
Maymun Gözünü Açtı: THE MONKEY (2025)
Spencer Sherry’nin bir saatlik sadık uyarlaması “The Monkey” (2023) filminin üzerinden geçen iki yılın ardından ürkütücü maymunumuz tekrar karşımızda! İsminden, afişinden ve hatta hikâyenin merkezine yerleştirilen karakterden anlaşılacağı üzere hınzır bir korku filmi ile karşı karşıyayız. Filmin Stephen King’in hikâyesinden uyarlanması; “Saw” (Testere) serisini sinema tarihini armağan ettikten sonra birçok korku serisi ortaya çıkaran James Wan’ın yapımcı olması ve en son “Longlegs” (Cambaz, 2024) filmiyle korku severlere farklı bir deneyim yaşatan Osgood Perkins’in yönetmen koltuğunda oturması filmden beklentimizi de bir hayli artırıyor. Ama gelin görün ki tüm bu beklenti sonucunda büyük bir hayal kırıklığına uğruyoruz. Vaat ettiği çılgın ve eğlenceli korku hikâyesini bile veremeyen “The Monkey” (2025), adeta Final Destination (Son Durak) serisinin maymunlu bir versiyonunu bize sunuyor. Bu yenilik barındırmayan ve hiçbir soruyu cevaplama zahmetine de girmeyen hantal film, ancak hunharca teşhir ettiği kan ve vahşet ile etkileyici olmaya çalışıyor ama ne mümkün!

Katil Oyuncakların Geçmişi
Masumlukla eşdeğer olan ve çocukluğun sembolü olarak değerlendirilen oyuncaklardan bir katil yaratma fikri, aslında meselenin özüne indiğimizde oldukça köklü bir geçmişe sahiptir. Mitolojik hikâyelerde karşımıza çıkan canlanan heykeller ya da büyülü nesneler, cansız varlıkların da aslında “insan gibi” kötü niyetli olabileceği ile ilgili en erken örnekleri sunar. Bizim bildiğimiz anlamda “katil oyuncak” fikri ise 19. ve 20. yüzyıllarda korku türünün gelişimiyle ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Çok yönlü bir sanatçı olarak dikkat çeken ve Alman gotik edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan E. T. A. Hoffmann’ın “The Sandman” (Kum Adam) öyküsünde karşımıza çıkan insandan ayırt edilemeyen otomat, bir anlamda oyuncak olarak değerlendirilebilir; potansiyel tehlike olarak tasvir edilişini göz önüne aldığımızda da “katil oyuncak” fikrinin ilk tohumlarını attığını söyleyebiliriz.
Sinemada “katil oyuncak” fikrinin en çarpıcı yansımasına baktığımızda hiç şüphesiz “Child’s Play” (Çocuk Oyunu, 1988) filmiyle karşılaşırız. Yönetmen Don Mancini’nin bu filmde yarattığı “Chucky” karakteri o kadar popüler olur ki takip etmekte zorlanacağınız kadar çok devam filmi, dizi uyarlaması ve hatta yeniden çevrim ile günümüze kadar unutulmadan gelmeyi başarır.
Özellikle filmlerle popülerleşen “katil oyuncak” teması, günümüze gelene kadar birçok farklı türde ve şekilde beyaz perdede yerini almıştır. Mesela Mark Rosman’ın yazıp yönettiği “Evolver” (Katil Robot, 1995) filmiyle gelişmiş bir oyuncak robot, rekabetçi yapısıyla adeta ölümcül bir makineye dönüşmüştür. Öte yandan Joe Dante’nin yönettiği “Small Soldiers” (Küçük Askerler, 1998) filminde ise küçük oyuncaklar kendi aralarındaki rekabeti insanların dünyasına taşıyıp durumu insanlar için tehlikeli bir hale getirmiştir. Bu filmler çocuklara yönelik bakış açıları yüzünden pamuk şekeri kıvamındaki atmosferleri ile dikkat çekerken “Chucky”nin yolundan ilerleyen katil oyuncak ya da kuklalar sinema tarihindeki yerlerini almaya devam etmekte ve korku türünü şekillendirmektedir.
Özellikle bu noktada “Annabelle”nin adını anmak gerekir. James Wan’ın yönetmenliğini üstlendiği “The Conjuring” (Korku Seansı, 2013) filminde ilk kez gözüken ve bir yıl sonra kendine ait bir film ile yeni bir seriyi başlatan “Annabelle”, son dönemde katil oyuncak denince akla ilk gelen karakterlerden biridir. Yine yaratıcılarından biri James Wan olan “M3GAN” (2022) ise “Chucky” ya da “Annabelle” gibi mistik olaylar ile ortaya çıkmış bir oyuncak olarak değil, teknolojik bir harika olmasıyla öne çıkar. Daha sonradan teknik bir arıza ile kafayı yiyen “M3GAN”, bu anlamda “Evolver” filmindeki robotu akla getirmektedir.
Stephen King’in “The Monkey” öyküsü ise ilk olarak 1980 yılında Gallery dergisinde, 5 yıl sonra da yazarın öykülerini bir araya getirdiği ve Türkiye’de “Sis” adıyla okuyucuyla buluşan “Skeleton Crew” adlı kitabında yer almıştır. Öyküde oyuncak bir maymunun etrafında dönen ürkütücü olaylar ele alınır. Elinde ritim zili tutan maymun, zilleri her çaldığında etrafındaki bir kişi ölmektedir. Kahramanımız babasından yadigâr bu oyuncağı bulduktan sonra ailesine musallat olan korkunç lanetten kurtulmanın yollarını arayacaktır.
Yazının buradan sonraki kısmının, film ile ilgili sürprizleri bozacak bilgiler içerebileceğini unutmayın!

Lanetli Bir Ailenin Yadigârı
Stephen King’in çoğu hikayesinden alışık olduğumuz üzere yine bir kasabadayız. Hikâyenin ana hatları bize “IT” (O, 2017) filmini hatırlatıyor. Kasabada iki çocuk, şeytani bir maymun oyuncağı yüzünden sevdiklerini kaybetmeye başlıyor ve sonrasında bu oyuncaktan kurtulup hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Tahmin edebileceğimiz gibi yıllar sonra tekrar bu kasabaya dönmek zorunda kalıyorlar ve maymun oyuncağı yine beklenmedik bir anda karşılarına çıkıyor.
Orijinal öykü, okuyucuyu gerilim dolu bir yolculuğa çıkarırken kötücül güçlerle bağdaştırdığı geçmişin travmalarının insan hayatındaki etkilerini çarpıcı bir şekilde sunabiliyordu. Ama çok daha fazla imkana sahip olmasına rağmen Osgood Perkins, adeta sündürüp uzattığı hikâyedeki boşlukları doldurmakla hiç uğraşmayarak bize sadece “yaratıcı ölümler” sunmakla yetiniyor. Sadece bir oyuncak olarak değerlendiremeyeceğimiz maymun, insanın doğasındaki kötülüğün ve hayatın yadsınamaz bir parçası olan ölümün somut bir temsili olarak dikkat çekiyor. Böyle bir nesne, çok daha etkili bir şekilde kullanılabilecekken yönetmen, nesnenin kendisiyle değil sadece yarattığı yıkım ile ilgileniyor. Üstelik bunu yaparken başkarakterlerimizi de bu kan ve vahşet ile dolu senfoninin değersiz notalarından birine dönüştürüyor.
Öyküde ana karakter Hal Shelburn iken, filmde Hal’in ikiz kardeşi Bill de ön plana çıkıyor. Ama filmin hikâyesinin bel kemiğini oluşturan bu iki karakterin çocukluklarından itibaren en özel anlarına bile şahitlik yapmamıza rağmen onları bir türlü tanıyamıyoruz. Hal, kendi ayaklarının üzerinde duramayacak kadar zayıf bir karakterken Bill ise her şeyi yapabileceğine inanan bir baş belası. İşte onlar hakkında bildiğimiz şeyler bu denli yüzeysel.
Ama asıl problem aradan geçen 25 yıl sonrasında yaşanıyor. Çocukluklarında birbirlerinden nefret eden ve dış görünüşleri dışında birbirlerine benzeyen hiçbir özellikleri olmayan bu iki kardeşin, büyüdüklerinde yolları ayrılıyor. Bizim için tamamen karanlıktan ibaret olan bu 25 yılda ne oldu bilemiyoruz. Bu koskoca 25 yıl, ufak tefek birkaç bilgi kırıntısı dışında neredeyse yok sayılıyor. Film, sadece 25 yıl sonra bu iki kardeşi tam anlamıyla karşı karşıya getirmek ile ilgileniyor. Bu yüzden de hayatta dikiş tutturamayacak kadar zayıf ve dirayetsiz Hal’ın nasıl evlenip çocuk yaptığı ya da Bill’in bunca harcamasının masraflarını nasıl karşıladığı gibi sorular tamamen havada kalıyor? Yahut Hal’in yaşanılan onca şeye rağmen yıllar boyunca kardeşi Bill ile görüşmeye devam etmesine rağmen, son 10 yıldır neden görüşmediğini de bilmiyoruz! Her şey o kadar muallak ki… Hayatın rastlantısal bütünlüğüne benzer bir doğallık hiçbir çaba sarf edilmeden senaryoya aktarılmaya çalışılmış. Bu da her gelişmenin son derece eğreti durmasına sebep oluyor. Üstelik Stephen King’in öyküsünde Hal’in evliliğine ve çocuklarına dair az ya da çok önemli bilgiler edinebiliyorduk. Osgood Perkins ise yetişkin Hal ile ilgili tüm bu bilgileri çöpe atıp bize birbirine pamuk ipliği ile bağlı hikâyecikler sunmakla yetiniyor.

Tıpkı Hayat gibi! Tıpkı Ölüm gibi!
Maymun oyuncağı, filmin tam merkezine yerleştiriliyor. Her şey onun etrafında dönüyor ve hatta çoğu zaman diğer karakterlerden rol çalacak kadar ekranda yer kaplıyor. Ama buna rağmen bu oyuncağın geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz! Gömülse, yakılsa ve hatta parça pürçük edilse bile bir şekilde eski haline dönebilen bu maymunun sırrı ne? Stephen King, hikâyede karakterlerin ruh hallerine ve maymunun yarattığı yıkımın insan ilişkilerine nasıl etki ettiğine, yani insan faktörüne odaklandığı için açıkçası maymunun geçmişi ya da özellikleriyle pek ilgilenmiyorduk. Bu lanetli ve gizemli oyuncak, bilinmezlikleri ile hikâyedeki merak unsurunu da güçlendiriyordu. Ama filmde sürekli gördüğümüz maymunu ister istemez merak ediyoruz? Bu maymun, büyülü bir nesne mi yoksa cehennemden gelmiş bir lanet mi? Maymunun akıl almaz özellikleri, sırf bir mantığa otursun diye konuşmaların arasına sıkıştırılmış birkaç lafla geçiştiriliyor. Işınlanma, yeniden dirilme, ölüm getirme… Aslında hikâyede maymun ile ilgili her şey oldukça muallak iken filmde her şey kesinmiş gibi anlatılıyor. Ama bu kesinlik hiçbir şekilde temellendirilmediği için kafamızdaki soru işaretleri bir türlü kalkmıyor! Osgood Perkins, maymunun geçmişini şekillendirmek yerine maymunun görsel kimliğinde anlamsız değişiklikler yapmakla ilgileniyor. Söz gelişi orijinal hikâyenin aksine maymun, filmde trampet çalıyor.
Üstelik maymun ile bu kadar vakit kaybedilirken filmdeki asıl karakterlerimize de yeterince ilgi gösterilmiyor. Daha önce söylediğimiz gibi filmde başkarakterimiz de dahil olmak üzere hiçbir karakteri doğru düzgün tanıyamıyoruz. Yeni eklenen karakterlerle de herhangi bir bağ kuramıyoruz. Aslında her şey Hal ile Petey yani baba ve oğul bir araya gelsin diye yaşanıyor. Ama tüm bu hengâmeye ikna olmamız mümkün olmuyor. Zira aile bağları üzerine bu zoraki güzelleme, bir yerden sonra orijinal hikâye ile hiçbir bağı olmayan ve kıyamet senaryolarını çağrıştıran bir noktaya dönüşüyor. Etrafına ölüm getirirken bile sınırları olduğunu düşündüğümüz maymun oyuncağının, koca kasabada kıyamet koparan bir cehennem zebanisine döndüğüne şahit oluyoruz. Bu anlamda Osgood Perkins, ipin ucunu tamamen kaçırıyor. Senaryoya çatışma eklemek için iki kardeşi saçma bir şekilde karşı karşıya getirmesi ya da maymunun istese tüm dünyayı yerle bir edecek kadar güçlü olduğunu ima etmesi Stephen King’in yarattığı evrenden tamamen uzaklaşmasına sebep oluyor. Elimizde ciddi gibi gözüken ama her şeyi ciddiyetsiz bir şekilde ele alan, korkunç mu yoksa komik mi olduğuna bir türlü karar veremediğimiz bir karmaşa kalıyor.

Karnaval Havasında Dehşet
Korkunun absürt mizaha meze yapılmaya çalışılmasına sıkça şahit olduğumuz filmdeki bu tutarsız bakış açısı başka noktalarda da karşımıza çıkıyor. Hikâyeyi sinema evrenine uyarlarken büyük ve köklü değişiklikler yapan yönetmen, bu değişiklikler sonrasında ortaya çıkan boşlukları ya dolduramıyor ya da umursamıyor. Mesela bizi doruk noktaya doğru taşıyan iki kardeşin karşı karşıya gelmesi tam anlamıyla bir fiyaskodan ibaret! Film boyunca bu iki kardeşin aralarındaki ilişki hiç umursanmıyor. Kardeşlerin ilişkilerine dair tüm bilgimiz, çocukluk yıllarında kötü kardeş Bill’in iyi kardeşe Hal’e sürekli zorbalık yapmasından ibaret. Büyüdüklerinde ise Bill’in, annesinin onun yüzünden öldüğünü düşündüğü için Hal’den intikam almak için yıllar boyunca verdiği uğraşa şahit oluyoruz ve ister istemez büyük bir şaşkınlık geçiriyoruz. Hiç korkmadan, çekinmeden, hiçbir vicdan azabı duymadan insanların ölmesine sebep olabilecek kadar kötü bir insan olan Bill’in nefret ettiği kardeşini öldürmek için maymundan medet ummasına, bunca yıl boyunca maymunu bulmak için varını yoğunu ortaya koymasına bir anlam veremiyor, mantıklı bir zemine oturtamıyoruz ne yazık ki! Hele kardeşini öldürmek için bu kadar şeyi göze alıp bunca yıl sabırla bekleyen, maymun oyuncağından daha şeytani olan Bill’in, kardeşinin ağzından çıkan birkaç basit cümleden sonra onu affetmesine ise diyecek laf bulmak mümkün değil!
Tüm bunları absürt mizahla, ciddi meseleleri gayriciddi bir şekilde elen üslup ile açıklamaya çalışmak biraz kolaya kaçmak olur diye düşünüyorum. Evet, yönetmen bize çılgın bir korku filmi izletmek istiyor. Korkuyu kara mizah ile harmanlayarak “Severance” (Kanlı Mesai, 2006) misali eğlenceli bir korku tadı tutturmaya çalışsa da bunu pek başaramıyor. Dolayısıyla filmin vaat ettiği korkuyu veremediği gibi eğlenceli bir film olmayı başaramadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmin bu kimlik karmaşasını çözememesi, ne olmak istediğini tam olarak belirleyememesi bence en büyük sorunu. Zira yönetmen biraz daha zorlasa “The Monkey” komedi filmi bile olabilirmiş!
Tabii bununla birlikte filmin vahşet içeren ölüm kısımlarının oldukça başarılı çekimlere sahip olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ölümler, çoğu zaman akla gelmeyecek şekilde ani ve şaşırtıcı olmayı başarıyor. Görsel anlamda o kadar etkileyici tablolar ortaya koyuluyor ki bir yandan mideniz bulanırken bir yandan da gerçekten bu kusursuz işçiliğe hayran kalabiliyorsunuz. Ama yönetmen, filmin görsel anlamındaki bu cilasıyla o kadar fazla ilgileniyor ki diğer her şeyi bir kenara atıyor.
Hasılı yaratıcı ekibi ile çok şey vaat ediyor gibi görünen ama aslında hiçbir vaadini tam anlamıyla karşılayamayan “The Monkey”, korku atmosferini iliklerinize kadar hissettiren bir filmden çok, bir korku tüneli deneyiminden ibaret kalıyor. Kendi gerçekliği içerisinde anlattığı hiçbir şeye inandırmayı başaramayan, her konuda abartıya kaçan ve karakterleri konusunda ikna edici olmayı bir türlü başaramayan ama en önemlisi Stephen King’in ismini lekeleyen bir film olarak hafızalara kazınıyor.