Modern Toplum Paranoyalarına Kara Mizah Penceresinden Bakış: “BUGONIA” (2025)
Kendine özgü dili ve rahatsız edici mizahıyla tanınan Yorgos Lanthimos, son filmi “Bugonia” (2025) ile izleyiciyi bir kez daha tuhaf ve düşündürücü bir dünyaya davet ediyor. Film, Jang Joon-hwan’ın yönettiği Güney Kore yapımı “Save the Green Planet!” (2003) filminin yeniden çevrimi olarak öne çıkıyor. Senaryosunu “The Menu” (Menü, 2022) filminden tanıdığımız Will Tracy’nin kaleme aldığı bu kara komedi soslu bilimkurgu, komplo teorilerine saplantılı iki genç adamın, büyük bir şirketin CEO’sunu kaçırmalarını konu ediniyor. Peki, neden kaçırıyorlar? Zira onun Dünya’yı yok etmeye niyetli bir uzaylı olduğuna inanıyorlar!
Lütfen, bu eleştirinin film ile ilgili bazı sürprizleri bozacak bilgiler içerdiğini unutmayın!

Arılar ve İnsanlar
Arıların ismini birçok kıyamet tellalı filmde duymuşsunuzdur. Bizim için tatlı bir besin üreten küçük köleler gibi gözükseler de arıların varlıkları yaşamın devam etmesi için oldukça elzem bir mesele, buna hiç kuşku yok. Bunu hepimiz biliyoruz ama pek çoğumuz umursamıyoruz. Pek çoğumuzun aksine amatör düzeyde arıcılık yapan Teddy, bu meseleye kafayı takmış durumda. Ama onun kafayı taktığı tek şey bu değil. O sorunları kökten çözmenin peşinde olan duyarlı bir vatandaş. Ne yazık ki etrafındaki hiç kimse onu ciddiye almıyor. İşin aslına bakarsanız hikâyesine dâhil olduğumuz andan itibaren biz de onu pek ciddiye almıyoruz. Bu yüzden dediklerinin çoğunun doğru olduğunu bilsek de onun kıyamet alametlerine dair söylemlerini ciddiye almıyoruz; Çocukluğundan beri yaşadığı travmalar yüzünden psikolojik sıkıntılar çeken birinin hezeyanları olarak düşünüyoruz. Teddy’yi yeryüzünde ciddiye alan tek bir kişi var o da Don. Bu iyi niyetli ama yarım akıllı dev, Teddy’yi bir ağabey, bir baba, bir lider, bir öğretmen gibi görüyor. Belli ki onu da kimse ciddiye almıyor. Bu yüzden bu kaybetmiş iki insan birbirine olabileceğinden daha da sıkı sarılıyor. Teddy’yi hayat veren Jesse Plemons ve Don’u oynayan Aidan Delbis beklentilerin üstünde bir performans göstererek, bizi kaybedenlerin bu üstün dostluğuna asla şüphe etmeyeceğimiz şekilde inandırıyor.
Bu noktada senaryoda karakterlerin de çok iyi yazıldığını belirtmek gerekiyor. Senaryo, büyük boşluklarla dolu olmasına rağmen karakterler hakkında işimize yarayacak bilgileri adeta bir bulmacanın parçalarını yerleştirir gibi yavaş yavaş ve sabırla önümüze sunuyor. Mesela Teddy’nin travmatik bir geçmişe sahip olduğunu biliyoruz ama tam olarak neler yaşadığını bilmiyoruz. Annesine olanlar yüzünden “kafayı yemiş” biri olduğunu düşünmek ile birlikte aslında Teddy’nin çok zeki ve entelektüel birikiminin de fazla olduğuna çabucak ikna oluyoruz. Senarist Will Tracy, bazı bilgileri gizlerken doğru bilgiler ile merakımızı diri tutmayı başardığı gibi hikâyenin ilerlemesi için gereken doneleri de adeta yemeğe lezzet katan güçlü bir baharat gibi sahneler arasına serpiştirmeyi başarıyor. Don gibi eksik akıllı bir karakter bile seyircisinin önyargılarıyla oynarcasına ondan beklenmedik laflar ediyor, ondan beklenmeyecek hamleler yapıyor. Film seyirciyi adeta kaçırılan iş insanı Michelle’nin yerine koyuyor ve karakterlere bu gözle bakmamız konusunda bizi adeta manipüle ediyor. İster istemez film boyunca bu iki karaktere üstten bir gözle bakıyoruz. Bu da aslında filmin sürpriz finaline giden yolda bizden gizlenen bilgileri görmemizi engelliyor. Yönetmen Lanthimos, iyi yazılmış bir senaryoyu kendi gözünden perdeye aktarırken insanların önyargılarına ve egolarına olan aşırı güvenden yararlanıyor ve tüm sürprizleri ustaca gizlemeyi başarıyor.

Çivisi Çıkmış Dünya
Yorgos Lanthimos, komik gibi gözüken ama bir yandan da ürkütücü olan sahneleri ardı ardına sıralarken izlediğimiz şeyin bize nasıl bir dünya sunduğunu anlamlandırmaya çalışıyoruz. Zor bir hayatın sonunda hem etrafındakileri hem de aklını kaybeden bir adamın yalnızlığına üzülürken onun uzaylılar konusundaki takıntısına ve bu konuda verdiği bilgilere gülmeden edemiyoruz. Psikolojisi bozuk bu adamın, zeka olarak bir çocuktan farkı olmayan kuzeninin dünyasını da mahvetmesine şahit olurken kendimizi son derece huzursuz hissediyoruz. Hatta yönetmen bizi huzursuz etmek için gereken her şeyi yapıyor diyebiliriz. Bir an olsun rahat yüzü göremiyoruz. Evet, ortada ne korkunç bir şiddet ne de aşırı derecede bir dram var. Ama her an bir şey olacakmış hissiyatı, karşı koyamayacağımız bir gerilim yaratıyor. Lanthimos, başarıyla yarattığı bu tekinsiz atmosferi, epik müzikler kullanarak muhteşem tezatlıkta tablolar oluşturuyor. Müziğin zihin dünyamızda yarattığı etki ile görüntülerin bizde uyandırdığı duygular adeta çarpışıyor. Ve evet, “Bugonia” kesinlikle çarpıcı bir dünya ortaya koyuyor!
Lanthimos’un gedikli oyuncusuna dönüşen Emma Stone’un canlandırdığı Michelle, kurduğu imparatorlukta acımasız patron imajını destekleyecek bir hayat sürüyor. Fakat belki de filmin en büyük problemi Michelle’i hiç tanıtmaması oluyor. Adeta basit bir patron stereotipi olarak bize sunulan Michelle, birçok insanın tahayyül edemeyeceği bir zenginlik içinde ama yalnız bir hayat sürüyor. Hakkında bildiğimiz tek şey başarılı bir iş insanı olması, hepsi bu! Teddy ve Don ile kurduğumuz bağın en ufak bir zerresini Michelle ile kuramıyoruz. Üstelik asıl kurban o olmasına rağmen bunu yapamıyoruz! Michelle, bazen insani tepkiler verse de çoğu zaman içinde bulunduğu korkunç durumun idrakine varamamışçasına rahat tavırlar sergiliyor. Bu da bizim zihnimize onun uzaylı olduğu konusunda şüphe tohumları ekiyor. Evet, belki de yönetmen bu karakterdeki ruhsuzluğu zaten bizi böyle bir ikilemde bırakmak için tercih etmiş olabilir ama yine de onun hakkında doğru düzgün hiçbir şey bilmememiz hikâyenin akışını da etkiliyor. Üstelik kaçırıldığında böylesine nüfuzlu bir insanı hiç aramamaları, bu karakterin bunca zaman boyunca onu arayacak hiç kimseye sahip olmaması da pek tuhaf geliyor.

Onlar Aramızda!
Filmde Teddy’nin uzaylılar üzerine araştırmaları üstünkörü geçiliyor diyebiliriz. Evet, Teddy’nin bu konuda çok fazla araştırma yaptığını onun konuşmalarından anlayabiliyoruz ama bu araştırmaları neredeyse hiç görmüyoruz. Üstelik bu noktada ister istemez şu soruyu da soruyoruz: Teddy, uzun zamandır yaptığı araştırmaları nasıl oluyor da Don’dan tamamen gizleyebiliyor. Hadi ondan gizleyebildi diyelim, onca kaçırıp öldürdüğü insanı nasıl oluyor da herkesten gizleyebiliyor. Bu konuda film bize kasabanın aptal polis memurunu cevap niyetine gösterse de bu pek ikna edici olmuyor. Zira Teddy’nin gizli laboratuvarında çok fazla insanı öldürülüp incelediğini görüyoruz. Bu kadar kayıp vakası bir noktadan sonra ilgi çekmeliydi diye düşünüyorum. Sonuçta amacı bu olmasa da Teddy aslında bir seri katil!
Şüphelerimiz her daim baki olsa da aslında içten içe hiçbir zaman Teddy’nin söylediklerinin gerçek olmayacağına inanıyoruz. İşte tam bu noktada film bize tokadı indiriyor, bizi şok ediyor! Filmin başından beri kafamızı kurcalayan şey, filmin sonunda açıklığa kavuşuyor. Gerçekten de Michelle, bir uzaylı çıkıyor, hem de uzaylıların kraliçesi! Dalga geçtiğimiz, ciddiye almadığımız, aptal yerine koyduğumuz Teddy’nin söylediği her şeyin de aslında birer birer doğru olduğunu görüyoruz. Yönetmen, iyi yazılmış bir senaryoyu en iyi şekilde ete kemiğe büründürse de uzay gemisi ve uzaylı portrelerinin çok gülünç olduğunu da söylemek gerekiyor. Çivisi çıkmış bu dünyanın sorunlarına parmak basan film, bir yandan çok ciddi gibi gözükürken bir yandan da oldukça gülünç duruyor. Ama itiraf etmek gerekir ki Lanthimos’un oldukça dengeli bir şekilde inşa ettiği bu dünya, perdede hiçbir şekilde eğreti durmuyor. Evet, ciddiye alınmayacak uzaylılar toplantı yaparken gerçeklik algımız sarsılıyor ama uzay gemisini görmeden önce yaşanan şeyler bizi o derece sarsıyor ki uzaylıların varlığını da görünüşlerini de reddedemiyoruz.

Az Laf Çok İş
Yönetmen, kendine has dokunuşları filmin hiç beklenmeyecek noktalarında yaparak filmin monotonluğunu kırdığı gibi seyircinin de şöyle bir silkinip izlediği şeyi yeniden sorgulamasına sebep oluyor. Bunun en güzel örneği Teddy’nin geçmişiyle ilgili izlediğimiz sahnelerdeki gerçek ile gerçeküstüyü harmanlayan üslup oluyor. Bazen korku filmini bazen de melankolik bir düşü anımsatan bu sahneler, karakter hakkında bize sınırlı ama oldukça önemli bilgiler veriyor. Az karakterle dünyanın genelini ilgilendiren bir hikâyeyi hiç de göze batmadan anlatan Lanthimos, zaten azdan çok şey çıkarmayı filmin genelinde başarıyor diyebiliriz. Azdan çok şey çıkarmak dediğimiz de Emma Stone’nun da adını mutlaka anmamız gerekiyor. Bu kadar zorlu bir karakteri başarıyla canlandıran Oscar ödüllü oyuncu, adeta az lafla çok şey anlatıyor, abartısız bir performans ile var olduğu tüm sahneleri yükselten bir aura yayıyor.
Özetleyecek olursak, dünyası yıkılmış bir insanın gidebileceği son noktaya gitmesine bizim de şahitlik etmemizi sağlayan “Bugonia”, kısıtlı bir dünyada geçen ama koca dünyayı ilgilendiren meselelere etkili bir şekilde parmak basıyor. Film, başından sonuna kadar hem bizi merakla koltuklarımıza çivileyen hem de tedirgin bir şekilde bu sinir bozucu dünyadan çıkma isteği uyandıran çarpıcı bir üslup tutturuyor. Önyargılarımızla oynarken hem hüzünlü hem de kara mizahın dozunu tutturarak komik olmayı başarıyor. Çarpıcı finalde yer alan sürprizi de başarıyla gizleyen film, basit bir konuyu modern toplumun paranoyası, kurumsal iktidar ve gerçeklik algısı üzerine keskin bir eleştiriye dönüştürüyor.












