Soyut Dışavurumcu Bir Dostluğun Anatomisi: “YAN YANA” (2025)
Éric Toledano ve Olivier Nakache ikilisinin yönettiği Fransız yapımı “Intouchables” (Can Dostum, 2011) filmi, Philippe Pozzo di Borgo’nun kendi anılarını kaleme aldığı “Le Second Souffle” adlı kitaba sırtını yaslar. Film, 1993 yılında geçirdiği yamaç paraşütü kazası sonucu boynundan aşağısı felç olan aristokrat iş insanı Philippe Pozzo di Borgo ile kendisine bakıcılık yapmak üzere işe aldığı Cezayir asıllı genç Abdel Sellou’nun sıra dışı dostluğunun gerçek hikâyesine odaklanır. Bu etkileyici film, gişede elde ettiği hasılatın yanında insanların gönüllerine dokunmayı da bilmiş ve şöhreti tüm dünyayı sarmıştır. Elbette bu başarının kaçınılmaz sonucu olarak da farklı coğrafyalarda bu filmin uyarlamaları yapılmıştır. İlk uyarlama Vamshi Paidipally’nin yönettiği 2016 yapımı Hint filmi “Oopiri” (Nefes, 2016) olmuştur. Ardından Pablo Trapero’nun yönettiği Arjantin filmi “Inseparables” (Ayrılamayanlar, 2016) ve onu takiben Neil Burger’ın yönettiği ABD filmi The Upside (Olacak İş Değil, 2017) vizyona girmiştir. Tüm bu uyarlamalar, farklı kültür ve sinemasal bağlamlarda bu inanılmaz dostluk hikayesini yeniden canlandırmıştır. Hikâyenin en son uyarlaması ise 2025 yılında gösterime giren, Mert Baykal’ın yönettiği Türk filmi “Soyut Dışavurumcu Bir Dostluğun Anatomisi veyahut Yan Yana” filmidir. Türkiye’nin IMAX olarak vizyona giren ilk filmi olan “Yan Yana”nın başrollerini Haluk Bilginer ve Feyyaz Yiğit’in paylaşır. Ne yazık ki Philippe Pozzo di Borgo, 1 Haziran 2023’te vefat etmiş ve hayatından uyarlanan bu beşinci filmi görememiştir.

Tekrarın Gölgesinde
Sinema tarihinde bazı hikâyeler, barındırdıkları insani özün gücüyle kendilerini defalarca anlattırma potansiyeline sahiptir. Ancak bu yeniden anlatım arzusu, beraberinde tehlikeli bir soruyu da getirir: Bir yeniden çevrim, orijinalinin üzerine yeni bir tuğla koyamıyorsa neden yapılır?
“Intouchables” filminin Türkiye uyarlaması olan “Yan Yana”, bu sorunun tam merkezinde duruyor. Genellikle teknik imkânsızlıkların kötü sonuçlarını ortadan kaldırmak veya zamana direnemeyen görselliği yenilemek amacıyla yapılan yeniden çevrimlerin aksine, bu tarz adaptasyonların tek bir meşruiyet zemini vardır, o da hikâyeyi derinleştirmek ya da ona farklı bir perspektiften bakmaktır. Ne yazık ki “Yan Yana”, orijinaline olan sadakatini bir yaratıcılık hamlesi ile besleyemediği için izleyiciye zaten bildiği bir dünyayı sadece farklı bir dil ve farklı bir coğrafya üzerinden anlatmanın ötesine geçemiyor.
Bu noktada karşımıza çıkan en temel problem, filmin bir “adaptasyon” olmaktan ziyade, sadece bir “tercüme” gibi hissettirmesi oluyor. Aziz Kedi, Feyyaz Yiğit ve Mert Baykal üçlüsünün yazdığı senaryoda Philippe karakterinin yerini alan Refik ve Driss’in yerli karşılığı olan Ferruh, kendi coğrafyalarının kültürel kodlarıyla bezenseler de ruhsal derinlikleri seleflerinin gölgesinde kalıyor. Zira “Yan Yana”, 150 dakikayı aşan süresi ile orijinal filmden yarım saat daha uzun olmasına rağmen yeni hiçbir şey söyleyemiyor. O zaman bu filmi neden izleyelim? Eğer ayrıcalıklı ve zengin bir felçli ile kaba saba genç bir göçmenin etkileyici dostluk hikâyesini izlemek istiyorsak, orijinal yapımı bir kez daha seyretmek bize aynı hazzı zaten verecektir.

Geçmişin Silikliği ve Bugünün Sessizliği
Aslında “Intouchables” filminin senaryosu kusursuz bir metin değildi; karakterlerin geçmişine ve iç dünyasına dair büyük boşluklar barındırıyordu. “Yan Yana” ise bu boşlukları doldurmak yerine onları tekrar ediyor. Film, hikâyenin odağındaki felçli adam olan Refik’in hayatı hakkında bize kırıntılardan fazlasını sunmuyor.
Bu adam bu muazzam zenginliğe nasıl ulaştı? En yakınındaki iki kadının ona olan sadakati nereden geliyor? Aristokrat bir aileden geliyorsa, diğer aile üyeleriyle ilişkisi nedir? Bu sorular cevapsız kalırken karakterin yaşadığı derin travma ve eşini kaybetmesinin ardından gelen boşluk hissi de yüzeysel bir şekilde geçiliyor.
En önemlisi karakterin boyundan aşağısının felç kalması gibi ağır bir durumun psikolojik ağırlığını hissetmekte güçlük çekiyoruz. Zira bir “kafa” olarak yaşamanın, tüm ihtiyaçlarını bir başkasına bağımlı olarak gidermenin yarattığı o büyük sarsıntıyı anlamak için daha derin bir işçilik gerekiyor. Örneğin, benzer bir temayı işleyen ve yine gerçek bir hikâyeden uyarlanan “The Diving Bell and the Butterfly” (Kelebek ve Dalgıç, 2007) filminde, sadece sol gözünü kırpabilen Jean-Do’nun bakıcısıyla kurduğu bağ sayesinde hayata tutunma sürecini iliklerimize kadar hissediyorduk. Ancak “Yan Yana”, Refik’in iş hayatını, sosyal çevresini veya operaya gitmek dışındaki entelektüel dünyasını es geçerek onu adeta şatafatlı evinde bakımı yapılan bir “nesne” konumuna indirgiyor.

Dostluğun Önüne Geçen Mizah
Filmin en rahatsız edici özelliği, mizahın çoğu zaman anlatının önüne geçmesi diyebiliriz. Elbette orijinal filmin de mizahı bir tonu vardı ama Feyyaz Yiğit’in canlandırdığı Ferruh karakteri, oyuncunun alışık olduğumuz enerjisi ve üslubuyla birleşince, film bir dostluk hikâyesinden ziyade bir “Feyyaz Yiğit Şovu”na dönüşüyor. Bu durum izleyiciye eğlenceli dakikalar yaşatsa da orijinal filmden aşina olduğumuz o hüzünlü ve umut dolu denge bozuluyor. Mizah, hikâyenin derinleşmesi gereken noktaları sabote ederek, filmin dramatik gücünü zayıflatıyor. Bir karakterin acısına tanık olmamız gereken anlarda, kendimizi bir espriye gülerken buluyoruz. Bu da ister istemez duygusal katarsisi engelliyor.
Öte yandan, teknik ve estetik tercihler de filmin dünyasını kurmakta yetersiz kalıyor. Hulusi’nin görkemli yaşamı ile Ferruh’un geldiği varoşların tezatlığı, birkaç drone çekimi ve yüzeysel sahneyle geçiştiriliyor. Yan karakterler ise adeta harcanıyor. Hatice Aslan, kısıtlı süresinde etkileyici bir oyunculuk sergilese de karakterinin derinleştirilmesi gereken anlarda kamera ondan uzaklaşıyor. Orijinal filmde felçli karakterin en azından kızıyla olan çatışmalı ilişkisine dair az da olsa bir fikir edinirken “Yan Yana”da bu ilişki tamamen görmezden geliniyor. Tüm bu tercihler, filmin sadece “eğlence” odaklı bir yol haritası çizdiğini de kanıtlıyor.

Keyifli Bir Yankı
Filmin bir diğer sorunlu alanı ise karakterlerin etik duruşları ve sunulan yaşam tarzlarının sorgulanmadan olumlanması. Ferruh karakterinin suçla olan yakın ilişkisi, kontrolsüz şiddet eğilimi, uyuşturucu ve sigara bağımlılığının yanı sıra sanata olan alaycı ve reddedici yaklaşımı, film tarafından sempatik bir çerçeve de sunuluyor. Hulusi karakteri ise sadece parasını saçıp savuran, hayırseverliği veya toplumsal faydası meçhul bir aristokrat olarak karşımıza çıkıyor. İki karakterin kesişiminden doğan sonuç; şiddetin, bağımlılıkların ve lümpen tavırların “normalleştirildiği” bir atmosfer yaratıyor.
Sonuç olarak “Yan Yana”, 2025 yılının en çok izlenen Türk filmi olsa da sinemasal anlamda taze bir soluk getirmekten uzak kalıyor. Haluk Bilginer ve Feyyaz Yiğit gibi isimlerin bir araya gelmesi kağıt üzerinde heyecan verici görünse de senaryonun sadece “coğrafi adaptasyon” sınırlarında kalması büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Orijinal filme sadık kalmak adına kendi sesini bulamayan yapım, ne yazık ki bir “yeniden çevrim” silsilesinin sıradan bir halkası olmaktan öteye geçemiyor. İzlemesi keyifli, evet; ancak zihinde bıraktığı iz, ancak bir yankıdan ibaret!












