Logan (2017)
Wolverine’in ilk kez bağımsız bir şekilde arz-ı endam ettiği “X-Men Origins: Wolverine” (2009), sadece Deadpool gibi nevi şahsına münhasır bir karakterin itibarını zedelemekle kalmıyordu; aynı zamanda orijin hikâyesi çok şey vaat eden Wolverine’i de bayat bir intikam hikâyesinin içinde madara ediyordu. Aradan geçen 7 yılın ardından, yine Ryan Reynolds tarafından canlandırılan Deadpool, Tim Miller’in başarılı yönetmenliğinde iade-i itibar kazandı. Wolverine ise James Mangold’un yönettiği “The Wolverine” (2013) gibi tatmin edicilikten uzak ikinci bir denemeden sonra umutlarımızı iyice tüketti. Ta ki Mangold’un tekrardan yönetmen koltuğuna oturduğu “Logan” (Logan: Wolverine, 2017) filmine kadar!
Bana kalırsa Wolverine, hem solo kariyerinde hem de X-Men filmlerinde, hak ettiği değere ilk ve son kez “Logan” ile kavuşuyor. Bu filmde Mangold, “The Wolverine” filmindeki gibi Japon kültüründen beslenen ruhsuz bir Hollywood aksiyonu sunmak yerine, estetik ve sanatsal dokunuşları ile şaşırtan, kan ve yalnızlık kokan bir vahşet operası ortaya koyuyor.
X-Men’in sinematik evrenini başlatan ve altı filmlik X-Men serisinden dördünün yönetmenliğini üstlenen Bryan Singer’ın, umursamaz, öfkeli, vahşi ama son derece “temiz” bir anti-kahraman olarak tasarladığı Wolverine, “X-Men Origins: Wolverine” ile çok daha farklı bir yola girdi desek yanılmayız sanırım. “The Wolverine” ile bu süreci devam ettiren Mangold’un “Logan” ile işi daha ileri götürdüğü de bir gerçek. Zira bu filmde Wolverine, pençelerini kana bulamaktan çekinmeyen gerçek bir anti-kahramana dönüşüyor. Filmlerin isimlerinden de anlaşılacağı üzere, “The Wolverine” filmi Wolverine’in iflah olmaz hayvani tarafını açığa çıkarıyordu. “Logan” ise bizi onun en insani tarafıyla yüzleştiriyor. Ama şunu belirtelim ki, tanıdığımız Wolverine’den eser yok! Yaşlı, huysuz, iyileşme özelliğini yitirmiş, eskisi kadar hızlı olmayan ve alametifarikası haline gelmiş pençelerine söz geçirmekte zorlanan, dibe vurmuş bir Wolverine ile karşı karşıyayız. Anlayacağınız bu film, rengârenk atmosferi, bol mizah ögeleri ve kandan arındırılmış şiddet sahneleri ile ağızda kekremsi bir tat bırakan diğer X-Men filmlerine hiç ama hiç benzemiyor!
Mark Millar’ın yazdığı ve Steve McNiven’in çizdiği “Wolverine: Old Man Logan” çizgi romanının serbest bir uyarlaması diyebileceğimiz “Logan” filminin senaryosu, yönetmen James Mangold’un yanında, “The Wolverine” filminin senaristlerinden Scott Frank ve “Green Lantern” (2011) filminin senaristlerinden Michael Green’in imzasını taşıyor.
Filmin konusu, çoğu X-Men filminden alışık olduğumuz gibi mutantların kökünün kurutulmaya çalışılması ile alakalı. Hatırlarsanız -“X-Men: Days of Future Past” (2014) filmini saymazsak- diğer filmlerde kötü adamlar, mutantları yeryüzünden silmeyi bir türlü başaramıyorlardı. Bu filmde ise işlerin değiştiğine şahit oluyoruz. Mutantların nesillerinin tükenme noktasına geldiğini gördüğümüz “X-Men: Days of Future Past”, çizdiği gelecek tasviri ile “Terminator 2: Judgment Day” (1991) filmini anımsatırken; “Logan” ise Alfonso Cuarón imzalı “Children of Men” (2006) filmini anımsatıyor. Ama bu kez insanlığın son umudu olan bir bebeğin hikâyesi değil, mutantların son umudu olan bir kız çocuğunun hikâyesi filmin temel taşlarını oluşturuyor.
Aslında bu Wolverine’ın ilk kez bir kız çocuğu ile imtihanı değil. Zira Wolverine, sinema perdesindeki ilk yolculuğu “X-Men” (2000) filminde genç bir kızı Magneto’nun gazabından kurtarmaya çalışıyordu. Bu kez de Wolverine, kendisine çok benzeyen ve yıllar sonra dünyaya gelmiş ilk mutant olduğu düşünülen X-23 kodlu küçük bir kızı, kötü adamların elinden kurtarmaya çalışıyor. Aslında filmin konusu bundan ibaret diyebiliriz. Zaten filmin, 2029 yılının mutantsız dünyasını, bu dünyada yaşanmış olayları, hükümetin ve halkın mutantlara bakışını anlatmak gibi bir derdi de yok. Film daha çok Wolverine ile X-23 arasındaki, baba-kız benzeri ilişkiye odaklanmayı tercih ediyor. Bu aslında karakterleri ve onların birbiri aralarında ilişkileri geliştirmek bakımından olumlu bir tercih olsa da filmin bazı zayıf noktalarının ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor. Evet, küçük bilgi kırıntıları ile finale doğru yol alırken merakımızın fazlasıyla kamçılandığını itiraf etmeliyim. Aynı zamanda bu dünya hakkında bu kadar az şey bilmiş olmaktan da rahatsızlık duyduğumu belirtmeliyim. Belki de filmin tek eksiği, kendi evrenini yeterince tanıtmamasından kaynaklanıyor.
Ama bunun dışında “Logan”, ne vaat ediyorsa vaatlerini fazlasıyla yerine getiriyor. Bizi sürükleyici ve klişelerden uzak bir aksiyon ile heyecanlandırması bir yana, dram konusunda da şaşırtıcı biçimde kalbimize dokunmayı başarıyor. Ve tüm bunları muhteşem oyunculuk performansları ile taçlandırıyor. Özellikle Hugh Jackman, 9. ve son kez Wolverine olarak karşımıza çıkarken, sadece Wolverine olarak değil belki de şimdiye dek kariyerindeki en iyi performanslardan birine imza atıyor. Ama karakterini layıkıyla canlandıran tek kişi o değil elbette! Patrick Stewart, 90’a merdiven dayamış hasta bir ihtiyara dönüşen Charles Xavier’a hayat verirken karakterini o kadar içselleştiriyor ki, onu izlerken etkilenmemek mümkün değil. X-23 karakteri ile ilk kez bir sinema filminde oynayan Dafne Keen ise bu iki dev oyuncu karşısında ezilmek şöyle dursun, çoğu zaman onlardan rol çalmayı bile başarıyor.
Şimdiye dek gördüğümüz en iyi çizgi roman uyarlamalarından biri olan “Logan”, hem gizemli olan, hem heyecan uyandıran, hem de hüzünlendiren garip ama eşsiz bir formülün ürünü olarak hafızalarımıza kazınıyor. Mangold’un, “The Wolverine” filminin hatalarından ders çıkardığını ve Logan’ın şanına yakışır bir veda filmi çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.