V for Vendetta (2005)

V for Vendetta (2005)

Hatırla, Hatırla Beş Kasım’ı.
Barut İhanetini ve Kumpasını.
Hiçbir Neden Bilmiyorum ki,
Gerektirsin Barut İhanetinin Unutulmasını!

Guy Fawkes, İngiliz tarihinin en büyük vatan haini olarak kabul edilir. Neden mi? Zira o Kral 1. James’i ve parlamento mensuplarını ortadan kaldıracak planın fikir babasıdır. Bu plan tarihte “Barut Komplosu” olarak anılır. Guy Fawkes, Thomas Winter ve Robert Catesby üçlüsü kralın yönetiminden memnun değildirler. Daha sonra onlara katılan diğer komplocular ile sayıları on ikiyi bulur. Bu on iki kişi parlamento binasını, o yılki aristokrasi zirvesinde havaya uçurmaya karar verirler. Fakat -aralarına yeni katılanlardan biri olan- Francis Tresham, kayınbiraderi Monteagle Lordu’na komployu mektupla bildirir. Takvimler 5 Kasım 1605 tarihini gösterdiğinde Fawkes, yanında yirmi barut fıçısı ile parlamento binasının mahzenlerinde yakalanır. Ağır işkencelere maruz kalır ve 31 Ocak 1606 tarihinde asılarak idam edilir. Sisteme başkaldıran, adaletsizliği ortadan kaldırmak için canından olan bu adamın planı başarısız olsa da, ülkesinin tarihinde en büyük vatan haini ilan edilse de ve hatta her 5 Kasım günü ondan kurtulmanın şerefine şenlikler yapılsa da aslında “Barut Komplosu” birçok şeyin değişimine ön ayak olmuştur…

Bunlardan niye mi bahsediyorum? Çünkü “V”, 400 küsur yıl sonra Guy Fawkes’ın tekrardan ete kemiğe bürünmüş hali. Onunla aynı şeyleri hisseden, aynı şeyleri isteyen ve aynı planı gerçekleştirme hayalini kuran bir anarşist, bir anti-kahraman. Ateşlerin kavurup yok ettiği yüzüne bir başkasının değil de Fawkes’ın maskesini takmasının sebebi de işte bu yüzden. Yani Fawkes başarısız olup ölse bile onun fikirlerini unutmayan biri var!

V for Vendetta, Alan Moore’un 1981 yılında yazmaya başlayıp 1988 yılında bitirdiği ve David Lloyd’un çizdiği aynı isimli çizgi romandan uyarlandı. Her ne kadar film uyarlaması ile ilgili olarak filmi beğenmeyen Alan Moore ile aynı fikirlere sahip olsam da çizgi roman-film kıyaslamasından daha sonra bahsedeceğim. Ama öncesinde Alan Moore’un V for Vendetta’nın DC Comics tarafından ilk yayımı için yazdığı önsözün son kısmını hatırlayalım:

Hikâyenin dayandığı tarihsel arka planın 1982 Genel Seçimlerinde Muhafazakârların yenilgiye uğraması olduğunu düşünürsek, kâhin rolünde ne kadar güvenilir olduğumuz anlaşılabilir. Şu an yıl 1988. Margaret Tatcher görevinde üçüncü döneme giriyor ve Muhafazakâr liderliğini kendinden emin bir şekilde ve kesintiye uğramadan bir sonraki yüzyıla taşıyacağından bahsediyor. Küçük kızım yedi yaşında ve gazeteler AIDS’li insanlar için toplama kampları oluşturulması fikrini yazıyorlar. Yeni çevik kuvvet polisi siyah başlık takıyor, atları da öyle ve minibüslerinin üzerinde dönebilen kameralar var. Hükümet eşcinselliği ortadan kaldırma arzularını dile getirdi, üstü kapalı bir beyan olsa bile. Bir sonraki hedefleri konusunda insanın aklına türlü şeyler geliyor. Önümüzdeki iki yıl üçünde ailemi alıp bu ülkeden ayrılmayı düşünüyorum. Burası soğuk, kötü huylu bir yer ve artık buradan hoşlanmıyorum. (Moore, A., Lloyd, D. (2006). V For Vendetta (Çev. K. Özbudak). İstanbul: Arka Bahçe Yayıncılık.)

Şimdi gelelim filme… Filmin ilk sahnesinde Guy Fawkes’ın parlamento binasını patlatmaya çalışırken yakalanışını ve idam edilişini izliyoruz. Aslında çizgi romanda olmayan bu sahne ile bize Fawkes hatırlatılmış oluyor. Fakat önemli olan o değil! Onun gerçekte kim olduğu ya da neye benzediği de değil! Çünkü önemli olan fikirlerdir. Bir adam başarısız olabilir, yakalanabilir, öldürülebilir. Ve unutulabilir! Ama aradan çok uzun yıllar geçse bile bir fikir dünyayı değiştirebilir. İşte bize filmi nasıl bir gözle izlememiz gerektiği anlatan bu giriş sahnesi bu yüzden oldukça önemli.

Sonra kendimizi, Hitler dönemi Nazi Almanya’sına ya da George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” kitabındaki distopik İngiltere’sine benzeyen bir İngiltere’de buluyoruz. Hitler’i ya da Büyük Birader’i aratmayacak kötülükte bir adam olan Adam Sutler (çizgi romanda Adam Susan) tarafından baskıcı bir şekilde yönetilen halk sefil bir haldedir. Bütün duvarlara “Kuvvet Saflıktan, Saflık İnançtan Gelir!” afişleri yapıştırılarak halkın beyni yıkanmıştır. (Nedendir bilinmez bu söz “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” kitabındaki “Savaş Barıştır. Özgürlük Köleliktir. Bilgisizlik Kuvvettir.” sözünü çağrıştırır bana.) Ülke birçok felaket atlatmıştır ve binlerce insan ölmüştür. Haber kanalı hükümetin kontrolündedir.  Bu yüzden halk hiçbir zaman gerçeği öğrenemez. Sürekli yalanlarla uyutulan ve katı kurallarla sindirilen halk, boyun eğmiştir; kimse bu çarpık düzene karşı koymayı düşün(e)mez. Ta ki o gelene kadar…

V’nin ortaya çıktığı ilk gece diğer karakterimiz olan Evey Hammond ile de tanışıyoruz. Aslında o ikisi tanışırken bizde onları tanımaya başlıyoruz desek daha doğru olur. Açıkçası V, ilk başta pek tekin gözükmüyor gözümüze; son derece gizemli ve amacı belirsiz bir kişi. Ağır Ceza Mahkemesi’ni havaya uçurarak ilk eylemini gerçekleştirdiğinde ise bize ilk mesajını veriyor; yani adaletin gerçek anlamını yitirdiği bu ülkede adaleti temsil eden böyle bir yapının anlamsızlığını vurgulamış oluyor. Bu olaydan sonra da arananlar listesinde birinci sıraya oturuyor. Evey ise hükümetin haber kanalı olan BTN’de (British Television Network) çalışan son derece sıradan bir vatandaş. Annesi, babası ve kardeşi ölmüş, yalnız yaşayan ve ölümden korkan zayıf bir karakter. Fakat ikisi bir araya gelince birbirlerinin hayatlarında büyük değişikliklere sebep oluyorlar.

V’ye hayat veren Hugo Weaving, suratı hiç gözükmese de sadece beden diliyle unutamayacağımız başarılı bir performans sergiliyor. Evey Hammond’ı oynayan Natalie Portman ise her türlü zor sahnenin altından layıkıyla kalkıyor. Özellikle hapishane sahnelerinde ki oyunculuğu bizi derinden etkiliyor. Fakat aynı övgüleri diğer oyuncular için söylemek biraz zor. Eric Finch rolü ile Stephen Rea, Hugo Weaving ve Natalie Portman’dan sonra en akılda kalıcı oyuncu. Adam Sutler’ı canlandıran John Hurt ise senaryodaki karakteri, çizgi romandaki gibi derin bir şekilde işlenmediği için pek akılda kalıcı olamıyor.

Matrix üçlemesinde Wachowski Kardeşler’in asistan yönetmenliğini yapan James McTeigue, -yönetmen koltuğuna oturduğu ilk film olan- V for Vandetta’da Wachowski Kardeşler’in senaryo desteğini arkasına alarak sırtını sağlam kayaya dayıyor. Ya da o öyle sanıyor diyebiliriz! Çizgi romanı okuduktan sonra Alan Moore’un neden filmi beğenmediğini daha iyi anlıyoruz açıkçası. Gerçekten de çizgi romanda çok önemli olan ayrıntılar, yan hikâyeler ve ana hikâyenin belirli kısımlarının makaslanmasıyla oluşan Wachowski Kardeşler’in V for Vandetta’sı çizgi romanın kötü bir özeti gibi. Üstelik V’yi V yapan şey savunduğu fikirdir. Çözüm önerisi sunmayan bir V’nin de değeri yoktur. O sadece yozlaşmış düzeni yıkmak istemiyor. Aynı zamanda kusursuz bir düzen yaratmak istiyor.  Bunun için de Faşizme karşı Anarşizmi savunuyor. Mesela çizgi romanda geçen, “Anarşi, “Liderler olmadan” demek; “Düzen olmadan” değil.” ve “Anarşi iki yüz takınır: Yaratıcı ve Yıkıcı. Bu yüzden yıkıcılar imparatorlukları devirirler; yaratıcıların daha iyi bir dünya oluşturabilecekleri, molozlardan bir duvar yaparlar. Molozlar elde edildiklerinde, daha fazla yıkım gereksiz kalır.” sözleri onun fikirlerini anlamamız için bize yardımcı olabilir. 

V öldükten sonra Evey Hammond’ın onun yerine geçeceğinin filmde vurgulanmaması çizgi romandan makaslanan en önemli kısım bence. Filmde bu kısım son derece belirsiz bir şekilde bırakılmış. Üstelik çizgi romanda V’nin maskesini çıkarmaya teşebbüs eden ve biraz düşündükten sonra bundan vazgeçen Evey’in, “O kadar büyüktün ki V, ya kimse değilsen? Biri olsan bile, olabileceğin ama olmadığın insanlar nedeniyle küçülürsün…” sözünü filmde de duymak isterdim. Çünkü o maskenin altındaki kişi aslında benim, sensin ve sizsiniz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir