ve karakterlerimizle tanışmasının filmde oldukça başarılı bir şekilde kullanıldığını belirtelim. Elbette Atatürk’den bahseden filmde Kurtuluş Savaşı’da kendine yer buluyor. Ama bunlar ya ufak sahneler olarak karşımıza çıkıyor ya da savaşın satır başlarını ortaya koyan birkaç sözden ibaret kalıyor. O dönemin İstanbul’unu görselleştirmek içinse arşivlerde yer alan eski film çekimlerinden yararlanılıyor. Bunlar filmin kurmaca atmosferine zarar verdiği gibi yaratmaya çalıştığı büyüyü de bozarak bir belgesel izliyormuşuz gibi hissettiriyor. Savaş sahnesi çekmeden Kurtuluş Savaşı’ndan bahsetmek ve İstanbul’un o dönemki manzarasını yaratmak yerine arşiv filmlerinden yararlanmak gibi kolaya kaçma hamleleri şüphesiz ki filmin genel akışına zarar veriyor. Yine de filmin tarihteki önemli anları tespit etme ve bunları hikayeye yedirme konusunda başarılı olduğunu da söylememiz gerekiyor. Bu anlamda filmde Atatürk’ün Samsun’a çıkmasının perde arkasında olanlar, tarihe merakı olanlar için adeta bir hazine niteliğinde. Bu konuda daha detaylı bilgi için merhum gazeteci ve yazar Nezih Uzel’in kaleme aldığı, Bennett’in Atatürk’e Samsun’a çıkma vizesini nasıl verdiğini anlatan “Atatürk’e Nasıl Vize Verdim” kitabına başvurabilirsiniz. 1972 yılında Nezih Uzel’in bizzat Bennett ile yaptığı görüşme kayıtlarına dayanan bu kitap, önemli bir kaynak olarak dikkat çekiyor.

Her Şey Bunun İçin miydi?

“Zaferin Rengi”, türlü türlü dolambaçlı yollarla bizi oyalasa da aslında izlediğimiz her şey Fenerbahçe’nin İngilizler ile yapacağı kıran kırana maç için tasarlanmış diyebiliriz. Ama yönetmen seyircinin hazzını ertelemek adına karakterleri o kadar dolaştırıyor ki bir süre sonra karakterler gibi biz de hikaye içinde kayboluyoruz. İzlediğimiz şey bir aşk filmi mi, bir savaş filmi mi yoksa bir spor filmi mi? İnanın bunu anlayamayacak noktaya geliyoruz. Geniş perspektifli bir harman sunmaktan ziyade kafa karıştıran bir bulamacı andıran film, bir süre sonra çok beklediğimiz “büyük maç”ı da unutuyor. En sonunda sanki adet yerini bulsun diye koyulan maç ile Fenerbahçe’nin İngilizleri hezimete uğratarak “Harington Kupası”nı kazanmasına ufak bir şahitlik yapıyoruz yapmasına ama beklediğimiz şeyin bu olmadığını da çok iyi biliyoruz!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir