Hırsızlığın Sihirli Dünyası: “NOW YOU SEE ME: NOW YOU DON’T” (2025)

Hırsızlığın Sihirli Dünyası: “NOW YOU SEE ME: NOW YOU DON’T” (2025)

İllüzyon ve hırsızlığı harmanlayarak sınırları zorlayan “Sihirbazlar Çetesi” (Now You See Me) serisi, “Now You See Me: Now You Don’t” (Sihirbazlar Çetesi: Daha Bir Şey Görmediniz, 2025) isimli üçüncü halka ile karşımızda! Yönetmen koltuğunda  “Zombieland” (2009), “Venom” (2018) ve “Uncharted” (2022) gibi yapımlardan tanıdığımız Ruben Fleischer’ın oturduğu film, Mahşerin Dört Atlısı’nın hikâyesini bir üst seviyeye taşımaya çalışıyor. Michael Lesslie ve Eric Warren Singer’ın imzasını taşıyan hikâyeden yola çıkarak Michael Lesslie, Paul Wernick, Rhett Reese ve Seth Grahame-Smith dörtlüsünün kaleme aldığı senaryo, Atlılar’ın yanlarına genç illüzyonistleri alarak çok değerli bir elmas soygunu için yeniden bir araya gelmesini konu ediniyor. Jesse Eisenberg, Woody Harrelson, Dave Franco, Isla Fisher ve Lizzy Caplan gibi oyuncular serinin mihenk taşlarını oluşturan rollerine geri dönerken Ariana Greenblatt, Justice Smith ve Dominic Sessa gibi yeni yüzlerin de katılımıyla kadro zenginleşiyor.

Her Şeyi Görmeyen Bir Göz

Her şey Boaz Yakin ve Edward Ricourt’un yarattığı ve Louis Leterrier’in yönettiği ilk film “Now You See Me” (Sihirbazlar Çetesi, 2013) ile başladı! Dört Atlı’nın bir araya gelip gösteri sırasında bir bankayı soymasının ardından hikâye, “The Eye” (Göz) adlı gizli sihirbaz örgütünün varlığıyla gizemli bir derinlik kazanmıştı. “Now You See Me 2” (Sihirbazlar Çetesi 2, 2016) isimli serinin ikinci filminde ise Atlılar, imkansız bir soygunu gerçekleştirmeye zorlanmış ve “The Eye”ın içindeki dengeler altüst olmuştu. İlk iki filmde “The Eye” örgütünün etrafında kurulan illüzyon ve intikam temelli karmaşık ilişki ağları, “Now You See Me: Now You Don’t” (Sihirbazlar Çetesi: Daha Bir Şey Görmediniz, 2025) filminde yeni bir büyük soygun ile tekrar gün yüzüne çıkıyor. Atlılar, yeniden “daha bir şey görmediniz” diyerek bizi şaşırtmayı deniyor. Ama ne mümkün!

12 yıl önce çıkan ilk film, iyi yazılmış senaryosu ile merakımızı sürekli diri tutarak oldukça keyifli bir macera ortaya koyuyordu. Hem tahminlerimizi boşa çıkartarak şaşırtan numaralar ile tansiyonu yükseltirken hem de bu numaraların perde arkasını açıklayarak bizi ikna etmeyi başarıyordu. Buna rağmen filmin sürprizleri hiç bitmiyor, son dakikasına kadar şaşırtmaya devam ediyordu. Film, hikâyesine çok yakışan bir üslup kullanmayı layıkıyla başararak seyirciye kusursuz bir illüzyon gösterisi izliyor gibi hissettirmek için elinden geleni yapıyordu. Senaryosunda bazı aksayan taraflara ve burun kıvıracağımız türden klişelere rağmen “Now You See Me”, yenilikçi bir sinema deneyimi vaat ediyordu. Gönülleri ve gişeleri fetheden başarısı elbette bir devam filminin kapısını aralayacaktı, öyle de oldu. Ama “Now You See Me 2”, iyi bir hikâye anlatmak yerine sadece etkileyici sihirbazlık numaraları sunmakla yetindi. Büyük bir gizemden ibaret olan “The Eye” örgütüyle ilgili doğru düzgün bir şey öğrenemememiz, hiç ikna edici olmayan bir şekilde kadrodan çıkan Henley’in yerine ani bir kararla getirilen Lula karakterinin eğreti duruşu, daha önceden kullanılan kötü karakterlerin farklı şekillerde yeniden karşımıza çıkarılması adeta ilk filmin kötü bir kopyasını izliyormuş gibi hissetmemizi sağlıyordu. 

Üstelik “The Eye” denilen örgüt neredeydi? Sihirbazlardan çok daha büyük oluşumun adını sürekli duyuyorduk ama perdede hep aynı kişileri görüyorduk! Her filmde daha da derinleştirilmesi gereken bu mesele, maalesef hiçbir şekilde incelenmiyor, birkaç cılız cümle ile geçiştiriliyordu. Mesela “John Wick” evrenindeki “The High Table” (Yüksek Masa) ile ilgili sırlar, her filmde biraz daha detaylı açıklanıyor, mitoloji her filmde biraz daha gelişiyordu. Ama “Now You See Me”, kendi yarattığı mitolojiyi derinleştirip geliştirmekten bile aciz! Üstelik bu durum serinin üçüncü filminde de devam ediyor. Her şeyi gördüğüne inanmamızı bekledikleri “The Eye”, birkaç veledin yaptığı düzenbazlıkları bile iş işten geçtikten sonra ancak öğrenebiliyor.

Üye Alırken İnce Eleyip Sık Dokumayan Bir Ekip

Yaklaşık 10 yıl sonra gelen bu devam filmine baktığımızda, geçmişi yad ederken günümüzün trendlerini de yakalama isteği hemen göze çarpıyor. Zira daha ilk dakikadan itibaren bir anlamda Atlılar’ın genç versiyonları diyebileceğimiz June, Bosco ve Charlie isimli karakterle tanışıyoruz. Sözüm ona, eski ve yeni neslin çatışmasını kullanarak filme ayrı bir dinamizm katmak için senaryoya eklenen bu karakterler, aslında daha çok genç seyirci kitlesinin ilgisini çekmek için hikâyeye zorla dahil edilmiş gibi duruyor. Bu karakterle hızlandırılmış bir şekilde tanışmamız, onların sanki eski bir dost gibi hemen ekibe dahil edilmesi elbette yönetmenin işine gelen bir şey! Zira bu şekilde karakterleri tanıtmak için “boşuna” uğraşmasına gerek kalmayacak ve buradan kazandığı zamanı da filmin aksiyon kısmına kolaylıkla harcayabilecek! Evet, doğruya doğru belki de serinin aksiyon anlamında en doyurucu filmiyle karşı karşıyayız. Yönetmen Ruben Fleischer, gediklerle dolu senaryoya rağmen bizi avucunun içine alan ve sonuna kadar da bırakmayan sürükleyici bir aksiyonu başarıyla inşa ediyor. Ama feda ettikleri hiç de göz ardı edilecek türden şeyler değil!

Öncelikle zaten elimizde serinin diğer filmlerinden aşina olduğumuz kalabalık bir ekip var. İlk filmdeki dört kişilik ana ekibe bir de ikinci filmde sürpriz bir karakter olarak gördüğümüz Lula’nın dahil olmasıyla Atlılar beş kişiye çıkıyor. Hiç şüphesiz, zaten fazlasıyla kalabalık olan bu ekibe perdede adil bir şekilde yer vermek oldukça zor bir iş! Bir yandan Mark Ruffalo’nun hayat verdiği, ekibi bir araya getiren lider Dylan Rhodes’in bu filmde olmaması da büyük bir eksiklik olarak hissediliyor. Ve belki de Dylan’ın eksikliğini gidermek için eklenen hiç tanımadığımız bu üç yeni karakter nereden bakarsanız bakın büyük bir problem teşkil ediyor! Üstelik yeni karakterler bir çeşit yan karakter gibi de davranmıyor. Film ilerledikçe fark ediyorsunuz ki yaratıcı ekibin bu karakterlerle ilgili başka planları var. Zira bu çaylak sihirbazlar, özellikleri birbirine benzeyen usta sihirbazlar ile aynı karalerde karşımıza çıkartılıyor. Böylece onlarla kolay bağ kurmamız sağlanmaya çalışılıyor. Hatta filmin sonlarına doğru tam olarak bir devir teslim töreni olmasa da eski karakterlerin bariz bir şekilde yenilerin gölgesinde kaldığını görüyoruz. 

Zaten bir devam filminin geleceğinin müjdesi filmin sonunda veriliyor. Ama bu devam filminde ne ile karşılaşacağımız meçhul. Eski karakterler tamamen tasfiye edilerek yeniler onların yerini mi alacak, yoksa bu filmde olduğu gibi birlikte mi çalışacaklar, bekleyip göreceğiz. Ama kesin olarak bildiğimiz bir şey var, bu filmde Atlılar’ın sayısı artarken dengeler tamamen bozuluyor. Kim lider, kim değil, belli değil! Kim yeni, kim eski, belli değil! Üstelik yetenekli ama çaylak olması gereken bu yeni karakterlerin, yeri geldiğinde eskilerden daha iyi olduklarına şahit olmamız da kafamızı bir hayli karıştırıyor.

İllüzyon Müzesinde Bir Gün

Ames odası, ters dönmüş koridorlar, aynalı salonlar ve M. C. Escher’in eserlerini anımsatan merdivenler gibi optik illüzyonlara dayalı mekanları bünyesinde barındıran “The Eye”ın Fransa’daki karargah merkezi, mekan tasarımı olarak ne kadar başarılı ise burada geçen aksiyon sahneleri o derece başarısız! Atlılar’ımızın 4’ten 8’e yükseldiğini zaten söylemiştik. Etrafta dolanan bu kadar çok sihirbaz olması da kaçınılmaz olarak irili ufaklı birçok gösteri izlemimizi sağlıyor. Hele şatoda karşılaştığımız gösterilerin bazıları evlere şenlik diyeceğimiz türden! Her bir karakterin kendisinin en iyi sihirbaz olduğunu göstermeye çalıştığı bu sahneler, daha çok liseli ergenlerin ben senden daha iyiyim kavgasını anımsatacak kadar özensiz duruyor. Elbette bu sahneler, karakterlerimizin becerilerini görelim diye konulmuş ama bu, tıpkı karakterin geçmişini onun ya da bir başka karakterin ağzından dinlemek gibi kolaya kaçılmış bir çözüm olarak fazlasıyla sırıtıyor. Böylesine etkileyici bir mekanda karşımıza çıkan kaçma kovalamaca kısımları ise zayıf bağlantılar ve aceleye getirilmiş olaylar yüzünden illüzyon müzesinde ufak bir gezinti yapıyormuşuz gibi hissettirmenin ötesine geçemiyor. 

Filmin elindekilerinin kıymetini bilmemesine dair bir başka örnek ise Veronika Vanderberg karakteri… Gerçekten büyük bir potansiyel barındıran ve Rosamund Pike’ın etkileyici performansı ile hafızalara kazınan bu karakter, seri boyunca gerçekten güçlü diyebileceğimiz ilk Antagonist olabilir. İlk filmde zaten bu anlamda bahsedeceğimiz bir kötü adam yok! İkinci filmde karşımıza çıkan ve Daniel Radcliffe’in müsamere tadında canlandırdığı Walter Mabry ise ciddiye alınmayacak kadar pespaye bir karakterdi. Bu yüzden Veronika karakteri, gerçekten Atlılar’ı zorlayacak ve bu sayede mücadele ruhu yüksek bir aksiyonun kapılarını aralayacak bir kötü figüre benziyordu. Ama gel gelelim ki sonuç hiç öyle olmuyor! Tek başına olan Veronika’nın hem 8 tane işinin ehli ve zeki sihirbaza karşı olması hem de film ilerledikçe başlangıçta çizdiği zeki ve güçlü halinden bir hayli uzaklaşıp ahmak bir insana dönüşmesi kolay lokma olmasıyla sonuçlanıyor.

Aslında gördüğümüz tüm bu hengâme, filmin sonundaki sürprizi gizlemek için yapılmış desek pek yanılmayız! Serinin ilk filmi kadar olmasa da bu filmin de sonunda bizi oldukça şaşırtan bir tablo ile karşılaşıyoruz. Evet, şaşırmasına şaşırıyoruz ama film, sürprizleri mantıksal bir düzleme oturtmakla ilgilenmediği için bir yandan da bize sunulanlarla yapbozu tamamlamaya çalışıyoruz. Tabii eldeki parçalar ile bunu yapmak mümkün olmuyor, boşluklar kalıyor! Neticesinde eğlenceli ve sürükleyici olduğu kadar mantık hatalarıyla dolu bir senaryoya sahip olan “Now You See Me: Now You Don’t”, bizi şaşırtsa da etkilemeyi başaramıyor.  9 yılın ardından gelen ve serinin hayranları için büyük beklentiler yaratan film, nihayete erdiğinde kötü bir illüzyon gösterisi izlemiş gibi hayal kırıklığına uğratıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir