Ölümcül Uçuşlar Dileriz: “FIGHT OR FLIGHT” (2025)

Ölümcül Uçuşlar Dileriz: “FIGHT OR FLIGHT” (2025)

Yönetmen James Madigan’ın ilk uzun metraj filmi olan ve Brooks McLaren ile D. J. Cotrona ikilisi tarafından kaleme alınan “Fight or Flight” (Ölümcül Uçuş, 2025), eski bir FBI ajanının hem kendini hem de peşine düştüğü gizli hedefi korumak uğruna bir uçak dolusu suikastçıyla olan mücadelesini konu ediniyor. Neredeyse tamamı Bangkok’tan San Francisco’ya giden bir uçağın içinde geçen filmde aksiyona ve vahşete doyarken mizahın gücünden yararlanan bir eğlencenin de konuğu oluyoruz.

Tek Mekan Olarak Uçaklar

Şimdiye kadar gökyüzünde tek bir mekana sığdırılmış bir çok maceraya şahit olmuşuzdur. Hiç şüphesiz uçakta geçen bu filmler, heyecanı ve gerilimi yüksek sahneleriyle izleyicileri koltuklarına bağlamıştır. Mesela “Con Air” (1997) filminde, bir hapishane nakil uçağının suçlular tarafından ele geçirilmesi ile gelişen olayları görmüştük. “United 93” (Uçuş 93, 2006) filminde 11 Eylül saldırıları sırasında kaçırılan United Airlines’ın 93 numaralı uçuşunda yaşanan olaylara “gerçek” bir bakış atmıştık. “Flightplan” (Uçuş Planı, 2005) filminde kızının uçakta kaybolduğunu iddia eden bir annenin  gizemli hikayesine konuk olmuştuk. “Non-Stop” (2014) filminde ise bir hava polisinin uçakta gerçekleşecek bir dizi cinayeti durdurmak için zamana karşı yarışmasını izlemiştik. İnsanın kadim rüyası olan uçmayı mümkün kılan uçakların, sinemada tek mekan olarak inanılmaz bir potansiyel barındırdığı ortada. Bu yüzden örnekleri çoğaltmak mümkün. 

Tam bu noktada bu yazının konusu olan “Fight or Flight” filminin en çok “Non-Stop” ile akraba olduğunu söyleyebiliriz. Liam Neeson’ın başrolde olduğu “Non-Stop” filminde başkarakterimizin, katilin kim olduğunu bulmaya çalışırken yaşadığı gerilim çarpıcı bir şekilde yansıtılıyordu. “Fight or Flight” filminde ise uçak, katillerle dolu ama bu sefer de başkarakterimiz kurbanı bulmak için adeta zamanla yarışıyor.

Son Bir Görev Daha 

Daha çok yardımcı rollerde görmeye alışık olduğumuz ama son zamanlarda yıldızı daha çok parlayan Josh Hartnett, hiç şüphesiz bu filmin en büyük gücü. En son M. Night Shyamalan’ın “Trap” (Tuzak, 2024) filminde ilginç bir seri katile hayat veren Josh Hartnett, bu filmde ise alkolik bir ajan eskisi olarak karşımıza çıkıyor. Yeniden göreve dönen eski bir FBI ajanı klişesi, gerçekten onun sürprizlere gebe oyunculuğu sayesinde merakla izleniyor. Acaba birazdan ne yapacak diye pürdikkat beklediğiniz anda bile sizi şaşırtacak bir performans göstermeyi başaran Josh Hartnett, Lucas Reyes gibi derinliksiz ve içi boş bir karakteri bile kanlı canlı kılabiliyor. 

Aslında çok da sürpriz olmayacak bir şekilde bu filmde senaryo namına bir şeyler bulmak çok güç. Daha önce benzerlerini izlediğimiz şeylerden tanıdık gelen birçok ögenin harmanı diyebileceğimiz film, tüm yatırımını en büyük gücü olarak gördüğü aksiyon sahnelerine yapıyor. Ama bunu yaparken yarattığı, daha doğrusu yaratmaya çalıştığı karakterleri derinleştirmekle hiç ilgilenmiyor. Neredeyse herkesin tepeden inme bir şekilde perdede belirdiği film, karakter yaratmak dışında olay örgüsü inşa etmek konusunda da ciddi sıkıntılar çekiyor. “Hayalet” kod adlı suçlunun kimliği daha filmin başında belli oluyor. Yıllardır kendini sır gibi saklayan bir suçlunun bu kadar çabuk karşımıza çıkması elbette hevesimizi kursağımızda bırakıyor. 

Film, düşünmemizi istemiyor! Tahminler yapmamızı istemiyor! Zaten Hayalet’in kim olduğunun ortaya çıkması ile kendimizi  “non-stop” bir aksiyonun içinde buluyoruz. Bırakın düşünmeyi, filmde neredeyse soluk almamıza izin verecek bir boşluk bulmak mümkün değil. Filmin yavaşlar gibi olduğu nadir anlarda ise başkarakterimiz Lucas Reyes’in ve Hayalet’in geçmişleri hakkında ufacık bilgi kırıntıları öğreniyoruz. Ne yazık ki bunlar sadece hikâye ite kaka da olsa ilerlesin diye yapılan basit hamlelerden ibaret kalıyor. Bu yüzden ne Lucas Reyes‘i gerçekten tanıyoruz ne de Hayalet’in kötülere karşı verdiği pasif savaşı idrak edebiliyoruz.

Bol Keseden Karakterler

Hayalet’in kendini nasıl bu şekilde yetiştirdiğini ve bunca şeyi nasıl yaptığını bir türlü anlayamıyoruz. Bununla ilgili en ufak bir şey bize sunulmuyor; kötü bir çocukluk geçirmesi dışında Hayalet’in geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz desek yeridir. Üstelik bu kadar yıl boyunca kendini gizlemiş birinin, baş karakterimiz Lucas Reyes tarafından kolaylıkla bulunması ise onun yetenekleri konusunda bizi büyük bir şüpheye düşürüyor. Lucas’ın ise bu denli usta olduğuna inanmamız için bundan daha fazla şeyin senaryoya eklenmesi gerektiği ortada! Zira filmde çok büyük bir yer kaplamasına rağmen Lucas’ı da tanıdığımız pek söylenemez. Eski sevgilisinden yediği kazık yüzünden mesleğinden olmuş bu alkolik adamın, yıllar boyunca içmek dışında bir şey yapmamasına rağmen karşısına çıkan her şeye bu kadar hazırlıklı olması kabul edilebilir gibi değil. 

Ama filmin öyküsünü sırtlanan karakterler kadar yan karakterlerde de ciddi kusurlar var. Mesela Hayalet’i korumak için gelen Kung-Fu ustası kadınlar ya da Hayalet’i öldürmek için gönderilen suikastçılar birer araç olmaktan öteye gidemiyor. Sadece ölsün diye senaryoya dahil edilen bu yan karakterler, izleyici olarak bizim filmden kopmamızın en büyük sebeplerinden bir tanesi olarak öne çıkıyor. Bu da yetmezmiş gibi filmin senaryosu büyük gediklerle dolu. Sanki akla gelen bütün parlak fikirler ve geçmişte izlediğimiz benzer aksiyon filmlerinden aparılmış sahneler kötü bir kolajla birleştirilmiş gibi duruyor. Filmin sonunda sürpriz diye sunulan kısmın ise sürpriz ile alakası yok ama daha önemlisi hikâyeye hiçbir şekilde hizmet etmiyor. 

Öte yandan, asıl işi görsel efekt olan ve birçok büyük bütçeli projede çalışan James Madigan, yönetmen koltuğuna geçince bu konudaki hünerlerini göstermeyi ihmal etmiyor. Evet, kesinlikle filmin görsel efektlerden faydalanarak inşa ettiği cilalı dünya oldukça etkileyici duruyor. Son derece gerçekçi ve rahatsız edici olan ölüm sahneleri, “Final Destination” serisini aratmayacak türden. Dur durak bilmeyen aksiyon ise “John Wick” serisini akla getirecek kadar başarılı. Gerilim ve aksiyonu güzelce harmanlayan bu üslup, mizahı da bir şekilde işin içine katmayı beceriyor. Ama ne yazık ki bu özen, sadece filmin makyaj kısmına gösteriliyor. Evet, filmi izlerken keyif alıyoruz ama bu keyif, film bittiğinde unutulup gidiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir