Güneşin Gölgesinde Bir Âlim: “MEVLANA: MEST-İ AŞK” (2024)

Güneşin Gölgesinde Bir Âlim: “MEVLANA: MEST-İ AŞK” (2024)

Türkiye-İran ortak yapımı olan “Mevlânâ: Mest-i Aşk” (2024), Mevlana’nın hayatındaki dönüm noktasına, yani Şems’in gizemli bir şekilde ortadan kayboluşunun Mevlana’nın manevi dünyasında açtığı derin yaraya odaklanıyor. Özellikle zengin oyuncu kadrosuyla dikkat çeken bu iddialı yapımda Mevlânâ’ya Parsa Pirouzfar hayat verirken Şems-i Tebrîzî rolünde ise Shahab Hosseini’yi izliyoruz. İran sinemasının önemli isimlerinin yanı sıra İbrahim Çelikkol, Hande Erçel, Selma Ergeç, Bensu Soral, Boran Kuzum ve Halit Ergenç gibi Türk ekranlarının tanınmış yüzleri de oyuncu kadrosunda yer alıyor. Filmin senaryosunu Farhad Tohidi ile birlikte kaleme alan Hassan Fathi yönetmen koltuğunda oturuyor. Çeşitli talihsizlikler ve ertelemelerden sonra ilk olarak 24 Nisan 2024 tarihinde İran’da gösterime giren film, nihayet ülkemizde de arzıendam ediyor.

Aradan geçen yüzyıllara rağmen düşünceleri ve manevi mirası yayılarak artan yüce bir âlimin beyaz perdedeki yansımalarına baktığımız da elimizde pek fazla örnek olmadığını görürüz. TRT’nin uluslararası dijital platformu olan tabii’de yayınlanan “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî” (2023) dizisi son zamanlarda karşımıza çıkan ender örneklerden bir tanesidir. Sinemada ise Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Gönüller Sultanı Mevlânâ” (1973) ve Kürşat Kızbaz’ın yönettiği bir döküdrama örneği olan “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî: Aşkın Dansı” (2008) filmleri ilk akla gelenler arasında. Ama üzülerek söylemek zorundayız ki bugüne kadar Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatını konu alan, büyük bütçeli kayda değer bir sinema filmi hayata geçirilmedi. İşte bu boşluğu, Mevlânâ’nın 752. vuslat yıl dönümünde vizyona giren “Mevlânâ: Mest-i Aşk” doldurmaya çalışıyor. Tabii bunu ne kadar başarıyor, orası tartışılır!

Şems-i Tebrîzî’nin Abartılı Mucizeleri

Türk ve İran ortak yapımı olarak lanse edilen filmin yaratıcı ekibinin neredeyse tamamının İranlı olması, eserin tam anlamıyla bir ortak yapım olarak nitelendirilmesini zorlaştırıyor. Film, daha çok Türk oyuncuların yardımcı rollerde yer aldığı bir İran filmi izlenimi veriyor. Filmin senaryosu, defalarca dinlediğimiz bir hikâyeyi daha ilgi çekici kılmak adına bazı yenilikler içeriyor. Bu yeniliklerden bazıları filmin seyir zevkini artırırken bazıları ise inandırıcılıktan uzak, hatta komik durayor. Senaryodaki en belirgin sorun, Şems-i Tebrîzî’nin abartılı mucizeler ile karşımıza çıkması oluyor. Şems’in adeta bir peygamber edasıyla yağmur yağdırması, suya attığı kitapları sudan kuru çıkarması veya bıçaklı saldırganı kılını kıpırdatmadan durdurması gibi olaylar, zaten fikir dünyasının derinliğiyle etkileyici olan bu büyük dervişi gülünç bir duruma düşürüyor.

Üstelik Mevlânâ’nın Şems’e olan düşkünlüğünün ve sohbetine olan ihtiyacının bu mucizelerle ilişkilendirilmesi kabul edilebilir gibi değil! Günümüzde Müslüman olmayan insanları bile derinden etkileyen bir mutasavvıfın, yalnızca mucizelere kanarak Şems’ten etkilendiğinin iddia edilmesi, o dönemde Şems’i büyücü diye yaftalayanlar ile aynı zihniyetin ürünü gibi. Filmin Şems karakterini derinleştirmek yerine onu sadece sert sözlerden ve mucizelerden ibaret bir adama dönüştürmesi, onu yeterince tanıyamamamıza sebep oluyor. Hâl böyle olunca, Şems’in gidişinin Mevlânâ’nın dünyasını yıkması üzerine olan filmde, terazinin bir kefesinde bulunan Şems’in yeterince anlatılmaması, doğal olarak dengeleri alt üst ediyor.

İskender’in Gölgesinde Kalanlar

Öte yandan filmde izlediğimiz Mevlânâ figürü de son derece edilgen bir izlenim sunuyor. Sultanların, âlimlerin ve halkın önünde saygıyla eğildiği bu yüce karakterin karizması inandırıcı bir şekilde aktarılamadığı gibi Mevlânâ’nın çocukları, eşi, öğrencileri ve diğer insanlarla olan ilişkisine de filmde neredeyse hiç yer verilmiyor. Yönetmen, izleyicinin Mevlânâ’ya zaten saygı duyduğu düşüncesinden yola çıkarak karakteri derinleştirmeyi tercih etmiyor. Bu durum kaçınılmaz olarak filmi, güçlü ve çok boyutlu bir Mevlânâ figüründen mahrum bırakıyor. Ama daha önemlisi Mevlânâ ve Şems üzerine kurulu olması gereken filmde, Konya karargâhının serdarı olan İskender’in hikâyesi beklenmedik şekilde geniş bir yer kaplıyor. Tarihsel gerçekliği şüpheli olan bu karakter, neredeyse iki ana figürden de rol çalıyor. Bir yerden sonra kendimizi adeta İskender’in doğru yolu bulma hikâyesini izlerken buluyoruz.

İranlı yönetmen, kendi tahayyülündeki Mevlânâ’yı ete kemiğe büründürürken Selçuklu’nun payitahtı Konya’yı da kendi hayal dünyasının bir eseri olarak inşa ediyor. Filmde Türk komutan olarak gördüğümüz tek kişi olan İskender, onu insan yapan tüm duygulardan soyutlanmış ruhsuz bir figür olarak resmediliyor. Bu durum, Konya’da Türk halkına ve yönetimine dair neredeyse hiçbir detay göremeyişimiz ile birleşince, ortaya tuhaf ve hatta rahatsız edici bir tablo çıkıyor. Öyle ki, Selçuklu’nun çift başlı kartalını da görmesek buranın bir Türk şehri olduğundan şüphe edeceğiz!

Konya Sokaklarından Çok Uzakta

Ne yazık ki ünlü Türk oyuncuların filmde yer alması, basit bir pazarlama taktiğinden öteye gidemiyor. Filmde İskender’i canlandıran İbrahim Çelikkol dışında, varlığıyla izleyiciyi etkilemeyi başaran bir Türk oyuncudan bahsetmek mümkün değil. Bazı oyuncular sadece misafir olarak gözükürken bazıları kendilerine ayrılan kısıtlı sürede ne bu yabancı dünyaya adapte olabiliyor ne de doğru düzgün bir performans sergileyebiliyor. Üstelik Iman Omidvari’nin başarısı sorgulanacak makyaj tasarımı, bu karakterlerin daha sahte ve eğreti durmasına sebep oluyor.

Öte yandan dönemin atmosferini inandırıcı şekilde yansıtan kostümler ve atmosferi güçlendiren mekânlar, filmin görsel gücünü artıran önemli unsurlar olarak öne çıkıyor. Bu noktada ilk önce görüntü yönetmeni Morteza Poursamadi’nin adını anmak gerekiyor. Filmin görsel dünyası, televizyon estetiği ile sinema filmlerine has üslubun arasında gidip gelmesine karşın çoğu zaman bir tablo zarafetinde çerçeveler izliyoruz. Tabii bu çerçeveleri daha gösterişli yapan isimleri de unutmamak lazım. Sanat yönetmeni Nilüfer Çamur başta olmak üzere kostüm tasarımını yapan Aynur Torun’u ve dekor tasarımını gerçekleştiren Seyhan Ünver’i de tebrik etmek gerekiyor. Kurulan görsel dünya etkileyici olsa da anlatılmak istenen dünya doğru düzgün inşa edilemiyor. “Mevlânâ: Mest-i Aşk” ne doyurucu bir savaş sahnesi izlettiriyor ne de Konya sokaklarında izleyiciyi doyasıya gezdiriyor. Bu denli büyük bütçeli bir yapımın sürekli olarak kapalı mekânlara hapsedilmesi, Mevlânâ’nın yaşadığı Konya’nın ruhunu hissetmemizi engelliyor.

Geçmişin Geçmişinde Yaşananlar

O dönemin devlet yapısının ve sosyal problemlerinin doğru düzgün yansıtılamaması, hikâyede dengenin bir türlü sağlanamaması, tarihi figürlerin es geçilip kurgusal karakterlerin ön plana çıkarılması… Filmin sorunları saymakla bitmez ama şüphesiz en önemlisi karakterlerin iyi anlatılamaması oluyor. Filmin sadece Mevlânâ’nın Şems ile tanışıp ondan mahrum kaldığı zamana odaklanması, Mevlânâ’yı tam olarak anlayamamıza sebep oluyor. Bu tercih, koskoca bir hayatı başından sonuna anlatmanın imkânsızlığı düşünüldüğünde doğru olsa da seçilen kesit doğru argümanlarla desteklenmediği için işe yaramıyor. Mevlânâ’nın bu dönemdeki hayatı, Şems’in etkisi ve gidişiyle yaşadığı çöküş, sadece satır başları verilerek anlatılmaya çalışılıyor. Konuyu bilmeyen izleyiciler için verilen bilgiler ise son derece yetersiz kalıyor.

Elbette film, Şems meselesine yeni bir bakış getirerek hikâyeyi daha izlenebilir hâle getiriyor. Şems’in cesedinin bulunması ve bununla ilgili şaşırtıcı gerçekler ile sonrasında Şems’in yaşadığına dair imalar, filmin karanlıkta kalmış bu meseleyi aydınlatma çabasına dair hoş detaylar olarak hafızalara kazınıyor. Ancak Mevlânâ’nın hayatını değiştiren bir gelişmeye odaklanan filmde, Şems’e daha fazla yer ayrılması, en azından bilinmeyen sonuna dair güçlü argümanlar sunulması ister istemez bekleniyor. Doğrusal bir çizgide ilerlemeyen “Mevlânâ: Mest-i Aşk” filmi, merak uyandırıcı ögeler ile hikâyeyi cazip hâle getirmeye çalışsa da özellikle geçmişe dönüşler içinde tekrar geçmişe dönüşler kullanması ile karmakarışık bir sonuç ortaya koyuyor. Senaryoda hikâyenin akışını zedeleyen bu flashback’lere hayat veren kurgucu Meysem Mollaei’nin hikâye anlatma biçimiyle kusurlu bir yapı ortaya koyduğunu kabul etmek gerekiyor.

Velhasılıkelam, Mevlânâ’nın hayatının büyük bütçeli bir film olarak karşımıza gelmesi sevindirici olsa da elimizde ne Mevlânâ’nın yüce şahsiyetini ortaya çıkaran, ne Şems ile olan ilişkisini doğru düzgün anlatan, ne de onu dönemin atmosferi içinde doğru konumlandıran bir eser var. Üstelik ne bir İran filmi, ne bir Türk filmi olmayı başaran “Mevlânâ: Mest-i Aşk”; kimliksiz yapısı, başarısız oyunculukları ve ne anlatmak istediğini bilmeyen senaryosu ile bir Mevlânâ filmi olmaktan da çok uzak bir tablo çiziyor. İtiraf etmek gerekir ki, filmden sonra aklımızda sadece Fahir Atakoğlu’nun güzide müzikleri kalıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir