
Dalgaların Arasından Kaybedilen Gençliğe Doğru: “THE SURFER” (2024)
Lorcan Finnegan’ın yönetmenliğini üstlendiği, Thomas Martin’in senaryosunu yazdığı ve başrolde Nicolas Cage’in yer aldığı “The Surfer” (Sörfçü, 2024), çocukluk yıllarının geçtiği Avustralya’ya ailesiyle dönen bir adamın hikayesini konu ediniyor. Birçok hatırasının olduğu Luna Koyu’nun artık bir sörf çetesinin kontrolünde olduğunu fark eden adam, çeteye karşı amansız bir mücadeleye girişerek neye mal olursa olsun oğluyla sörf yapmak için her yolu deniyor.

Geçmiş ve Geleceğin Arasında
Bazı filmleri belirli bir kategoriye sokmak oldukça zordur, hatta imkansızdır. 2024 Cannes Film Festivali’nin resmi seçkisine dahil edilen “Sörfçü” de bence bu tür filmlerden bir tanesi!
Film, bir yandan sahili ele geçirmek ve sahili elinde tutmak için mücadele eden karakterlerin bu uğurda yaptığı fiziksel kavgayı sunarken diğer yandan da bu durumu bir içsel çatışma olarak işliyor. Psikolojik gerilimi her sahnede daha da güçlendiren bu bakış açısı, izleyicinin ön yargılarıyla oynayarak kafasını sürekli karıştırıyor. Ayrıca filmin geçmiş ve şimdi arasında kurduğu köprü ile verdiği ilginç mesajlar da cabası. Yani anlayacağınız ana akım bir yapım gibi görünmesine rağmen “Sörfçü”, enteresan üslubu ile daha ilk dakikasından itibaren sıra dışı bir film olduğunu ispatlıyor.
Avustralya’da çekilen film, zengin hayvan çeşitliliğine sahip coğrafyanın avantajlarından da sonunda kadar yararlanıyor. Film arasına serpiştirilen hayvan görüntüleri, izleyiciye zaman zaman bir belgeselin içindeymiş gibi hissettiriyor. Bu alışılmadık tercih, dikkatimizi çekip filme olan ilgimizi artırsa da “Sörfçü”yü nasıl bir kefeye koyacağımız konusunda kafamızı daha da karıştırıyor. Yine de bu hayvanları filmin gidişatına uygun olarak kullanılan metaforlar olarak değerlendirdiğimiz de yönetmenin yapmak istediğini başardığını söyleyebiliriz. Üstelik filmin üzerindeki hakimiyetini neredeyse hiç kaybetmeyen yönetmen Lorcan Finnegan, hikâye boyunca kafamızı karıştırarak, hatta “kesin şöyledir” dediğimiz anlarda bile bizi ters köşeye yatırmayı başarıyor. Bu da filmde kullandığı her şeyi ince bir hesap sonunda hikâyeye dahil ettiğini gösteriyor.

Filmin En Büyük Gücü: Nicholas Cage
Aslında çok basit bir hikâyeye sahip olan bu film; senaristin yetenekli kalemi, yönetmenin kendine has dokunuşları ve en önemlisi de başrol oyuncusu Nicholas Cage’in gerçekten takdire şayan oyunculuğu sayesinde unutulmaz bir filme dönüşüyor.
Ama hiç şüphesiz bu filmin en büyük gücü Nicholas Cage’in performansı oluyor. Bu yüzden de Nicholas Cage için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Aslında “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar ödülünü kucakladığı “Leaving Las Vegas” (Elveda Las Vegas, 1995) ve onu yıldıza dönüştüren “Face/Off” (Yüz Yüze, 1997) gibi filmlerdeki performansları göz önüne alındığında efsanevi bir oyuncu olma potansiyeli taşıyan Nicholas Cage, kariyerini çok farklı bir şekilde inşa etmeye çalıştı diyebiliriz. Bulduğu en acayip ve en garaip yapımlarda bile gocunmadan rol alarak sevenlerini şoka uğratsa da Nicholas Cage, 60 yaşını geçmiş bir oyuncu olarak hala keyifle izlenen performanslar sunmaya devam ediyor. Özellikle son zamanlarda daha iyi yapımlarda rol aldığını da eklemek mümkün.

Oyunculuklar Şahane Ama…
Ancak filmin oyunculuk anlamında tek gücünün de Nicholas Cage olmadığını vurgulamak gerekiyor. Zira sörf çetesinin liderini ve üyelerini canlandıran oyuncuların da iyi seçildiği muhakkak. En küçük roldeki oyuncunun bile çok iyi performans sergilediği bir oyuncu kadrosundan söz ediyoruz. Bu da ister istemez filme büyük bir lezzet katıyor.
Özellikle sörf çetesinin lideri Scally rolünde gördüğümüz Julian McMahon, filme büyük bir enerji katıyor. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz ve “Nip/Tuck” (2003-2010) dizisinden tanıdığımız Julian McMahon, kısıtlı rolüne rağmen etkili bir performans ile filmin kötü adamını hafızalarımıza kazımayı başarıyor.
Öte yandan bu kadar çok karakterin olduğu bir filmde, neredeyse sadece ana karaktere odaklanılması filmin en büyük zayıflığını oluşturuyor. Diğer her şeyi ikinci plana iten bu anlayış, karakterlerin derinleştirilememesine ve başkarakterimiz dışında kimseyi doğru düzgün tanıyamamıza sebep oluyor. Buna başkarakterimizin oğlu da dahil.
Ancak başkarakterimizin içine girdiği psikolojik savaşı yavaş yavaş kaybederken elinde avucunda ne varsa yitirmesini çok iyi yansıtması, filmin en büyük artısı oluyor. Yönetmen, bu ağır ağır ilerleyen psikolojik çöküşü, kendine has metaforlar ve görsel imgeler kullanarak çok iyi bir şekilde görselleştirmeyi başarıyor.

Yaşamın Metaforu Olarak Sörf
Film, akılda pek çok soru işareti bırakacak şekilde kurgulanmış. Mesela deniz ve dalgalar, yaşamın ve yaşarken başımıza gelenlerin bir metaforu gibi. Sörfün yaşam ile ilişkilendirilmesi ve bu uğurda çekilen çilenin kutsallığına atıflar da filmde mevcut. Ama film özünde, insanın elinde olan şeylerin kıymetini bilmeyip anlamsız şeylere yönelmesini ve bunun akabinde elindekileri kaybetmesi ile ilgili. Tabii senaryoda bu temanın altının yeterince doldurulmadığı ortada. Zira başkarakterin acı tatlı anılarının olduğu bu koyda sörf yapmaya olan aşırı isteğinin ve geçmişte ailesinden miras kalan eve sahip olma takıntısının filmde yeterince iyi işlenemediğini düşünüyorum.
Sonuç olarak, filmin sonunda başkarakterimiz en büyük arzusu olan Luna Koyu’nda oğluyla sörf yapma arzusunu gerçekleştiriyor. Ancak film, herhangi bir sonuca varmadan, kafamızda birçok soru işareti bırakarak, büyük bir bilinmezlikle sona eriyor. Ne yazık ki bu soruların cevabına giden yolda, aydınlatıcı pek bir şey de sunulmuyor. Hem görsel hem de içerik anlamda beklentilerin üstünde bir tablo ortaya koyan film, eksikleri olsa da şüphesiz ilginç bir deneyim sunuyor.