Film Mahkemesi #2: Signs (2002)
“Empire” isimli sinema dergisini takip etmiş olanlar bilirler; “Film Mahkemesi” bölümü, bu derginin son sayfalarında yer alan, son derece yaratıcı ve okuması bir hayli keyifli bir bölümdür. Derginin Ocak 2009 sayısı ile Türkiye’deki yayın hayatına son vermesi, bizi fazla üzdüğünden bu bölümden esinlenerek kendimize has bir “Film Mahkemesi” yapalım dedik. Bu ay mahkemede İşaretler var. (Bir Önceki Mahkeme: Şirinler) Hazırsanız mahkeme başlasın!
Yüce mahkeme… Saygıdeğer jüri üyeleri…
Bu ay mahkememize gelen Signs (İşaretler) filmi, kanaatimce yargılanmak için çok geç bile kalmış bir film. Biliyorsunuz Signs, The Sixth Sense (Altıncı His) ile elde ettiği başarısından sonra, bu başarıyı Unbreakable (Kırılmaz) ile bir arpa boyu bile ileri taşıyamayan ve hala kendini başarılı çocuk oyuncuların (örneğin Altıncı His filminin altın çocuğu Haley Joel Osment’ın) sırtına çıkarak göstermeye çalışan M. Night Shyamalan’ın -çok affedersiniz- saçma sapan bağlantılarla kurduğu, son derece zayıf ve yetersiz bir filmi.
Film vizyona girmeden önce, hatırlayanlar bilir kamuoyunda mükemmel bir uzaylı filmi izlenimi oluşturdu. Bunu filmin teaser, fragman ve afişlerinden görebiliriz. Ama karşılaştığımız durum ise bir facia, felaket, tür
katliamı..! İnanın hangi kelime ile anlatacağımı bilemiyorum.
Zayıf, çok zayıf bir jenerikle açılan filmde karşılaştığımız oyunculuk bizi sadece şaşkınlığa sürüklüyor. Neden bilemiyorum ama Shyamalan oyuncuları robot (aslında kullanmak istediğim kelime; moron) gibi yönetmiş. Bu tarz bir oyunculuk belki başka filmlerde –özellikle kara komedi türünde- bir anlatım tarzı, mizahi bir üslup olarak kullanılabilir. Ama beklentilerin yüksek olduğu ve sağlam bir bilim-kurgu olarak düşünülen filmimiz için tek kelimeyle felaket. Allah aşkına, ne tür bir film izliyoruz? İnanın, bu soruyu filmi izlerken defalarca kendinize soruyorsunuz.
(Kanıt A)
Bu nasıl bir yönetmen hayal gücüdür? Lütfen şu rezalete bakınız; bebek monitörü ile uzaylı sinyali aldırıyor filmin kahramanlarına. Bu ne düşüklüktür! Uzaylılar nasıl oluyor da sinyallerini bir bebek monitörüne kaptırıyorlar? Nerede bunların teknolojileri? Bu ne acizliktir! Tabi yönetmenin bu eksiklikleri filmi de doğal olarak düşürüyor.
(Kanıt B)
Şimdi sayın jüri üyeleri, dikkatinizi bir şeye çekmek istiyorum. Yönetmenin şovenist duyguları… Bildiğiniz üzere yönetmen bir Hintli ve filmlerinde ya Hintli oyuncuları ya da Hindistan’ı bir şekilde ön plana çıkarmaya çalışıyor. Filmimizin Amerika’da geçmesine, konunun küresel olmasına aldırış etmeyen yönetmen, filmin televizyon sahnelerinde sadece Hindistan’ı gösteriyor.
(Kanıt C)
Şimdi de yüce mahkemeye, bazı göze batan sahnelerle filmin şimdiye kadar çekilmiş –ve muhtemelen çekilecek- en kötü bilim-kurgu filmi olduğunu göstermek istiyorum:
- Shyamalan, anladığımız kadarıyla bütün hayal gücünü The Sixth Sense filmiyle tüketti. Neden mi? Filmde büyük bir dikkatle gizlenen ve sonlarına doğru gösterilen uzaylıların, klasik uzaylı modelinin hiçbir şekilde dışına çıkamaması, kesinlikle orijinal bir tasarımdan uzak olmasıdır.
- Klasik uzaylı modeline eklenen bir tek zehirli gaz özelliği vardır ki, astım olan Morgan ile filmin sonunda bağlantı kurabilmek için zorlama bir olgudur.
- O kadar ilerlemiş ve gelişmiş medeniyetin canlıları var karşımızda (o vücutla onları nasıl yapabildiklerini hala anlayabilmiş değilim) ama bir tane, evet sayın jüri bir tane bile teknolojik silah göremiyoruz.
- Neymiş efendim, silahlarla dünyaya zarar vermek istemiyorlarmış da, sadece dünyadaki besinleri almak istiyorlarmış da… Palavralara bakın!
- Film uzaylıların istilasını anlatıyor ama bir tane bile uzay gemisi göremiyoruz. Ancak ekin işaretlerini, bu gemilerle kendilerine harita oluşturmak için yaptıkları iddia ediliyor ki son derece gelişmiş teknolojilerine rağmen tarlalara Hansel & Gretel misali iz bırakarak yön bulmak, sanırım sadece: komik!
- Meşhur ekin işaretleri, filmin ana unsurları içinde kullanılıyor ama bir de -en azından filmin sonunda- bunların nasıl olduğunu öğrenebilseydik!
- Bağlantılar çok zayıf ve hiç ikna edici değil! Örneğin; Rahip Graham’ın karısı ölürken “Bütün gücünle vur!” diyor. Evlere şenlik bir sahne ile Merrill sopayı duvardan alarak uzaylıya vuruyor. Yere düşen uzaylı, küçük kız Bo’nun sürekli bir mazeret bularak içmediği ve etrafa bıraktığı suların üzerine dökülmesiyle ölüyor. (Uzaylıların suya karşı zayıflıklarının, War of Worlds filminden yapılan ucuz bir taklit olduğu ise aşikârdır.) Bütün bunlardaki saçma sapan, zorlama bağlantıların yorumunu ise yüce mahkemeye bırakıyorum.
Ve her şey ne için? Olanları bir bütün olarak gören Rahip Graham’ın inancını tazelemesi için.
Son olarak sayın jüri üyelerine şunu sormak istiyorum: Bir insanın inanç sorgulamasını, hangi tür bir filmle anlatırdınız?
Saygı Değer Jüri Üyeleri ve Sayın İddia Makamı…
Manoj Nelliyattu Shyamalan ya da bilinen adıyla M. Night Shyamalan’ın filmografisine şöyle bir göz attığımızda onun ne kadar iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu hemen fark edebiliriz. Ama sözlerinden anladığımız kadarıyla sanırım İddia Makamı bunu unutmuş gözüküyor!
Praying with Anger ve Wide Awake’den sonra filmografisinde bir milat olarak değerlendirilebilecek olan, Hitchcock’vari gerilimi kendi yenilikçi üslubuyla harmanlayıp ortaya koyduğu The Sixth Sense, kuşkusuz
seyirciyi ters köşeye yatıran finaliyle hafızalara kazındı. Ayrıca bu filmle Oscar, BAFTA ve Altın Küre’ye aday olan Hint asıllı yönetmen eleştirmenlerden de tam not aldı. Ardından bir yıl sonra başarısının bir tesadüf olmadığını ispatladığı Unbreakable için İddia Makamının “The Sixth Sense ile elde ettiği başarısından sonra, bu başarıyı Unbreakable ile bir arpa boyu bile ileri taşıyamadı.” şeklindeki suçlaması oldukça gülünç ve asılsızdır! Çizgi romanlardan bağımsız, özgün kahraman filmi Unbreakable’ın etkileyici atmosfer tasarımını, Bruce Willis ve Samuel L. Jackson’ın karşılıklı döktürdüğü sahneleri ve sizi şok eden sürpriz sonunu anımsarsanız her şeyi daha iyi anlayabilirsiniz.
Neyse biz filmimize dönelim… M. Night Shyamalan, Unbreakable’den iki yıl sonra bu sefer Signs ile sinemaseverlerin karşısına çıktı. Sık sık hayranlığını dile getirdiği Hitchcock’un yeni nesil varisi olarak anılan yönetmen, “gösterilmeden yaratılan gerilim daha güçlüdür” ilkesini son derece başarılı bir şekilde kullandığı için eminim Hitchcock yaşasaydı Signs filmini çok severdi!
Gelelim oyunculuklara… Filmin iki önemli başrolü Mel Gibson ve Joaquin Phoenix için robot ve hatta moron diyecek kadar ileri giden İddia Makamına maalesef katılmam mümkün değil. Mel Gibson, eşini, inancını ve yaşam enerjisini kaybetmiş eski peder Graham’ı en iyi şekilde perdeye taşıyor. Joaquin Phoenix ise beyzbol sevdalısı Amca Merrill’i tam kararında ete kemiğe büründürüyor. Elbette bu iki oyuncunun en iyi performansları değil bunlar -çünkü ikisinin de çok daha iyi performanslarını seyrettik- ama İddia Makamı’nın belirttiği gibi berbat bir oyunculuk sergilemedikleri kesin! Ayrıca yönetmeni sırtını çocuk oyunculara yaslamakla suçlayan İddia Makamı, yönetmenin sinema dünyasına kazandırdığı Abigail Breslin’i görmezden geliyor herhalde. Hatırlarsanız kendisi henüz 10 yaşındayken Little Miss Sunshine filmiyle Oscar’a aday olmuştu. Aslında bunun sinyallerini daha 6 yaşındayken oynadığı ilk filmde yani Signs’te veriyordu!
(Kanıt A)
Şimdi soruyorum size sayın jüri üyeleri, yönetmenin filmin kahramanlarına bebek monitörü ile uzaylı sinyali aldırıyor olması bir acizlik, bir düşüklük müdür? Yoksa hayal gücünün genişliğinin bir göstergesi midir? Ya da türün klişelerine yapılan bir gönderme mi? İşin aslı M. Night Shyamalan’ın filmlerinde böyle absürd sahnelere rastlamak mümkün. Mesela Lady in the Water filminde Joey Dury’in Corn flakes kutusu ile geleceği okumasını gibi. Hem uzaylıların sinyalleri bilerek göndermediklerini nereden biliyoruz ki?
Bence şovenist duygularla kendi milletine duyulan sevgi karıştırılmamalıdır. Hatta Amerika’da büyüyüp Hollywood’da saygın bir yönetmen olduktan sonra bile özünü unutmadığı için M. Night Shyamalan takdir edilmelidir. Hollywood filmlerinin bıkıp usanmadan, her uzaylı istilasını kendi toprakları ile sınırlandırmasına karşı yapılmış güzel bir göndermedir ayrıca bu televizyon sahneleri. Ve İddia Makamını filmi daha dikkatli izlemeye davet ediyorum. Yönetmen bu sahnelerde sadece Hindistan’ı göstermemiştir.
(Kanıt B)
Son olarak İddia Makamının gözüne batan sahnelere açıklık getirmek istiyorum:
- M. Night Shyamalan’ın filmde klasik uzaylı modelinin dışına çıkmaması, onun hayal gücünü yitirdiğinin göstergesi midir yani? O zaman hayal gücünden zerre şüphe etmeyeceğimiz Steven Spielberg’in E.T. ve A.I. filmlerindeki uzaylıları için ne demeliyiz?
- Şimdiye kadar uzaylılarda bu ve bunun gibi bir özelliği görmemiş olduğumuzu düşünürsek bence son derece yaratıcı olan zehirli gaz özelliği tam da M. Night Shyamalan’ın zekâsının ürünü. Bu özelliğin astım olan Morgan ile filmin sonunda bağlantı kurulmasıyla ise son derece etkileyici bir sahne ortaya çıkarıyor.
- Sayın İddia Makamı, aciz görülen insan vücudu bile koskoca piramitleri inşa etti, uzaylılar neden bu teknolojileri yapamasınlar. Evet, filmde bir tane bile teknolojik silah göremediğimiz doğru. Ama bence bu film için bir eksiklik değil. Çünkü M. Night Shyamalan bir uzaylı filmi deyince akla gelen her şeyden soyutlamış filmi. Çünkü amacı farklı… En azından uzaylılar, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Cowboys & Aliens filmindeki gibi ışın silahları olduğu halde kullanmıyor değiller!
- Filmin sonunda bile M. Night Shyamalan uzaylı istilasını kesin bir sonuca bağlamıyor. Silahlarla dünyaya zarar vermek istemiyorlar, bu yüzden yumruk yumruğa savaşıyorlar ve sadece dünyadaki besinleri almak istiyorlar gibi yanıtları, ya Morgan’ın okuduğu kitapta ya da radyoda duyuyoruz. Yani bunlar sadece varsayımlar. Belki de yönetmen bize türün klişelerini hatırlatmak istemiştir kim bilir…
- Filmde uzaylıları bile doğru düzgün görmezken uzay gemisi görme isteği de neyin nesidir böyle?
- Tarlalarda ve diğer yerlerde oluşan “tuhaf” işaretlerin uzay gemilerinin oluşturduğu ortada ama bu da kesin değil. Bu işaretler hakkında tek bildiğimiz şey ise işaretleri yönlerini belirlemek için yaptıkları.
- Şüphesiz Signs filmi diyince akla gelen ilk şey çarpıcı final sahnesidir. Rahip Graham’ın karısının ölmeden önce sarf ettiği sözlerin bir tesadüf olmadığını hatta Bo’nun türlü sebeplerle içmediği suların bardaklarını evin her yerine bırakmasının bir tesadüf olmadığını hatta ve hatta hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını mükemmel bir şekilde bize anlatıyor bu sahneyle M. Night Shyamalan.
Henüz istila başlamamışken Mel Gibson’ın ağzından dökülen sözcükler ile filmin en can alıcı sorusu soruluyor aslında seyirciye ve filmin asıl anlatmak istediğini çok iyi özetliyor bu soru: İnsanlar iki gruba ayrılır. Siz hangi gruba dâhilsiniz?
(Kanıt C)
Rahip Graham: İnsanlar iki gruba ayrılır. Şanslı bir durumla karşılaştıklarında birinci grup bunu şanstan, rastlantıdan öte bir şey olarak yorumlar. Bir işaret olarak yorumlarlar. Bu, yukarıdan onları kollayan biri olduğuna dair bir kanıttır. İkinci grup bunu sadece şans olarak yorumlar, olayların olumlu yönde değişimidir. İkinci gruptakilerin bu ışıklara kuşkuyla baktıklarından eminim. Onlara göre bu durum %50 iyi ya da %50 kötü sonuçlanabilir. Yani Kötü olabilir ve ya İyi olabilir. Ama kalplerinin derinliklerinde ne olursa olsun tek başlarına olduklarını hissederler ve bu onları korkutur. Bu tür insanlar vardır. Ama birinci gruptan da birçok insan var. Onlar bu ışıkları gördüklerinde bir mucize görürler. Kalplerinin derinliklerinde her ne olursa olsun onlara yardım edecek biri olacağını hissederler. Bu da onlara umut verir. O yüzden kendine hangi gruptan olduğunu sormalısın. İşaretler ve mucizeler görenlerden misin? Yoksa insanların sadece şanslı olduklarına mı inanıyorsun? Ya da soruyu şöyle ele al: Rastlantı diye bir şeyin olmaması mümkün mü?
Savunmamı ünlü Amerikalı eleştirmen Molly Haskell’in dediği bir sözle bitirmek istiyorum:
“İki türlü sinema vardır: Gördüğümüz filmler ve anılarımızda kalan filmler.”
Signs ise kesinlikle anılarımızda kalan filmler arasında…
Jüri Kararını Verdi:
İşaretler SUÇSUZ!