Ölüm Maratonu: “THE RUNNING MAN” (2025)

Ölüm Maratonu: “THE RUNNING MAN” (2025)

Stephen King’in Richard Bachman takma adıyla 1982 tarihinde yayınladığı “The Running Man” (Ölüme Koşan Adam) romanı, 38 yıl sonra yeniden beyaz perdeye döndü! Bu yeni yorumun yönetmenliğini, kendine has üslubuyla tanınan Edgar Wright üstleniyor. Senaryoda ise Edgar Wright ile birlikte Michael Bacall’ın imzası var. İlk uyarlamada Arnold Schwarzenegger’in canlandırdığı ikonik karakter Ben Richards’a bu sefer yetenekli oyuncu Glen Powell hayat veriyor. İlk uyarlamanın aksiyonu hiciv ile harmanlayan tonunu koruyan yeni film, ekonomik çöküntünün had safhada olduğu Amerika’da otoriter bir rejim tarafından yönetilen insanların hikâyesini sosyal medya ve realite şovu takıntılarına odaklanarak derinleştirmeye çabalıyor. Ben Richards’ın kızının ilaç parasını denkleştirmek için “The Running Man” isimli izleyicilerin katılımıyla yönetilen, vahşi olduğu kadar ölümcül de olan canlı yayın yarışmasına katılması, filmin ana konusunu oluşturuyor.

Medya, Sistem ve Hayatta Kalma Üzerine

Filmin konusu, ilk bakışta “Battle Royale” (Ölüm Oyunu) ve özellikle “The Hunger Games” (Açlık Oyunları) gibi serileri akla getirse de aslında Stephen King’in romanının bu sinema filmlerinden de sinema filmlerinin uyarlandığı kitaplardan da önce yayınlandığını belirtmek gerekiyor. Canlı yayınlanan bir televizyon programında insanların ölümüne mücadelesi üzerinden bir sistem eleştirisi sunan “Ölüme Koşan Adam”, hem adını andığımız filmleri anımsatan tanıdık bir yapıya sahip hem de yeni bir tat yakalama çabası gösteriyor. Ancak bu çabanın ne kadar başarılı olduğu tartışılır. 

Filmde en çok göze batan kısım, başkahramanımız dışındaki diğer yarışmacılara hiç değinilmemesi oluyor. Program neredeyse tamamen Ben Richards ile Şebeke adlı medya gücü arasında geçen bir ölüm kalım oyunu üzerinden ilerliyor. Filmin başında programa katılacak yarışmacıların seçilmesi detaylı bir şekilde gösterilmesine ve Ben Richards ile birlikte birçok yarışmacının programa seçilmesine rağmen, film boyunca başkahramanımız dışında sadece iki yarışmacı karakter görebiliyoruz. Onlar da önemsiz diyebileceğimiz birkaç sahne sonunda hikâyeden hızla tasfiye ediliyor. Programa seçilen diğer yarışmacılar hakkında ise hiçbir şey öğrenemiyoruz!

Kaostan Beslenen Bir Adam

En temelde film, medyanın asıl görevinden uzaklaşarak insanı sömüren sistemi daha da perçinleyen bir aracı konumunda kullanılmasını eleştiriyor. Ancak böylesine yaratıcı fikirlere sahip bir hikâyenin kullanıldığı filmde güçlü bir sistem eleştirisinden bahsetmek pek mümkün değil. Bazı önemli eleştiriler görsek de bunlar, eğlenceli atmosferin içerisinde tıpkı efervesan bir tablet gibi eriyip kayboluyor. “Ölüme Koşan Adam”, bir yerden sonra tamamen başkahramanımızın hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Ama film bize ilginç bir tablo sunmaktan da çekinmiyor. Ben Richards, aslında bilinçsiz bir şekilde, sadece hasta olan kızına ilaç almak ve ailesine daha iyi şartlarda bir yaşam sunmak için çıktığı bu yolculukta, zamanla bilinçlenmiş bir şekilde sisteme baş kaldıran lider bir figüre dönüşüyor. Ancak bu dönüşümün pek inandırıcı olmadığını, üstelik bir çırpıda gerçekleştiğini ve filmin eğlencelik yapısıyla da taban tabana ters düştüğünü söylemek gerekiyor. 

Zaten dikkatli baktığımızda filmin birçok şeyi özensiz bir şekilde işlediğini görüyoruz. Ne televizyon programının geçmişini, ne diğer yarışmacıları, ne de avcıları anlatmakla ilgileniyor. Merak ettiğimiz her şeyden üstünkörü bir şekilde bahsediliyor. Başkarakterimize yardım eden insanlar bile bir anda ekranda peyda oluyor. Bu karakterlerin bazıları Ben Richards ile çok yakın ilişkilere sahipken bazıları onu ilk kez görüyor ama fikrimizi değiştiren bir şey olmuyor; kendimizi sık sık “Bu karakter de nereden çıktı?” diye düşünürken buluyoruz. Senaryoda hiçbir şeyi inandırıcı kılmak için uğraşılmamış da her şey sanki tesadüfi bir seçimle gerçekleşmiş gibi duruyor. “Ölüme Koşan Adam”, verdiği ya da vermek istediği mesajlar bakımından zayıf kalsa da yönetmen Edgar Wright’tan beklendiği gibi film, yüksek tempoda sürükleyici bir aksiyon sunuyor. Neredeyse hiç durmadan akıp giden bu aksiyon, izleyiciyi gerçek zamandan koparıp içine çeken, adeta hipnoz eden başarılı bir kurguya sahip. Buna bir de görsel anlamda etkileyici kadrajlar ve estetik tasarımlar eklenince, filmin yarattığı atmosferden etkilenmemek mümkün değil!

İyi ve Kötü Arasındaki Denge

Tüm bu tantanalı aksiyonun içinde Ben Richards’ın başardığı şeyler bize inandırıcılıktan uzak gelmiyor. Zira film, başkahramanımızı bize yeterince iyi bir şekilde tanıtıyor. Üstelik bazen şansının yaver gitmesi, bazen de dışarıdan destek alması; Ben Richards’ı her şeye muktedir, kusursuz bir kahraman yerine, insani yönleri ağır basan daha inandırıcı bir karaktere dönüştürüyor. Ben Richards’ı sinema perdesinde canlandıran ikinci oyuncu olan Glen Powell’ın performansının bu duruma çok büyük katkı sağladığını da belirtmek gerekiyor. Gelelim kötü adamlarımıza… “Açlık Oyunları”ndaki Başkan Snow düşünüldüğünde, güçlü bir kötü adamın filme ne kadar çok şey kattığı daha iyi anlaşılır. Bu filmde güçlü bir kötüden bahsetmek ne yazık ki mümkün değil! Mesela baş düşman olarak gördüğümüz Dan Killian’ın sadece televizyon ekranından ibaret bir figür olması hikayenin gidişatı açısından büyük bir problem teşkil ediyor. Diğer kötü karakterler ise güçlü bir figür olmaktan uzak kalıyor, hatta öyleymiş gibi görünüp hayal kırıklığına uğratıyorlar. Programdaki yarışmacıları öldürmekle görevli olan Avcılar’ın lideri olan Evan McCone bile çok çabuk ama daha önemlisi çok kolay bir şekilde alt ediliyor. Bu yüzden de filmde iyi ve kötü arasındaki dengenin başarılı bir şekilde sağlanmadığını vurgulamamız gerekiyor.

Ama her şeye rağmen “Ölüme Koşan Adam”, izlemesi keyifli bir film. Durmaksızın süren aksiyona eşlik etmek, adeta bir maraton koşuyormuş gibi hem yorgun hissetmenize hem de büyük bir haz duymanıza sebep oluyor. Fakat hikayenin sahip olduğu zengin malzemeyi layıkıyla kullanamaması, ilgi çekici dünyasını yeterince anlatamaması ve diğer karakterleri tanıtma zahmetine girmemesi, filmin gücünü önemli ölçüde zayıflatıyor. Elimizde sadece koşarak ölümden kurtulmaya çalışan bir adamın hikayesi kalıyor. Neticesinde de tıpkı filmdeki “The Running Man” programı gibi yüzeysel ama aksiyon dolu bir film izlemiş oluyoruz. Sözün özü “Ölüme Koşan Adam”, zayıf bir uyarlama olan 1987 yapımı selefini bile mumla aratacak bir olay örgüsüne sahip olmasıyla hayal kırıklığı yaratırken görselliğinin gücü sayesinde izleyicileri avucunun içine alacak bir dünya inşa etmeyi başarıyor. Ama bu saltanat ancak film bitene kadar sürüyor. Film bittikten sonra hafızamızda pek bir şey kalmıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir