
Maskenin Ardındaki Yüz: “BLACK PHONE 2” (2025)
Ünlü yazar Stephen King’in oğlu Joe Hill’in aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan “The Black Phone” (Siyah Telefon, 2021), dünya çapında 160 milyon dolardan fazla hasılat başarısının ardından kuşkusuz devam filminin kapısını aralamıştı. Ve 4 yıl aradan sonra maskelerin ardına gizlenmekten zevk alan meşhur katilimiz “The Grabber” ya da namıdiğer “Yakalayıcı”, “Black Phone 2” (Siyah Telefon 2, 2025) ile korku evrenine geri dönüyor. İlk filmin yönetmeni olan, ayrıca “The Exorcism of Emily Rose” (Şeytan Çarpması, 2005), “The Day the Earth Stood Still” (Dünyanın Durduğu Gün, 2008) ve “Doctor Strange” (2016) gibi filmlerden tanıdığımız Scott Derrickson, devam filminin de yönetmen koltuğuna otururken senaryoyu ilk filmde olduğu gibi yine C. Robert Cargill ile birlikte kaleme alıyor.
Lütfen, bu yazının “Siyah Telefon” ve “Siyah Telefon 2” filmleriyle ilgili sürprizleri bozacak bilgiler içerebileceğini unutmayın.
Bildiğiniz gibi ilk filmde genç Finney’in kilitli olduğu bodrumdaki siyah bir telefondan katilin önceki kurbanları ile konuşup kaçış yolunu bulmasını izlemiştik. Hatta Finney’in şaşırtıcı bir şekilde katili de öldürdüğüne şahit olmuştuk. Ama tahmin edeceğiniz üzere katilimiz geri dönüyor, hem de rüyalar âlemi vasıtasıyla! Ethan Hawke’ı bir kez daha “The Grabber” olarak izleyeceğimiz filmde Finney ve Gwen kardeşlere de ilk filmde olduğu gibi Mason Thames ve Madeleine McGraw ikilisi hayat veriyor. İlk film hayatta kalma mücadelesi hakkındayken devam filmi ölüme meydan okuyan bir kötülüğe karşı verilen mücadeleyi konu ediniyor.

Bir Alpine Lake Kâbusu
Genellikle devam filmleri, zorlama hikâyeler yüzünden inandırıcılığını ve etkileyiciliğini kaybederek ilk filmin kötü bir kopyasına dönüşme riski taşır. Özellikle bir film devamı düşünülmeden çekilmişse, devam hikâyeleri sündürülerek yazılır. Bu da ister istemez gediklerle dolu sonuçlar doğurur. Ancak bu durum her zaman geçerli değildir; sinema tarihinde ilk filmini aşmayı başaran devam filmleri az da olsa mevcuttur. Korku sineması için nadir görülen bu başarıyı ise “Siyah Telefon 2” yakalamış diyebiliriz. Aslında devamı planlanmayan bu filmin ilk tohumları, hikâyenin yaratıcısı Joe Hill’in yönetmene verdiği bir fikre dayanıyor. Kâğıt üzerinde oldukça riskli gözüken bu karar, özellikle de “The Grabber” ölmüşken onu geri getirme fikri pek de etkileyici sonuçlar doğuracak gibi durmasa da “Siyah Telefon 2”, ilk filmden daha güçlü ve daha ürkütücü bir film olmayı başarıyor.
İlk filmdeki olayların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmiş. Artık 17 yaşında olan Finney ile 15 yaşında olan kız kardeşi Gwen yaşadıkları büyük travmaya rağmen hayatlarına devam etmeye çalışıyor. Fakat bir gün Gwen’in gördüğü rüyalar, mezarından hortlayan “The Grabber”ın yeniden onlara musallat olacağının habercisi oluyor. Böylece sıcak ve kasvetli bir bodrumda başlayan yolculuk, dondurucu soğuğun hüküm sürdüğü Alpine Lake kampına taşınıyor.

Kar ve Kan Arasında
Yönetmen Scott Derrickson, ilk filmde kendi çocukluğunun da geçtiği Colorado’da bodrum katına hapsedilmiş bir çocuk ve seri katil üzerinden neredeyse tek mekânda geçen, lokal bir korku hikâyesi anlatmıştı. Ama bu kez hem karakterler hem de hikâye derinleşiyor. Yine bir yere hapsedilme teması kullanılırken fon olarak görkemli ve tekinsiz olmayı aynı potada eriten uçsuz bucaksız karlı ormanlar kullanılıyor.
Hatırlanacağı gibi ilk filmde Finney, bodrumda öldürülen çocukların huzursuz hayaletleriyle filme adını veren siyah telefon vasıtasıyla konuşuyordu. Aslında annelerinden geçen ölülerle iletişim kurma özelliği, kardeşlerde farklı şekillerde tezahür ediyordu. Gwen güçlü medyum özelliklerine sahipken Finney hayaletlerle sadece telefon vasıtasıyla iletişim kurabiliyordu. İlk filmde Finney’in yaşadıkları ön plandayken bu filmde neredeyse bütün hikâyenin Gwen’in üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Neticesinde katil bir hayalet olarak geri dönüyor!
Elbette katili filmin kendi evreni içinde inandırıcı bir şekilde geri döndürmek zor bir iş. Zira katilin geri dönmesi için gerekli motivasyonların sağlanması dışında, ilk filmde yeteneklerini ucundan kıyısından gördüğümüz Gwen’in medyumluk özelliklerinin de gelişmesi gerekiyor. Sezar’ın hakkı Sezar’a, bu gelişmelerin ikinci filmde oldukça inandırıcı bir şekilde gerçekleştiğini söylemek durumundayız. Öte yandan ilk filmde hem kardeşlere medyumluk özelliğini miras bırakan annenin hem de katilin geçmiş hikâyesi oldukça zayıf kalmıştı. Bu filmde ise bu hikâyelerin kayıp parçaları bize sunulurken karakterler de bir nebze olsun gelişiyor. Gwen’in medyumluk yeteneklerini keşfederken geçmişteki annesiyle irtibat kurduğu ve annesine dair gerçekleri öğrendiği kısımlar belki de bu filmin en hoş detaylarını oluşturuyor. Ailenin katille olan bağlantısının çok daha eskilere dayandığını, katilin ilk kurbanlarının bu filmde ortaya çıkmasıyla öğreniyoruz. “The Grabber”ın geçmişindeki sır perdelerinin biraz olsun aralanması bile filmin seyir zevkini fazlasıyla yükseltiyor.

Katilin Sır Perdesi
Yine de “The Grabber”a dair tam anlamıyla doyurucu bir şeyler öğrendiğimizi de iddia edemeyiz. Taktığı maskeler ya da kardeşiyle olan karmaşık ilişkisi gibi detaylar bu filmde de havada kalıyor. Mesela “The Grabber”in taktığı maskelerin bazıları tek bir parçadan oluşurken bazıları da değişen parçalardan oluşuyordu. Rahatsız edici bir gülümseme, ağızsız bir yüz ya da şeytan boynuzları… Karakterin farklı duygusal durumlarını veya kişiliklerini temsil ediyor gibi gözüken bu maskelerin sırrı ilk filmde pek işlenmese de karakterin bu maskeler olmadan hayatına devam edemediği ortadaydı. Daha doğrusu karakterin yüzünü göstermemek ile ilgili bir problemi var gibiydi. Bu sadece tanınmamak ile ilgili bir durum değildi kuşkusuz, bu kimlik ile ilgili bir meseleydi! Düşünsenize “The Grabber” ölümden döndüğünde bile ikonik maskesi ile karşımıza çıkıyor. İşte bu yüzden bu maskeye dair birkaç kelam edilmeliydi diye düşünüyorum.
Katilin intikamını almak için geri döndüğünü söylediği kardeşi ile ilişkisinin ise aslında ilk filmde pek de iyi olmadığını görmüştük. Bu da “Siyah Telefon 2” filminde katilin geri dönüşünü destekleyecek inandırıcılıkta bir intikam arzusu sunmuyor. Ayrıca “The Grabber”ın ya da eski lakabıyla “Vahşi Bill”in kamp yerinde çalışırken insanlarla ilişkisi üzerine, çocukları öldürmeye neden karar verdiğine, kaçırdığı çocukları neye göre seçtiğine dair ya hiçbir şey söylenmiyor ya da sadece birkaç lafla geçiştiriliyor. Katilin öldürme motivasyonunu ortaya çıkaracak bu detayların hem ilk filmde hem de bu filmde es geçilmesi, hikaye içinde görmezden gelinmeyecek boşluklar yaratıyor.

Kötülüğe Karşı Tek Yürek
Scott Derrickson, kariyerinde yönettiği bu ilk devam filminde korku sinemasının kült mertebesine erişmiş birçok yapımına göndermede bulunmayı ihmal etmiyor. Maskeli bir katil ve kamp alanı “Friday the 13th” (13. Cuma) filmlerini, donmuş bir göl üzerinde patenle kurbanlarını kovalayan katil ise “Curtains” (Perdeler, 1983) filmini anımsatıyor. Katilin bir hayalet olarak geri dönmesi ve Gwen ile rüyalarda temasa geçmesi de akla “Nightmare on Elm Street” (Bir Elm Sokağı Kâbusu) serisini getiriyor. Ama “The Grabber”ın hayaleti insanlara sadece rüyalarda zarar vermekle kalmıyor, gerçek hayatta da birilerini öldürebiliyor. İşin ilginç yanı, yaşayan insanlar onu göremeseler bile onlar da “The Grabber”a temas edebiliyor, onu vurabiliyor ve onunla mücadele edebiliyorlar. “Siyah Telefon 2”, bu tercihiyle diğer hayalet filmlerinden ayrılıyor. Bu sayede katil ile mücadelenin yükü sadece tek bir kişinin omuzlarına binmiyor. Film, temelde bir ekibin katilin hayaletine karşı mücadelesini konu alıyor ve bu ekip ruhunu başarılı bir şekilde yansıtıyor.
Filmde gördüğümüz bir avuç karakterin özenle seçilmiş olduklarına hiç şüphe yok. Ama hepsine aynı özenin gösterilmediğini de bir gerçek. Bazı karakterler, yönetmenin istediği bir mesajı iletmek için var olan bir araç gibiler. Özellikle filmde dindar Hristiyanların doğru düzgün temsil edilmediğini belirtmek gerekiyor. Ama diğer taraftan inançlı bir Hristiyan olmaya çabalayan Gwen ile Hristiyanlığı bağnazca yaşayan bir kadın olan Barb’ın karşılıklı atışmaları üzerinden dinin yanlış yorumlanışına dair bazı eleştiriler ise akılda kalacak kadar vurucu olmayı başarıyor. Eski bir suçlu olan kampın sahibi Mando ise gerçek bir inananda olması gereken tüm özellikleri bünyesinde barındırıyor. Filmin bilge kişi olarak Mando’nun seçilmesi elbette bir tesadüf değil. Korkular üzerine yapılan bu filmde inancın (Tanrı’ya, sevgiye yahut aileye) değiştirici gücünü de sık sık vurgulanıyor. Acılarından kurtulmak için içkiye sığınan bir baba ya da korkularından kaçmak için uyuşturucuyu kullanan bir oğul… Yönetmen, önceden nasıl biri olduğun değil, değişmek için, iyi bir insan olmak için neler yaptığın önemlidir mesajını her karakterde çok farklı hikayeler üzerinden vermeyi ihmal etmiyor. Herkesi koruyup kollayan, yardım eden ve verdiği sözü tutmak için canını ortaya koyan Mando ise oldukça özgün ve izleyicinin özdeşleşme kurabileceği bir etkileyiciliğe sahip. Sanki Finney karakterinin gelecekteki halini andırıyor. Mando’nun yeğeni Mustang ise filme yeni eklenmiş karakterler içinden bir diğer akılda kalanı. O da güçlü kadın imajıyla adeta Gwen’in gelecek portresini sunuyor.

Cehennemin Soğuk Yüzü
Filmde sıkça cehennemden bahsediliyor. Katil, cehennemden geldiğini ve cehennemin ateşler içinde bir yer değil, buzlarla kaplı bir yer olduğunu söylüyor. Katilin ağzından dökülen “Hiçbir şey soğuk kadar yakıcı değildir” repliği, filmin en çarpıcı sahnesini taçlandırıyor. Bu görüşü destekleyecek biçimde film, Colorado dağlarının ortasında, karlarla kaplı Alpine Lake isimli bir kamp yerinde geçiyor. Karakterlerimiz adeta ölmeden cehennemi bu dünyada yaşıyor! Filmin atmosfer tasarımı da bu anlamda oldukça başarılı bir şekilde inşa ediliyor. Tedirgin eden soğuk rüzgârlar, uçsuz bucaksız tekinsiz ormanlar ve durmaksızın yağan kar çaresizlik hissini pekiştiriyor. Doğal güzellikler ile kamp alanının lanetli hikâyesi birleştiğinde, zıtlıklardan doğan çarpıcı bir atmosfer ortaya çıkıyor.
Film bir yandan tekinsiz bir korku atmosferi sunarken bir yandan da tedirgin edici bir polisiyenin özellikler de barındırıyor dersek pek yanılmış sayılmayız. Üstelik katilin ilk kurbanları aranırken gösterilen çaba, katili alt etmek için kurulan planlar ve verilen mücadele polisiye severlerin ilgisini çekecek kadar başarılı diyebiliriz. Ama filmin temel formülü, ilk filmle oldukça benzer özellikler taşıyor. İlk filmde harabe bir bodrum katında hapsolmuştuk, bu filmde ise ıssız ve soğuk bir ormandaki kamp yerinde mahsur kalıyoruz. Kahramanlarımızın katili etkisiz hale getirme biçimleri de oldukça benzer noktalar taşıyor. Ama her iki filmde de çocukların vahşete olan meylinin biraz rahatsız edici olduğunu söylemek gerekiyor. İlk filmde işkencelerden kurtulmak için Finney’in her şeyi yapacak bir ruh haline gelmesi normal olsa da katili etkisiz hale getirip kaçabilecekken onu bilinçli ve soğukkanlı bir şekilde öldürmesi şok edici bir durumdu. Aynı şok edici durum bu filmde de gerçekleşiyor. Bu sefer de kardeşlerin el birliğiyle katili ikinci defa öldürdüklerini ve bunu son derece acımasızca, vahşet noktasına varacak içgüdülerle yaptıklarını görüyoruz. Ve bu durum ister istemez tüylerimizi diken diken ediyor.

Gerçek ve Rüya İç İçe
İlk filme kıyasla elimizde çok daha iyi yazılmış ve iyi konumlandırılmış karakterler, gerilimi doruk noktaya doğru çok iyi yükselten bir hikâye olduğunu söyleyebiliriz. Ancak katil ile mücadele kısmına çabuk geçilmesi ve katilin çabucak alt edilmesi filmin iyi giden akışını bozuyor. Filmin ilk kısmı olan hazırlık ve karakterlerin tanıtılması kısmının uzun tutulmasına karşın, asıl aksiyonun ve katarsisin yaşanacağı kısmın çabucak geçiştirilmesi sürenin iyi kullanılmadığının en bariz örneği oluyor.
Görsel anlamda ise film, çıtayı bir hayli yükseltiyor; kostüm tasarımından mekân tasarımına kadar her şey dönemin ruhunu yansıtıyor, 80’li yılların atmosferini perdeye layıkıyla taşıyor. Özellikle yönetmenin, rüya sahnelerinde kullandığı Super 8 film formatı ise takdire şayan bir fikrin ürünü olarak dikkat çekiyor. Aşırı grenli ve bozuk görüntüler, rüya sahnelerinin boğuk ve tedirgin edici atmosferini güçlendirirken rüyadan çıkıştaki geçişler de sarsıcı olduğu kadar pürüzsüz olabiliyor. Bu durum, iyi bir fikrin aynı zamanda iyi de uygulandığını ispatlıyor.
Tüm eksikliklerine rağmen üzerinde çok düşünülmüş, hazırlığı iyi yapılmış ve yeni eklenen karakterlerle dinamizm kazanmış bir yapıya sahip olan “Siyah Telefon 2”nin ilk filmden çok daha iyi bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Katilin geri dönüş hikâyesi çok ikna edici olmasa da katilin güçlü varlığı, filmin ürkütücü atmosferinin içinde tedirginliği sonuna kadar yaşamamıza sebep oluyor. Ethan Hawke’ın maske ile oynamasına rağmen bir kimliğe büründürmeyi başardığı “The Grabber” ise belki de ileride korku sineması için unutulmayacak bir figüre dönüşecektir, kim bilir.