The Watchers / Gözcüler (2024)
Bir dönem gerilim dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri iken “The Happening” (Mistik Olay, 2008) ile başlayan, daha sonra “The Last Airbender” (Son Hava Bükücü, 2010) filmiyle devam eden düşüşü ile M. Night Shyamalan’ın dibi gördüğünü söyleyebiliriz. Bir daha kariyerindeki eski şatafatlı günlere geri döneceğine ihtimal bile verilmeyen yönetmen, “The Visit” (Ziyaret, 2015) ile ne kadar müthiş bir hikaye anlatıcı olduğunu yeniden ispatlamış, “Split” (Parçalanmış, 2016) ile onu özlediğimiz sulara tekrar dönmeyi başarmıştı. Bu yeni döneminde Shyamalan, her yeni filminde çıtayı daha yukarı koyamasa da bizi etkilemeyi başaran gerilim hikayeleri anlattı, anlatmaya da devam ediyor. Şimdi ise yapımcı koltuğunda oturarak desteklediği kızı Ishana Shyamalan, A.M. Shine’in aynı adlı gotik korku kitabından uyarladığı “The Watchers” (Gözcüler, 2024) ile karşımızda! Daha önce babasının “Old” (Zamanda Tutsak, 2021) filminde ikinci ekip yönetmeni olarak çalışan Ishana Shyamalan, yine babasının yönetici yapımcı olduğu “Servant” (2019–2023) dizisinde yönetmenlik de yapmıştı.
İrlanda Ormanlarında Geçen Karanlık Bir Masal
İrlanda’nın batısında, hiçbir haritada yer almayan, girenin bir daha çıkamadığı bir orman… Bu tarz bir mekan, elbette klasik bir korku filmi için biçilmiş kaftandır. Ama bize yeni bir şey sunabilir mi? İşte orası muamma. Ama yönetmen koltuğunda oturan isim M. Night Shyamalan’ın kızı olunca, korku filmi dendiğinde akla ilk gelen bu mekandan yeni bir şey çıkacağı konusunda ister istemez bir beklentiye giriyoruz. Öyle ya, sonuçta M. Night Shyamalan’ın filmografisinde -ormanlar da dahil olmak üzere- klasik mekanların yaratıcı hikayeler ile birleştiğinde ne kadar etkileyici bir atmosfere sahip olduğuna çok sık şahit olduk.
Bu konuda Ishana Shyamalan’da bizi hayal kırıklığına uğratmıyor. Sınırlı bir bölgeye hapsolmuş karakterlerimizi usta işi bir ritimle işlediği şaşırtıcı bir hikayeye başarıyla entegre ediyor. Bu sayede çoğunlukla tek mekanda geçen ve klasik bir şekilde başlayan film, burun kıvıracağımız her anında zekice kullanılan twistler sayesinde bizi hikayenin içinde tutmayı başarıyor. Ishana Shyamalan, ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi “The Watchers” ile hem babasının üslubundan izler sunarken hem de özgün bir dünya inşa etmeyi başarıyor.
Yazının buradan sonraki kısmının, film ile ilgili sürprizleri bozacak bilgiler içerebileceğini unutmayın!
Karşımızda M. Night Shyamalan’ın “The Village” (Köy, 2004) ve “Lady in the Water” (Sudaki Kız, 2006) filmlerini anımsatan karanlık bir masal var. Ama “The Watchers”ın özellikle “Lady in the Water” ile oldukça yakın akrabalık bağlarının olduğunu da belirtmek gerekiyor. Perilerin insanlar ile geçmişte barış içinde yaşamaları ve sonrasında insanların perileri yok saymak istemeleri gibi nüanslar ilk akla gelenler arasında. Ya da “The Village” filminde ormanda yaşayan yaratıklar (aslında yaratık değiller) ile insanlar arasındaki ilişkileri düşünmemiz benzer bir dünyada hissetmemize sebep olabiliyor. Ama Ishana Shyamalan’ın babasından çok daha sert bir üslubu olduğunu ve daha karanlık bir atmosfer yarattığını da gözardı etmemek gerekiyor. Yönetmen, bu karanlık atmosferi ilmek ilmek dokurken de Kelt Mitolojisi’nden oldukça yararlanıyor.
Bu Dünya ve Öbür Dünya Arasında: Kelt Mitolojisi
Kelt mitolojisine göz attığımızda insanların periler ile uyumlu yaşamlarından bahsedildiğine rastladığımız gibi bazı perilerden yeraltında yaşayan dev yaratıklar olarak bahsedildiğini de görüyoruz. Ayrıca perilerin dilediği şekli alabilme becerisi ve bilhassa insana benzeme gayretleri de karşımıza çıkan bir başka konu oluyor. Perilerin kadını diye anılan, yaşlı bir cadı olarak resmedilen ve ölümün habercisi olarak düşünülen “Banshee”nin ise oldukça popüler bir figür olarak karşımıza çıktığını hatırlatmakta fayda var. Perilerin bölgedeki evveliyatını takip ettiğimizde insanların gelmesinden çok önce İrlanda’ya gelip yerleşen Tuatha Dé Danann isimli peri halkı ile tanışıyoruz.
Gelelim kuşlara… Kuşlar, Kelt Mitolojisi’nde önemli bir konumda bulunuyor. Zira kuşların bu dünya ile öbür dünya arasında bir aracı olduğuna inanılıyor. Bu noktada göllerin de öbür dünya ile ilişkili olduğunun altını çizmek gerekiyor. Peki tüm bunları nereden öğreniyoruz? Bu konudaki bilgileri öğrenebildiğimiz en önemli kaynaklardan olan İrlanda mitolojisi külliyatını oluşturan hikayelere, 12. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasında yazılmış tirşe denilen koyun derisinden yapılmış parşömenler vasıtasıyla ulaşıyoruz.
Tüm bu bilgiler, filmde ya olduğu gibi ya da anımsatacak şekilde kendine yer buluyor. Bu da senaryo sürecinde iyi bir araştırma yapıldığını gözler önüne seriyor. Yönetmen Ishana Shyamalan, atmosferi inşa ederken klasik unsurları Kelt Mitolojisi ile destekleyerek orijinal bir şekilde kullanıyor. Bunlar içerisinde en başarılı kullanılan ise hiç kuşkusuz “kuşlar” oluyor. Ormanda sık sık karga sürüleri görmemiz, kuşların Kelt Mitolojisi’ndeki önemini bize hatırlatan güzel bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Ama filmin başlangıcında başkarakterimiz Mina’nın ormanda bir papağanla mahsur kalmasının, filmin sonlarına doğru çok daha anlamlı bir hale büründüğünü düşündüğümüz de detaylar üzerine ne kadar kafa yorulduğunu görebiliyoruz.
Kelt Mitolojisi ile ilgili daha detaylı bilgiye ulaşmak isterseniz Bill Price’ın “Kelt Mitolojisi” isimli kitabına başvurabilirsiniz.
Mahpus Olmak ya da Olmamak
Mina ile tanışmamız usul usul ama oldukça etkileyici bir şekilde gerçekleşiyor. Daha henüz filmin başında geçmişte yaşadığı travmatik olayların Mina’nın hayatına devam etmesinin önünde büyük bir engel oluşturduğunu anlıyoruz. Geçmiş ve şimdi arasında sıkışıp kalan bu kaybetmiş ve mutsuz kadın, gündüzleri bir evcil hayvan dükkanında çalışırken geceleri ise olmadığı bir insan gibi giyinip davranarak rast gele seçtiği erkeklerle flörtleşmektedir. Yeri gelmişken Mina’ya hayat veren Dakota Fanning’in çok başarılı bir oyunculuk sergilediğini ve role çok yakıştığını da söylemeden geçmemek gerekiyor. Henüz küçük bir çocukken “Man on Fire” (Gazap Ateşi, 2004) filminde bizi derinden etkileyen oyuncuyu, büyüdüğünde pek de başarılı rollerde izleyememiştik. Belki de bu film sayesinde, yetişkin Dakota Fanning’in en etkileyici ve en içten performansını izleme fırsatı elde ediyoruz.
Adeta Pollyanna gibi mutluluk oyunu oynayan Mina’nın sabah olduğunda mutsuz bir şekilde işine gitmesi ve bu kısır döngü içinde hayatına devam etmesi, aslında dükkanda ilgilendiği hayvanlar kadar mahpus olduğunu bize güzel bir şekilde özetlemektedir. Bu noktada yönetmenin metaforları çok doğru yerlerde ve çok başarılı bir şekilde kullandığını söylememiz gerekiyor. Özellikle Mina’ya patronu tarafından verilen nadide bir papağanı şehrin uzağında bir hayvanat bahçesine teslim etme görevi, hapsedilme ve teşhir edilme olgusu üzerine düşünmemize sebep olacak ilk fitili ateşliyor. Zira bundan sonraki süreçte filmin neredeyse tamamının ormanda geçtiğini ve karakterimizin periler tarafından hapsedildiğini düşündüğümüzde işlerin insanlar açısından tersine dönmesi fikri oldukça çarpıcı ve etkileyici bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Hayvanları kendi keyifleri için özgürlüklerini kısıtlayarak sergilemeleri ya da perilerle uyumlu bir hayat yaşamalarına rağmen daha sonra potansiyel bir tehlike gözüyle bakarak onları yer altına hapsetmeleri, insanoğlunun kadim problemini ortaya koyuyor. Peki, nedir bu problem? Kendinden farklı olanı ve kendine benzemeyeni aşağı görme dürtüsü… Aslında bu problem başkarakterimiz Mina’da da oldukça belirgin bir şekilde var, bunu filmin başında görüyoruz. Çalıştığı dükkandaki hayvanları birer meta olarak gören, yanlarında umursamadan sigara içen, hayvanat bahçesine teslim etmesi için verilen papağanı küçümseyen hatta onu hiç umursamayan davranışları onun “ötekilere” olan bakışını apaçık bir şekilde ortaya koyuyor. İşte böyle bir karakterin, ormanda kapana kısılması ve periler tarafından hapsedilmesi tabii ki işleri daha ilginç bir hale getiriyor.
Görünen hikayede perilerin korkunçluğu ve insanlara yaptıkları vahşet bize sunulurken alt metinde insanların onlara (ve diğer canlılara) yaptığı kötülükler başarıyla vurgulanıyor. İnsanların göründükleri kadar masum olmadıkları ve yaşattıklarını yaşaması da aslında bir bakıma doğanın aldığı intikam gibi de düşünülebilir. Bu da hiç kuşkusuz hikayenin görünen yüzünü güçlendirdiği gibi alt metni de zenginleştiren güzel bir dokunuş oluyor. Hikayenin gücünü gösteren bir başka unsur da karakterin değişiminin inandırıcı bir şekilde gerçekleşmesi oluyor. Başlangıçta insanlara ve hayvanlara karşı umursamaz bir tavır takınan Mina, yaşadığı sancılı deneyim ile daha duyarlı birine dönüşüyor.
Saklı Bir Dünya’nın Gizli Yüzleri
Başkarakterimizin ormanda mahsur kalması ile tanıştığı -yaşlı bir kadın, genç bir kadın ve genç bir erkekten oluşan- üç kişilik ekip ile kulübeye hapsolması hikayenin seyrini değiştiriyor. Bu andan itibaren artık ormandan kurtulmaya çalışan insanların çaresizliğine tanık olmaya başlıyoruz. Daha önce defalarca benzerlerini izlediğimiz bu durumu biraz olsun ilginç kılan da “Gözcüler” olarak anılan perilerin insanları izleme merakı ve kulübeye hapsettikleri insanlar için koydukları kurallar oluyor. Yine “The Village” filmini akla getiren bu kuralların başında gece yarısı dışarda dolaşılmaması geliyor. Bir diğer önemli kural ise periler geldiğinde camın karşısına geçip kendini gösterme zorunluluğu!
Bu noktada karakterlerimizi hapsedildiği kulübeyi de açıklamak gerekiyor. Ormanın ortasındaki bir tepede inşa edilmiş, üç tarafı ve çatısı betonarme ama tek bir yüzü tamamen camdan oluşan bir kulübe hayal edin. Her ne kadar yapılış hikayesi pek ikna edici olmasa da sembolik olarak çok iyi düşünülmüş, hayvanat bahçelerindeki teşhir kafeslerine benzeyen bu yapıyı periler de aynen bu mantıkla kullanarak insanları izliyorlar. Ama neden? Bunu ancak film ilerledikçe öğrenebiliyoruz. O zaman kadar periler insanları gözlüyor ama insanlar onları göremiyor. Zira kulübenin bir duvarını oluşturan sağlam cam, aslında sorgu odası misali aynalı bir cam… Yani periler insanları izlerken insanların tek görebildikleri kendileri oluyor. Bu da bizi insan olmanın ne demek olduğunu konusunda tekrar tekrar düşünmeye zorlayacak küçük ama harika bir fikir olarak hafızalarımıza kazınıyor.
Filmin ortalarına kadar ne perilerin dış görünüşlerini biliyoruz ne de onlar hakkında bir şey öğrenebiliyoruz. Bu süreçte onlar hakkında bildiğimiz tek şey, bu yaratıkların ormanda kaybolan insanları avlayan ilkel varlıklar olduğu ile sınırlı kalıyor. Bu yüzden de filmin klasik bir korku filmi gibi ilerlemesi ve akıp giden başarılı kurguya rağmen hikayedeki boşluklar bizi fazlasıyla rahatsız ediyor. Ama “Gözcüler”in aslında periler olduğunu öğrendiğimiz de ve insanları daha iyi taklit edebilmek için onları izlediklerini anladığımız da hikayedeki bu boşluklar dolmaya başlıyor. Periler ile insanların arasındaki ilişkinin mitolojik hikayeler ile açıklanması hikayenin temellerini kuvvetlendirirken yönetmenin perileri hemen değil de yavaş yavaş gösterme kararı da filmin atmosferiyle büyük bir uyum sergiliyor. Akabinde ters köşeye yatıran gelişmeleri art arda sıralayan Ishana Shyamalan, adeta M. Night Shyamalan’ın kızı olduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Bize de hiçbir şeyin öylesine kullanılmadığı bu enfes senaryonun ve yaratıcı yönetmenliğin keyfine çıkarmak kalıyor.