Sinema Sohbetleri #3: Almanya – Willkommen in Deutschland (2011)

Sinema Sohbetleri #3: Almanya – Willkommen in Deutschland (2011)

Göç, insana ne hissettirir? Ayrılık, acı, korku, bilinmezlik, özlem, yabancılaşma… Ama göçün salt bu ve bunun gibi duyguların içine hapsolunarak anlatılamayacağını, insanın mizahi yanına dokunarak da bu duyguların hissettirilebileceğini “Almanya – Willkommen in Deutschland” filmiyle beraber daha iyi anlayan Tatar Kardeşler, şimdi de bu film ile ilgili düşüncelerini anlatmaya çalışıyorlar…

Almanya’ya hoş geldiniz!

Ümit: Biliyorsun Uğur, bu yılAlmanya’ya göçün 50’inci yılı.

Uğur: 50 yıl oldu değil mi?Her şeyII. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın, ekonomisini kalkındırmak adına ilk olarak İtalya ve İspanya gibi ülkelere daha sonra da Türkiye’ye işgücü için kapılarını açmasıyla başlamıştı.

Ümit: Böylelikledaha çokpara kazanma ve daha müreffeh bir yaşam umuduyla çok sayıda Türk işçisinin de Almanya macerası başlamış oldu.

Uğur: Sanırım bu sebepten ötürü,geçtiğimiz haftalarda ülkemizde de vizyon şansı yakalayan“Almanya –
Willkommen in Deutschland”  filmi büyük bir önem taşıyor! Çünkü Berlin Film Festivali’nde yarışma filmlerinden biri olma şansını kaçırarak yarışma dışı gösterilen ve48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin “Uluslararası Yarışma”sında “En İyi Film” ödülü alan film, işte bu göç maceralarından birine odaklanıyor.

Ümit: Ve bu maceranın başkahramanı, göç dalgasına katılan milyonlarca kişiden sadece biri olan Hüseyin Yılmaz’ın, 10 Eylül 1964 tarihinde -bir Türk centilmenliği sebebiyle- 1.000.001’inci Gastarbeiter (konuk işçi) olarak Almanya’ya gelmesiyle başlayan film, derdini masalsı bir dille anlatmaya çalışıyor diyebiliriz.

Uğur: Hem masalsı bir kültür komedisi hem de naif ve dramatik bir yol filmi!

Ümit: Evet, sanırım filmimizi en güzel özetleyen cümle bu! İstersen filmi şöyle bir hatırlayalım (ve hatırlatalım). Köyünde saf ve masumca sevdiği kızla evlendikten sonra geçim sıkıntısı çeken Hüseyin Almanya’ya gurbete gider. Burada elde ettiği refah yaşamın etkisi ve ülkesinde yaşanan bazı olumsuzlukların sebebiyle ailesini Almanya’ya götürür. Aradan yıllar geçer… Bu kez tam aksi bir durum hâsıl olur ve Hüseyin, Almanya’da parçalanmaya yüz tutmuş ailesini memleketlerine geri götürerek bazı önemli değerleri hissettirmeye çalışır.

Uğur: Bu tip bir konuyu işleyen filmin –üstelik filmin göçün 50. yılında denk getirilmesini de işin içine katacak olursak- başkarakterinAlmanya’ya geliş sebebinden Almanya’ya ilk gelişine ve buradan da Türkiye’ye kadar geçen bütün sürede, genellikle içimizi burkacak kadar dramatik bir film beklemek gibi bir hissiyata kapılmamız gayet olası. Fakat bunun aksine Şamdereli Kardeşler “Kırk Metre Kare Almanya” ve “Almanya Acı Vatan” kadar karamsar bir tabloyla karşımıza çıkmak yerine kendilerine daha mizahi bir anlatım tarzı seçmişler.

Ümit: Burada hemen belirtelim, mizahi derken“Sarı Mercedes” ve “Gurbetçi Şaban” filmlerindeki gibi komedinin baskın bir şekilde ön plana çıkartılarak anlatıldığı bir göç olgusundan bahsetmiyoruz. Bunun yerine göç, tüm bu saydığımız filmlerinde arasında ve kıvamında bir tatla perdeye aktarılmış.

Uğur: İşte bu yüzden; oldukça ciddi bir konuyu, hassas bir denge yakalayarak ne Almanları ne de Türkleri
ötekileştirmeden anlatabildikleri için Şamdereli Kardeşleri gerçekten tebrik etmek gerekiyor. Açıkçası bu formülün dozajını tutturmak oldukça zor ve ilk sinema deneyimlerinde bunun altından layıkıyla kalkmışlar!

Ümit: Gerçektende önemli bir noktaya değindin. Ötekileştirme..! Aslında film buna sebep olabilecek noktaları hafifçe temas edip, incitmemeye çalışarak ele almış. Şamdereli kardeşlerin ellerindeki en güzel argüman: mizah.

Uğur: İstersen bu durumu biraz örneklendirelim sevgili ağabey.

Ümit: Filmin girişinde öğretmenle Cenk’in arasında geçen diyalogda, Cenk’in memleketini haritada bulamayan öğretmenin “Ama bu bir Avrupa haritası!” repliği ve trendeki yaşlı Almanların Türkler hakkında sarf ettiği sözler gibi Almanların gözünden Türkleri; buna karşılık Hüseyin’in karısının Alman vatandaşı olma rüyası ve Hüseyin’in ise tam tersi bunu bir kâbus olarak görmesi de Türklerin gözünden Almanları ve tüm bu kaosun tam ortasında küçük Cenk’in masumca sorduğu “Ben Türk müyüm? Yoksa Alman mıyım?” sorusu bu duruma örnek verilebilecek birkaç sahne.

Uğur: Küçük Cenk’in iki kültür arasında önemli bir yere sahip olduğu doğru. Fakat iki kültürün de yeterince tanıtıldığını söylemek sanırım yanlış olur.

Ümit: Aslında bana sorarsan iki kültürün de yeterince tanıtılmamasından değil de, trajik olarak Türk kültürünün doyasıya tanıtılmamasından dem vururum. Peki, senin düşüncen tam olarak nedir?

Uğur: Bilindiği üzere, yönetmenin ailesi Almanya’ya göç eden ilk ailelerden biri. Bu sebeple Almanya’da doğup büyüyen Yasemin Şamdereli ve kardeşi Nesrin, Türk kültüründen uzak büyüdüğü için filmin Almanya’da geçen sahnelerinde oldukça başarılı bir iş çıkartırlarken, Türkiye’deki sahneler son derece yetersiz ve sönük kalmış. Sanırım bunun bilincinde olan Şamdereli Kardeşler senaryoyu yazarken Türkiye’yi sadece küçük Cenk’e anlatılan bir masal diyarından öteye götür(e)memişler. Zaten Yılmaz ailesinin memleketinin neresi olduğu da bize söylenmiyor. Fakat bu eksikler, yer yer eğlenceli yer yer ise boğazımıza bir yumru gibi takılan başarılı senaryo sayesinde fazla göze batmıyor doğrusu. Tabi burada ilk uzun metrajını kotaran Yasemin Şamdereli’nin umut vaat eden yönetmenliğini de es geçmemek lazım!

Ümit: Biraz önce belirttiğim gibi filmin Türkiye bölümlerindeki yetersizlik beni de çok rahatsız etti. Bu yüzden ben de birkaç meseleye temas etmek istiyorum.

Uğur: Aman ağabey, lütfen! Konuşmaya sinirli başladın, sansüre takılmayalım.

Ümit: Yok ya hu… Böyle tatlı bir filme ne kadar sinirlenebilirim ki? Bahsettiğin gibi Türkiye, Cenk’e anlatılan bir hikâyenin, onun kafasında oluşturduğu masalsı atmosferi ile filmin yapısına dâhil oluyor. Fakat bazen öyle sahneler ile karşılaşıyoruz ki, ilk olarak “acaba bunlar Cenk’in kafasında kurduğu şeyler mi?” diye düşünüyoruz.

Uğur: Evet, az önce ben de bunu belirtmeye çalıştım. Filmin Türkiye kısmı sanki Cenk’e anlatılan bir masal diyarı ve maalesef bunun ötesine geçirememişler. Bu durumda Türkiye algısının -mizahi de olsa- yetersiz kalmasına sebep oluyor.

Ümit: Mesela köylü kızların makyaj yapması, kıyafetlerinin sırıtacak kadar güzel olması, konuştukları Türkçenin çok düzgün olması, Türk sinemasının da 60’lara kadar sürdürdüğü hatalardandır ki film de fazlasıyla kullanılmış. Filmin bunu yapması ilk önce Cenk’in gözünden bu masal dünyanın bir hali gibi düşünülüyor. Fakat sonraları belirgin bir şekilde bunun ne masalsı ne de mizah anlatım tarzı için kullanılmadığı, aslında yönetmenin yetersiz çalışmalarının ve anlatımdaki çaresizliğinin sonucu olduğu anlaşılıyor.

Uğur: Maalesef köylülerin düzgün Türkçe kullanması dublaj felaketinden kaynaklanıyor!

Ümit: Ama kardeşim o zaman dublajını döneme uygun yap. Kaldı ki oyuncular da Türk. Sanki Alman oyunculara dublaj yapıyoruz. Gerçi üzgünüm ama  oyuncular bir Türk karakteri yansıtabilecek kadar Türk değiller. Bunlarda filmin perde arkası dramları. Zaten bunlarla da bitmiyor ki; altmışlı yıllarda köydeki çocukların kumda X-O-X oynaması, babalarını gören çocukların el öpmemesi, Almanya’ya giden birinden klasik olarak çikolata değil de Coca-Cola beklenmesi, -plakadan anladığımız kadarıyla- gidilen yerin Mardin olmasına karşın, Mardin evlerinin köşesinin bile perdeye yansımaması vb. Aslında benim derdim –nerede doğduğu ya da yetiştiğine bakmaksızın- yönetmenin bu toprakların insanı olması ve bu sebepten ötürü ben de oluşan beklentiyi boşa çıkararak hayal kırıklığına uğratmasıdır.

Uğur: Valla her ne kadar filmi çok beğensem de saydıklarına katılmamamda mümkün değil! Özelikle Coca-Cola’nın reklamını gözümüze soka soka yapan filmi bu konuda affetmek de mümkün değil! Fakat küçük Muhammed’in Hz İsa’dan korkması ve Coca-Cola’ya olan aşkı, filmde pek eğlenceli sahnelere ortam hazırlıyor. Tabi Hz. İsa’nın eğlenceli sahnelerinin arkasına gizlenen “Müslümanların Hristiyanlara ve Hristiyanlığa bakış açısı”na hafiften parmak basılmış olunduğunu da belirtmek gerek ki bu ancak bir batılının gözünden bakıldığında mümkündür.

Ümit: Şimdi bana bir meseleyi daha hatırlattın: yabancılaşma… Kişinin diline, kültürüne, insanına ve nihayetinde kendine yabancılaşması… Almanya’ya göçü istemeyen aile, bir süre sonra Alman Kültürünü benimsemeye başlar. Ailenin ilk Noellerini kutlamaya çalışması, küçük kızın babasından –Alman erkeklerine benzemesi için- bıyığını kesmesini istemesi, çocukların artık kendi aralarında da Almanca konuşmaları kültür yozlaşmasının ilk işaretleri olur.

Uğur: Hatırlarsan bu durumu fark eden Hüseyin, özünden kopmasını istemediği ailesini memleketine tatil amaçlı götürür.

Ümit: Evet ama bu da başka bir sorunu ortaya çıkarır. Bu seferde aile kendini asıl memleketine yabancı hisseder ve -maalesef- kendi özünden isteyerek uzaklaşır.Filmde şahit olduğumuz,yaşlı neslin Türkiye’den Almanya’ya giderken isteksiz olmaları fakat gittikten sonra tam aksine artık Almanya’dan Türkiye’ye dönme konusunda ki isteksizlikleri, Almanya’da doğmuş-büyümüş genç neslin ise Türkiye konusunda neredeyse hissiz denecek bir bakış sergiledikleri sahneler dil, kültür, vatan, ülke gibi kavramları insanlara yeniden düşündürüyor.

Uğur: Tüm bu birinci, ikinci ve üçüncü kuşaklardan bahsetmişken, unutmadan oyunculardan da şöyle bir bahsedelim istersen. Filmin Türkiye’de geçen sahnelerindeki oyuncular, her ne kadar Türk olsalar da Türk’e benzemiyor oluşları bizi filme karşı biraz yabancılaştırıyor maalesef. Buna rağmen oyuncuların güzel bir grup çalışması içinde keyifle seyredilen performans sergilemiş olmaları bunun (en azından benim açımdan) üstünü kolayca örtüyor.

Ümit: Kusura bakma ama ben bu tür meselelerde biraz takıntılıyım. Dönemin canlandırıldığı her sahnede “Bunlar ne biçim Türk?” demekten kendimi alamadım.

Uğur: Filmde tam anlamıyla sivrilen bir karakter olmayışına ve her karakterin kısıtlı sürerlerde anlatılmaya çalışmasına rağmen hem oyuncu seçimi hem de oyuncuların samimi performansları bence tatmin edici. Elbette tüm oyunculardan tek tek bahsedecek değilim fakat Vedat Erincin’in yaşlı Hüseyin rolündeki üstün performansının altını çizmeden edemeyeceğim; tek kelime ile muhteşemdi!

Ümit: Gerçekten de filmin lokomotifi Erincin’di. Beni filmde Türkiye’ye, Türk insanına en çok yaklaştıran oyuncu olan Erincin, rolünün hakkını vermiş. Keşke oyuncu seçiminde hassas davranarak, ona eşlik edebilecek bir kadro oluşturulsaydı. Bir de küçük Cenk vardı. Kendisinin Türk olmayışı, oynadığı karakterin ise Türk olması, herhalde onu etkilemiş olmalı ki ‘Türk müyüm? Alman mıyım?’ sorgulamasını çok masum ve sevimli yapıyordu.

Uğur: Sözün özü, “Almanya – Willkommen in Deutschland” hem keyifli bir seyirlik olması bakımından hem de temas ettiği önemli nokta yüzünden görülmeyi fazlasıyla hak ediyor… Sevgili ağabey, senin son olarak söylemek istediğin bir şey var mı? 

Ümit: Biliyorsun Uğur, ben öğretmenim ve zamanımın büyük bir kısmı öğrencilerimle geçiyor. Benim için bu mesleğin tek çekilir yanı da onlarla konuşmak, onları anlamaya çalışmak. Bu filmde bu kadar çenemin açılmasının ve filmi değerlendirirken de sınırları zorlamamın hatta dışına çıkmamın sebebi, göçün ve göç etmediği halde iletişim araçları sayesinde göç etmiş gibi olan insanların bu topraklara bakışlarındaki kırılmalarına şahit olmamdır. İş, eğitim gibi amaçlarla madden ya da iletişim araçlarıyla manen yapılan göç nasıl bir mercektir ki, onu takan memleketini artık olduğu gibi değil de olmadığı gibi görüyor! İşte benim dertlerimden biri olan bu meseleyi anlatmak için harika bir tat yakalamış Şamdereli kardeşleri kutlamamak mümkün değil. Fakat bunu çok daha sağlam bir yapıyla sunmalarını arzu ederdim. Tabi haksızlık etmek istemiyorum. Senin de biraz önce belirttiğin gibi onların da ellerinde olmayan bazı sebepler mutlaka vardır. Her şeyden önce ilk uzun metraj, her zaman beklentilerin yüksek tutulduğu bir çalışmadır. Onların üzerinde bulunan bu baskıyı da hesaba katarsak gayet iyi bir iş çıkardıkları söylenebilir. Ben yine de özellikle bundan sonra Türkiye’ye dair yapacakları filmlerde -netice itibariyle kendileri bu toprakların insanları- çalışmalarını daha hassas yapmalarını dilerim. Bu arada sinema dünyasındaki kardeşlerin sayısını da arttırdıkları için kendilerine teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir