
A Girl Walks Home Alone at Night / Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız (2014)
İran sineması dendiğinde, “korku” akla en son, belki de hiç gelmeyecek bir türdür. Elbette bu, ülkede korku türene dair hiçbir örneğin olmadığı anlamına gelmiyor. Bu türde az da olsa örneklere rastlıyoruz. Mesela “Aal (2010)” gibi pek başarılı olmayan fantastik korku filmlerinin yanında, “Mahi va Gorbeh / Balık ve Kedi (2013)” gibi tek plan çekilmiş dikkate değer korku filmi örnekleri bulmak da mümkün. Fakat vampir filmleri? İşte bu İran korku sinemasında, şimdiye kadar hiç görmediğimiz ve belki de hiç göremeyeceğimiz bir alt tür! Evet, Farsça çekilen “A Girl Walks Home Alone at Night / Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız”, “İlk İran vampir filmi” diye lanse edildi. Ama bu film aslında bir İran filmi sayılmaz! Her ne kadar, İngiltere’de doğan, İran asıllı Amerikalı yönetmen Ana Lily Amirpour, Amerika’da çektiği filmi için, “Bu bir İran masalı ve karakterlerde İranlı.” (IAN.Chronicle, 2015, s. 22) dese de, filmi de ancak yönetmeni kadar İranlı; içinde her şeyden biraz var…
Orta Çağdan Günümüze Uzanan Bir Efsane: Vampirler!
Vampirler ile ilgili bulgular, Babil ve Sümer mitlerine kadar uzanır. Ama vampirlerle ilgili söylentilerin hızla büyümesi Orta Çağ’da gerçekleşir. 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın batı kesimlerinde, ölülerin gece mezarlarından çıkıp, canlıların kanlarını emdiklerine dair güçlü bir inanç yayılmaya başlar ve bununla ilgili tartışmalar boy gösterir. 18. yüzyılda ise tartışmalar daha da şiddetlenir ve vampirleri görenlerin(!) sayıları da bir hayli artar. “Tüm bu tartışmalara elbette din adamları da dâhil olur. Dom Augustin Calmet adında Fransız bir papaz, 1751’de, tüm bu söylentileri birleştirir ve Traité sur les Apparitions des Anges, des Demons et des esprits (Meleklerin, İblislerin ve Ruhların Ortaya Çıkışına Dair İnceleme) adlı bir kitap yayınlar”(Akbulut, 2012, s. 28).
On beşinci yüzyılın ortalarında Eflak beyliğinin voyvodası olan III. Vlad Tepeş ya da nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda, her ne kadar “vampir” dendiğinde akla gelen ilk isim olsa da, tarihte vampir olmasından şüphelenilen tek kişi o değildir. “Kendi erotik zevkleri için yaklaşık altı yüz kişiyi kurban ettiği söylenen on altıncı yüzyıl Romanya’sının “Kanlı Kontes”i Elizabeth Bathory” (Schechter ve Everitt, 2006, s. 146) ismini de “yaşamış ünlü vampirler”in arasında sayabiliriz. Bu iki ismin -özelliklede III. Vlad’ın- edebiyatı etkilediğini ve vampirler hakkında birçok eserin ortaya çıkmasına sebep olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Bazı erken dönem şiir ve gotik romanlarda vampir söylemine rastlansa da bugünkü vampir algısını besleyen üç ana kaynak söz konusudur: İngiliz yazar John William Polidori’nin 1819 baskılı Vampir’i; İrlandalı gotik roman yazarı Sheridan Le Fanu’nun 1871 baskılı Carmilla’sı ve sinemanın kullandığı vampire çok yakın duran, yine İrlandalı bir gotik roman ustası olan Bram Stoker’ın 1897 baskılı Dracula’sı” (Akbulut, 2012, s. 29). Bram Stoker’ın, Dracula romanını yazarken III. Vlad’dan etkilendiğini de biliyoruz.
III. Vlad ya da Elizabeth Bathory kadar ünlü olmasalar da “vampirlik sanrıları”ndan mustarip bazı seri katillerin olduğu da diğer bir gerçektir. İtalyan şehvet katili Vincenz Verzeni, Britanyalı seri katil John George Haigh, Arjantinli Florencio Fernandez ve “Sacramento Vampiri” olarak anılan Richard Chase. Özellikle Fernandez, gerçekleştirdiği vahşi cinayetlerle birlikte yaşantısı ile de fazlasıyla bir vampiri andırıyordu; “Bir mağarada yaşıyor, geceleri Dracula’nınkine benzer siyah bir cüppeyle dolaşıyor ve gündüzleri komadaymışçasına derin bir uykuyla geçiriyordu” (Schechter ve Everitt, 2006, s. 322).
Kan Emicilerin Sinemadaki Yolculuğu
Georges Méliès’ın çektiği, “sinema tarihinin ilk korku filmi” olarak anılan “Le Manoir du Diable / Şeytanın Şatosu (1896)”, bazı kaynaklarda “sinema tarihinin ilk vampir filmi” olarak da geçer. Fakat film bünyesinde, bir yarasanın, “Mephistopheles” isimli şeytana dönüşmesi ve ona gösterilen bir haç yüzünden yok olması dışında, vampirler hakkında ya da onları çağrıştıracak başka bir şey barındırmaz. On beş yıl sonra çekilen, “Danimarkalı August Blom’un yönettiği Vampyrdanserinden (Vampir Dansöz, 1911) ise sinemanın ilk vampir filmidir” (Teksoy, 2012, s. 259).
Dışavurumcu Alman sinemasına baktığımızda ise vampir filmlerin medar-ı iftiharına rastlarız. Nasıl Bram Stoker’ın Dracula’sı edebiyatta çığır açmış ve vampir efsanesi ile özdeşleşmişse, onun sinemada ki ilk temsilcisi, F. W. Murnau’nun yönetmenliğini yaptığı “Nosferatu, eine Symphonie des Grauens / Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi (1922)” filmi de sinemadaki ilk önemli vampir filmi olarak kabul edilir. Fakat Nosferatu, Dracula’nın telif haklarını ödenmeden gerçekleştirilmiş bir uyarlamasıdır. Bu yüzden eserin ismi, Yunanca “nosophoros” kelimesinden gelen ve “hastalık taşıyan” anlamındaki Nosferatu ile değiştirildiği gibi vampirin ismi de “Kont Orlok” olarak değiştirilmiştir. “Stoker’ın romanında, söz konusu vampirin adı Dracula’dır ve şatosu Transilvanya’nın kasvetli tepelerinde kuruludur. Nosferatu da bir vampirdir ancak mekânı bu kez Almanya’nın Bremen kentindedir” (Akbulut, 2012, s. 14).
“Sessiz dönem Fransız sinemasının en gözde korku ve fantastik film yönetmeni Louis Feuillade (1873-1925), maskeli suçlu Fantomas ve kendilerine “Vampirler” adını veren kurgusal bir suç çetesine ait seri filmleriyle Avrupa ve Amerika’da büyük ilgi görmüştü” (Akbulut, 2012, s. 43). “Louis Feuillade’ın Birinci Dünya Savaşı yıllarında yönettiği on filmlik Les Vampires (Vampirler) dizisinin, insan kanı emen “vampirlerle” yalnızca bir ad benzerliği vardır. Feuillade’ın vampirleri, cinayete doymayan, gözü dönmüş haydutlardır” (Teksoy, 2012, s. 259). “Tüm seri toplam on iki filmi kapsamaktadır ve hepsinin toplam süresi yaklaşık 400 dakikadır” (Akbulut, 2012, s. 43).
Hollywood seyircisinin vampirlerle tanışmasıysa, ilk resmi Dracula uyarlamasından önce, Tod Browning’in yönettiği “London After Midnight / Gece Yarısından Sonra Londra (1927)” filmiyle olur. Fakat bu film aslında bir vampir filmi değildir. Başroldeki Lon Chaney, sadece bir sahnede vampir kılığına girer. “Bu nedenle Chaney, genellikle Hollywood’un ilk vampiri olarak da anılır” (Akbulut, 2012, s. 23). Hollywood seyircisinin gerçek anlamdaki bir vampir filmi için ise dört yıl daha beklemesi gerekir. “İlk sesli vampir filmi Tod Browning’in yönettiği ve Bela Lugosi’nin oynadığı Dracula’dır (1931). Daha sonraki yıllarda Robert Siodmak, Terrence Fisher, Francis Ford Coppola gibi yönetmenler de aynı konuyu işlediler” (Teksoy, 2012, s. 259).
Peki ya kadın vampirler? Daha önce de belirttiğimiz gibi tarihte Elizabeth Bathory gibi biri varken, edebiyatta ve sinemada kadın vampirlerin olmaması da mümkün değildir elbette! Kadın vampir karakterler, Sheridan Le Fanu’nun 1871 yılında yayımlanan Carmilla’sından beri kullanılıyor.
Le Fanu’nun Carmilla’sında, sinemada çok sık işlenen “dişi vampir şehveti”, “lezbiyen vampir” gibi temalara ilk kez rastlarız. Ayrıca kitap, buna bağlı olarak “vamp” ve “femme fatale” kadın tipinin de edebi öncülüğünü yapmıştır (Akbulut, 2012, s. 29). Meksikalı yönetmen Alfonso Corona Blake ise “El Santo contra las mujeres vampiro / Santo Kadın Vampirlere Karşı (1962)” ile beyaz perdeye kadın vampirleri getirmiştir. Roy Ward Baker’ın yönettiği “The Vampire Lovers / Vampir Âşıklar (1970)” ve Clive Donner’in “Vampira / Dişi Vampir (1974)” filmleri de kadın vampirlere yer vermiştir (Teksoy, 2012, s. 259). Çizgi roman evrenine baktığımızda ise Forrest J. Ackerman tarafından 1969 yılında yaratılmış Vampirella’ya rastlarız.
Kadın vampirler ile özdeşleşen bir kelime olan vamp, vampir sözcüğünden türetilmiştir. Vamp kavramı, daha sonradan yerini femme fatale kavramına bıraksa da anlamından pek bir şey kaybetmez. Güzelliği ile erkeklerin gönlünü çelen, cinselliğini erkeği alçaltmak, hatta ölüme sürüklemek amacıyla kullanan, duyarlıktan yoksun kadın anlamındaki bu kavram, ilk kez Frank Powell’in yönettiği “A Fool There Was / Orada Bir Çılgın Vardı (1915)” adlı filmden sonra kullanılmıştır (Teksoy, 2012, s. 258).
Başlangıçta, efsaneleri ete kemiğe büründüren, korkutucu, gerilim dolu ve heyecan verici bir yolculuk olan vampir filmleri, günümüzde artık burun kıvırdığımız bir hale geldi. Bunun en büyük suçlusu olarak da “Twilight / Alacakaranlık” serisini gösterebiliriz. Hatta serinin bitmesinden sonra Alacakaranlık’ın haleflerinin iyice çoğalması ve sözüm ona vampir parodilerinin -en hafif tabirle- suyunun çıkması vampir filmlerine bakış açımızı da bir hayli değiştirdi. Artık her gelen vampir filmi aklımıza, pespaye Alacakaranlık serisini ve onun kötü kopyalarını getiriyor. Tabi yakın zamanda Jim Jarmusch’un yazıp yönettiği “Only Lovers Left Alive / Sadece Âşıklar Hayatta Kalır (2013)” gibi türe yeni bir bakış getiren, orijinal hikâyesini etkileyici bir dille aktaran örneklerde yok değil!
“The New York Times’ın Jim Jarmusch’un cool’luğuna sahip” (IAN.Chronicle, 2015, s. 20) dediği “Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız”da türe yeni soluk getiren yapısı ile altını çizmemiz gereken önemli bir film…

İran Asıllı Amerikalı Yönetmen: Ana Lily Amirpour
Marjane Satrapi’den sonra İranlı olan ama “İran Sineması” ile birlikte anamayacağımız bir kadın yönetmenle daha tanıştık: Ana Lily Amirpour! Daha önce kısa film olarak çektiği “Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız”da dâhil olmak üzere toplam dokuz kısa film çeken yönetmenin, ilk uzun metraj denemesinde vampirlerle ilgili bir film yapmasına şaşırmamak gerek. Zira kendisi vampirlere olan hayranlığını şöyle dile getiriyor: “12 yaşından beri hep vampir olmayı istedim. Çocukken Anne Rice’ın “The Vampire Lestat”ına hayrandım. “Lost Boys”dan “Once Bitten”a, Coppola’ın “Dracula”sına kadar her filmi izledim (IAN.Chronicle, 2015, s. 22). Amirpour’un türe olan hayranlığı, ilk uzun metraj filminde, hem geleneksel vampir filmlerinin dokusunu korumasına hem de türe yeni şeyler katmasına yarar sağlamış gibi gözüküyor.
Özellikle yönetmenin, isimsiz kadın vampir karakteri için çizdiği portrenin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Diğer vampir filmlerinde rastlayacağımız türden “vamp” ya da “femme fatale” bir kadın karakter yok karşımızda. “Güzelliği ile büyüleyen vampir kadın” klişesinden başarıyla kurtulup daha sağlam ve daha dokunaklı bir karakter yaratmayı başarmış yönetmen. Hatta karakterin makyaj yaptığı sahnelerde, bu klişeye bir gönderme yapmayı da ihmal etmemiş.
Filmin baskın olan kısmı elbette ki bir vampir filmi olması; fakat filmin bir de western tarafı var! Evet, aynı anda hem Nosferatu’yu hem de Spaghetti Western’leri potasında eritmeye çalışan filmi için yönetmen Amirpour: “Nosferatu”dan, Spaghetti Western’lerden, yılan ve kedi görüntülerinden ve Harmony Korine’nin “Gummo” filmi gibi pek çok kaynaktan ilham aldım” (IAN.Chronicle, 2015, s. 22) diye itiraf ediyor. Dışavurumcu Alman sinemasını ve Spaghetti Western’leri filmin ilham kaynakları arasında sayabiliriz. Fakat bu ilham listesine Frank Miller’in sert ve gerçekçi üslubuyla yarattığı “Sin City”yi de dâhil etmemiz gerekiyor bence. Üstelik Amirpour, filmdeki distopik şehrin adı olan “Bad City” ile de, Miller’e selam çakıyor sanki!
Bu kadar uzun bir giriş yaptıktan ve filmin bir yıl gecikmeli olarak bu sene ülkemizde, Şubat ayında “15. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali” ve daha sonra Nisan ayında “Başka Sinema” kapsamında gösterime girdiğini de hatırlattıktan sonra artık filmimizden bahsetmeye başlayabiliriz…

Kara Çarşaflı Vampir Kız Masalı
(Yazının buradan sonraki kısmı, filmle ilgili sürprizleri bozacak bilgiler içermektedir.)
Siyah-beyaz görüntüler, abartılı ışık kullanımı, karamsar atmosfer tasarımı ve tekinsiz mekân konsepti ile hayalet kasaba “Bad City”ye giriş yapıyoruz.
Her ne kadar bu kasaba vahşi batıyı andırsa da, sokaklarında beli silahlı kovboylar yoktur. Aslına bakarsanız etraftaki insan sayısı bir elin parmaklarını bile geçmez! Bunun sebebini anlamamız ise pek uzun sürmez. Kasabanın girişine açılmış devasa çukurun içi, ağzına kadar cesetlerle doludur. Kanunun, polisin olmadığı bu kasabada, insanların rahatça birbirlerini öldürdüklerine şahit olsak ta, bu kadar çok insanın ölmesinin sebebi salgın bir hastalıkta olabilir ya da gece yarısı sokakta tek başına yürüyen bir kızda… Fakat bu insanların ölüm sebebi bize tam olarak açıklanmaz. Zaten bu o kadar da önemli değildir. Önemli olan, sonuçların etkili bir şekilde anlatılamamış olmasıdır! Büyük ihtimalle, imkânları sebebiyle az oyuncuyla çalışan yönetmenin, hayalet kasaba atmosferini yaratmak için bulduğu bu fikir, fikir aşamasında parlak gözükse de, uygulamada pek etkili olmuyor maalesef! Bunun başlıca sebepleri arasında, ceset dolu çukuru sadece bir iki kez uzaktan görmemiz, ölümler hakkında fikir yürütebileceğimiz birkaç sahne dışında, bu konuda hiçbir şeyin söylenmemiş olması ve kasaba halkı adına bize üç beş kişinin seçilip sunulması gösterilebilir.
Elbette yönetmen, bir kasaba ortamı yaratmak için onlarca ya da yüzlerce insanı bize göstermek zorunda değildir. Daha minimal şekillerde, üstelik anlatmak istediğini daha etkili bir şekilde vererek bunu yapabilir. Fakat yönetmen Amirpour, bir kasaba oluştururken, kasabadakilerin çoğunun öldüğünü vurgulamış ve geriye kalan az sayıdaki halkı göstermeyi, bir kasabayı temsil edecek kişileri seçerek yapmayı denemişse de bunda pek başarılı olamamıştır. Bu noktada M. Night Shyamalan’ın “Signs / İşaretler (2002)”, “The Village / Köy (2004)” ya da “Lady in the Water / Sudaki Kız (2006)” filmlerini örnek olarak gösterebiliriz. Her üç filminde de Shyamalan, seçtiği az sayıdaki kişi ile bir kasabanın, bir köyün hatta bir ülkenin nüfusunu temsil etmeyi başarmış, gerilimi ve karamsar atmosferi usta bir şekilde yaratmıştır.
Üstelik filmin kendi gerçeklik evreninde, ikna edici ol(a)mamasının tek sebebi, filmdeki oyuncu sayısı değildir elbette! Sorun daha çok yönetmenin, seçtiği karakterleri iyi yansıtamamış ve derinlemesine incelemeyi başaramamış olmasından kaynaklanıyor. Küçük bir çocuk, her tarafı dövmelerle kaplı bir pezevenk, hayatından memnun olmayan depresif bir fahişe, balonla dans eden yalnız bir transseksüel, uyuşturucu bağımlısı yaşlı bir adam, arabasına âşık genç bir adam, şımarık zengin bir kız ve garip bir kedi. İşte kasaba halkını temsil eden bu kişiler, -her ne kadar koca bir kasabada dolanırken, karakterlerin azlığından dolayı bir “boşluk” hissetsek de- en azından karton bir karakterden öteye gitmeyi başarabilseydiler daha etkili bir filmle karşılaşacağımız da muhakkaktır. “Pezevenk” karakteri diğer yan karakterlere nispeten, hem oyuncunun performansından, hem de daha özenle yaratıldığından akılda kalmayı ve etkileyici olmayı başarıyor. Bu karakterden, yazının sonunda daha detaylı bahsedeceğiz…
Amirpour, “Her karakterin tarzına göre playlist’ler hazırladım. Senaryomu yazarken bu playlist’leri dinledim. Müziksiz bir film düşünemiyorum. Filmde her sahneye özel şarkılar kullandım. Soundtrack’te şarkıları yer alan her grupla ve müzisyenle iletişime geçtim ve onları da projeye kattım” (IAN.Chronicle, 2015, s. 22) diyerek müzik konusunda ne kadar seçici ve hassas davrandığını söylese de yönetmenin müzik sevdası yüzünden, film uzun bir müzik klibine dönüşmüş. Müziklere uyum sağlaması için gereksiz uzatılmış sahneler ve kopuk geçişler ile art arda dizilmiş sekanslar çoğu zaman filme adapte olmakta zorlanmamıza ve bundan dolayı da sıkılmamıza sebep oluyorlar. Gerçi karakter ruh haline göre değişen müzikler bazı sahnelerde ruha dokunacak kadar hoş bir uyum sağlasalar da, müzikler genel olarak filmin bütününde sırıtıyorlar.

Neyse ki yan karakterlerin başarısızca resmedilmesi, başkarakterimize sirayet etmemiş. Sheila Vand, isimsiz vampiri (bundan sonra ondan “Vampir Kız” diye bahsedeceğiz) etkileyici bir şekilde ete kemiğe büründürüyor. Vampir Kız filmin en başarılı şekilde yaratılmış karakteri bana kalırsa. Bunun başarılmasındaki en önemli sebep ise yönetmenin, Vampir Kız’a birçok otobiyografik özellik atfetmiş olmasından kaynaklanıyor. Yani anlayacağınız filmdeki kötü Vampir Kız, Ana Lily Amirpour’un Bad City’deki yansıması! Tıpkı yönetmen gibi Vampir Kız’da müzik sevdalısı; evi plaklardan, müzik kasetlerinden geçilmiyor. Gece eve geldiğinde, sevdiği müzikleri dinliyor ve transa geçmişçesine dans ediyor. Değerli eşyalardan, paralardan geçilmeyen bir evden, sadece müzik kasetleri çalıyor. Ayrıca Amirpour gibi Vampir Kız’ında kaykay kaymaya pek düşkün olduğunu söylemeliyiz. Üstelik bu karakter üzerinden Amirpour, İran’a ve İranlı olmaya da nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu bize gösteriyor. Evet, karakter detaylı bir şekilde işlenmiş ve gizemli ruh hali başarıyla tasvir edilmiş. Fakat bunlar karakterin başarısız, sorunlu ve aksayan yönleri olmadığı anlamına gelmiyor!
Mesela Vampir Kız neden çarşaf giyiyor? Film, dini bir simge olan başörtüsünün, İran İslam Devrimi’nden bir yıl sonra, ülkede zorunlu hale gelmesiyle kısıtlanan özgürlükleri mi sorguluyor? Yoksa bu dini simgenin altında yatan anlamın içini mi boşaltmaya çalışıyor? Açıkçası burası biraz karışık! Filmin -alt metinde birçok mesaj barındırsa da- dini ya da ideolojik bir kimlik taşıdığını düşünmüyorum. Ama filmde Vampir Kız’ın çarşafının, -kullanım şekli bakımından- Dracula’nın pelerininden pek bir farkı yok! Buna bağlı olarak yönetmenin, alttan alta dalga geçtiği çarşafı, parodi malzemesi olarak kullandığını hiç düşünmeden söyleyebiliriz. Çarşaflı vampir kız fikri değil ama filmdeki uygulaması -en azından benim için- rahatsız edici…
Gelelim karakterin diğer aksayan taraflarına. Karşımızda bir anti-kahraman olduğu apaçık ortada! Birilerine yardım etmek için de, nedensiz yere de adam öldürüp kan içiyor… Ama ne olursa olsun durmadan birilerini öldürüyor! Üstelik öldüreceği kişileri neye göre seçtiğini bir türlü anlayamamamız başlı başına bir sorunken, bir de yardım ettiği kişilere neden yardım ettiğini de anlayamamamız kafamızı iyice karıştırıyor. Belki de bu, kafası karışık Vampir Kız’ın halet-i ruhiyesini anlamamız için yapılmış bir şeydir bilemiyorum. Ama kesin olan şey, bu karakterle bir türlü empati kuramamamız oluyor. Ayrıca kesin olan başka bir şey daha var: Vampir Kız iyi biri değil! Fakat sürekli içsel bir çatışma içerisinde olduğunu da âşık olduğu Arash ile olan ilişkisinden anlayabiliyoruz…

İşte bu noktada filmdeki aşk unsurundan bahsetmemiz gerekiyor. Filmin en akılda kalan ve en hoş sahnelerinden birisini, Vampir Kız’ın Arash’a âşık olduğu sahne oluşturuyor. Vampir Kız’ın Dracula kostümüyle gördüğü Arash’a âşık olması, aşklarının sürekli gelgitler içermesi; türün vıcık vıcık aşk kokan sahnelerine güzel göndermeler ve çarpıcı eleştiriler içeriyor. Filmde de kendi adını kullanan Arash Marandi, senaryoda da altı iyi çizilmiş karakterini başarıyla canlandırıyor.
Bolca kullanılan cinsel imalar, göndermeler ve metaforlara rağmen filmde hiç seks sahnesi görmeyişimiz ise bir hayli şaşırtıcı! Fakat bu tercihin çok doğru olduğunu söylemem gerek. Korku, gerilim filmleri söz konusu olduğunda -blockbuster ya da bağımsız sinema örneği olsun fark etmez-, gereksiz yere kullanılmış bolca seks sahnesi görürüz. Bu gişe mantığından kurtulmak, yönetmeni yaratıcı çözümler bulmaya itmiş; Amirpour’un kullandığı Lubitsch’vari cinsel metaforlar hem yerinde hem de etkileyici.
Son olarak -tüm handikaplara rağmen- filmin belki de en akılda kalıcı yan karakterlerinden biri olan Saeed karakterinden ve onun dövmelerinden bahsetmek istiyorum. Kafasında kocaman Farsça harflerle “Pezevenk”, boynunda Latince harflerle “SEX” dövmeleri olan, görüp görebileceğimiz en berbat, en iğrenç, en aşağılık insan olan Saeed, bazı sahnelerde Sheila Vand’dan bile rol çalmayı başaran Dominic Rain tarafından o kadar inandırıcı bir şekilde canlandırılıyor ki film boyunca ondan nefret etmemek mümkün değil. Zaten Vampir Kız’da, Saeed’in depresif fahişeye yaptıklarına dayanamayıp bir gece vakti, akşam yemeği olarak onu seçiyor. İşte bu sahnede benim dikkatimi çeken önemli bir şey var! Saeed bünyesinde barındırdığı envai çeşit kötülük ile sanki “Pehlevi Hanedanlığı”nı sembolize ediyor. Boynundaki Zerdüştlüğün sembolü olan ve “Pehlevi Hanedanlığı”nın da kullandığı sembol, “Faravahar” dövmesi bu düşüncemi pekiştirecek cinsten. Ve sonra çarşaflı Vampir Kız, Saeed’i öldürüyor. Bu olay akla hemen “İran İslam Devrimi”ni getirmiyor mu?

Sonsöz ve Gelecek Projeye Dair
Son tahlilde, “Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız” vampir ve western filmlerini seviyorsanız şans vermeniz gereken bir yapım. Vampir filmlerine çok fazla yenilik getirmese bile, en azından türün bayatlamış numaralarından sıyrılıp farklı bakış açısıyla ve etkileyici görselliğiyle dikkat çekmeyi başarıyor. Yönetmenin uzun ilham listesinden özgün bir iş ortaya çıkardığı da bir gerçek. Bir başyapıt olmasa da izlemeye değer bir ilk film denemesi!
Yönetmen Amirpour’un, Jason Momoa, Keanu Reeves ve Jim Carrey gibi ünlü oyuncularla çalışacağı yeni filminin hazırlıklarına başladığının müjdesini de verelim. “Bir sonraki filmim “The Bad Batch”, bir yamyam-aşk hikâyesi. Senaryosu yarım ama soundtrack’i hazır” (IAN.Chronicle, 2015, s. 22) diyen Amirpour, bu sefer karşımıza nasıl bir film ile çıkacak, merakla bekliyoruz…
Kaynakça
1. Akbulut, D. (2012). Sinemanın İlkleri: Korku Sineması. İstanbul: Etik.
2. Okçuoğlu, H. (2015). Kötü Şehrin Kötü Kızı: Ana Lily Amirpour. IAN.Chronicle, Şubat (Sayı 3), ss. 20-22.
3. Schechter, H., Everitt, D. (2006). A’dan Z’ye Seri Katiller Ansiklopedisi (Çev. S. Güneyli). Ankara: Phoenix.
4. Teksoy, R. (2012). Ansiklopedik Sinema Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Oğlak.