Nostalghia / Nostalji (1983)
Andrei Tarkovsky, sinema sanatında tek kelimeyle “efsane” olmuş bir yönetmendir. Efsane olarak niteleyebileceğim başka yönetmenler de yok değil. Ancak Andrei’yi özel yapan çok az film yapmasına rağmen muhteşem bir başarı yakalayıp bir efsane haline gelmesidir. İlk uzun metraj filmi olan Ivanovo Detstvo (İvan’ın Çocukluğu), 1962 yılında gösterime girmiş ve büyük ses getirmiştir. Son filmi Offret (Kurban) ise 1986 yılında tamamlanmıştır. Bu iki film arasında yaptığı film sayısı, iki elin parmak sayısını geçmez ne yazık ki. Her bir filmi, ayrı ayrı yazma sebebidir aslında lakin şimdilik sadece 1983 yılında İtalya’da çevirdiği Nostalghia (Nostalji) üzerinde duracağım.
Senaryosu Andrei Tarkovsky ve Tonino Guerra imzası taşıyan Nostalghia, 125 dakika sürüyor. Başrollerde Oleg Yankovsky, Erland Josephson ve Domiziana Giordano oynamaktadır. Siyasi sebeplerden dolayı sürgün hayatı yaşayan usta yönetmenin, görece kendini anlattığı yönünde genel bir kanı vardır filmle ilgili. Tarkovski filmleri üzerine konuşmak, yazmak oldukça zor bir eylemdir. Usta yönetmenin filmleri sinema olduğu kadar roman, fotoğraf, resim ve şiirdir. Böyle olunca da üzerine kelam etmek başlıca bir meseledir. Umarım hadsizlik etmiyorumdur…
Bu yazı, spoiler içermektedir!
Hasretin Yakaza Hali…
Filmin ilk sahnesinde güzel bir müzik ile birlikle farklı yaşlardan dört kişi görüyoruz; ormana benzer bir alanda kadraja girdikten sonra aheste adımlarla farklı yönlere dağılıyorlar. Bir köpek onlara eşlik ederken uzakta beyaz güzel bir at da göze çarpıyor. Sanki birini bekliyor ya da arıyor gibiler. Bir anne, iki evlat ve bir eş. (ancak bence Madonna’ya pek benzemiyor!) Muazzam seyirlik bir kare… Ve jenerik akarken yönetmen, seyircisini bu muazzam kareyle baş başa bırakıyor. İlk diyalogları duyduğumuzda bu karenin sebebini biraz daha anlıyoruz sanırım. Bir memleket hasreti daha ilk sahnelerden ve ilk diyaloglardan taşıyor.
Haşmet Babaoğlu, 07.10.06 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki yazısında secdeyi deneyen bir Katolik İseviyi anlatıyor ve onun “…bedenim değil sanki ruhum zorlandı?” dediğini aktarıyor. Domiziana Giordano’nun oynadığı Eugenia ise bırakın secdeyi dizlerini kırıp dua etmekte bile zorlanıyor ve utanıyor. Oysaki kilisenin görevlisi ona Tanrıdan bir şeyler isterken “en azından diz çökmesi” gerektiğini söylemişti. Tanrı önünde eğilmek acziyetini beyan etmek ne kadar zor olabilir ki? Geleneksel olarak ta olsa secde edenler için cevabı zor bir soru sanırım.
Arseny Tarkovksy, Andrei’nin babasıdır ve filmdeki diyaloglarda geçtiği gibi şairdir. Yönetmen babası için güzel bir gönderme yaptıktan sonra “şiir tercüme edilemez, diğer bütün sanatlar gibi” diyor. Filmleri kendi dilinde izlemenizi yeniden öneriyorum sanatın tadına varmak adına. Çünkü filmin en önemli özelliklerinden biri diyalogların gücü… İyi bir kitap okuyucusu, okuduğu kitabın yazarıyla konuşan, tartışan, hatta kavga edendir. Bu filmde ise yönetmenle bir diyalog içinde olmamız gerekiyor.
“Birbirimizi nasıl tanıyacağız?”
“Sınırları kaldırarak.”
Peki, bu cevap sizi tatmin etmiyorsa kendi tezinizi ortaya koyun. Bakalım Andrei’den daha iyi bir öneriniz var mı? Ya da belki ona destek çıkarsınız.
Film memleket hasreti odaklı olduğu için zaman zaman (ve ansızın) anılar girebiliyor devreye, böylece filmi anlamak zorlaşıyor. Hangisi anı hangisi gerçek birbirine girebiliyor çoğu kez. Ana karakterimiz hasretin yakaza halini yaşıyor ve nihayetinde uykuyla uyanıklık arasında bir film çıkıyor karşımıza.
1+1= 1
İnançlı mı yoksa deli mi? Birbirine ne kadar uzak iki insanlık hali lakin bir o kadar yakın. İnançları bize göre sıra dışı kalan insanlara ilk yakıştırdığımız sıfat delilik olur genelde. Peki, gerçekten böyle mi? Belki de yanlış olan taraftayız? Zaman zaman sorgulamak lazım… Erland Josephson’un oynadığı Domenico, deli denilmek için tüm özellikleri toplamış üzerinde; bir kere virane demekle bile tanımlanması güç bir baraka da yaşıyor. Ayrıca olmadık anlarda çok mantıklı konuşuyor. İçmediği halde sigara bile istiyor! Aynada kendisiyle kavga ediyor, hem de bir çift laf söylemeden! “Bir damla bir damla daha, büyük bir damla yapar. İki damla değil!” kaç deli bu kadar mantıklı konuşabilir ki?
Matematikten anlamaya gerek yok bir ile bir toplandığı zaman iki eder. Ancak Domenico kocaman puntolarla yazmış rakamları duvarına ve yine bire eşitlemiş. Neden? Nasıl? Hangi evrende? Andrei’nin tasavvufa karşı bir meyli olduğu ve burada bir tasavvufi gönderme yaptığı söylenir ancak kendisi bildiğim kadarıyla mevzuya bir açıklık getirmiş değil. Zaten filmlerinin bir alt metni olmadığını söyler. Bu bağlamda biz ne düşünmüşsek Tarkovsky onu kastetmiştir. Tasavvufta “vahdet-i vücud” denilen bir inanış vardır meraklısı şöyle biraz araştırabilir bu konuyu.
Önce Eugenia’nın dilinden bir aşk tarifi geliyor ancak istediği halde istenmeyen güzel bir kadının aşkı bu! İsyan dolu, hasret kokan hakaretlerle saldıran bir aşk! Kadınları anlamanın zorluğuna zorluk katan bir aşk… Sonra Oleg Yankovskiy’nin oynadığı Andrei’nin dilinde başkalaşan bir aşk! “Büyük aşkları bilirsin, öpüşme yok, hiçbir şey yok! Bu yüzden büyükler. Duygular dile getirilmeyen duygular unutulmazdır.” Ve nihayetinde Domenico’nun aşkı! “Kalbin yolu gölgelerle kapanmış.” Üç ruhun temsili bize Tarkovsky’nin içinde ki tasavvufun yansımasını veriyor kanaatimce.
Deli Bir Adama İhtiyacımız Var!
Domenico bir politikacı edasıyla nutuk çekip acı bir sona doğru uçuyor. Onun sözleri arasından birini film bittiğinde hala anımsıyor olacağız. “Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası?” Bütün bir konuşmayı ve hatta acı finalini dahi birer heykel edasıyla dinleyen insanlar, her geçen gün daha fazla yanıp kül olan insanlığı televizyon ekranlardan sadece izlemekle yetinen bizler için bir gönderme olmalı. Gün geçmiyor ki bir ölüm, bir katliam haberi almayalım. Ancak bütün bunlar karşısında yaptığımız tek şey ölenlerin tarafını öğrenmek! Bizim tarafımızdan birileri ölmüşse tıpkı Domenico’nun yeni müridi gibi onların ölümlerini taklit ediyoruz. Peki, ya bizden değilse ölenler seyretmekle kalmıyor üstüne birde seviniyoruz. Deli bir adama ihtiyacımız var hem de tarihte hiç olmadığı kadar!
Bir deliye ancak bir şair inanabilirdi. Domenico’nun verdiği görevi yerine getirmeden İtalya’dan ayrılmak istemiyor Andrei ve nihayet elinde bir mumla ilk ve son ayinini gerçekleştiriyor. Filmin ilk sahnelerinde Eugenia nasıl ki dizini kırıp dua etmek istediğinde utangaç bir tavır takınmışsa Andrei de kendi ayinini yaparken aynı utangaçlığı takınıyor. Arada ki tek fark inanç! Andrei inancını yerine getiriyor ve final. Bir Tarkovsky filmi daha beyin yakar ölçekte bitiyor. Kesinlikle izlemekten haz aldığım bir film. Ancak sinema kadar -ve hatta daha fazla- şiiri, fotoğrafı, romanı ve felsefeyi sevmeniz gerektiğini de unutmayın. Belki de Tarkovsy izlemeye başlamak için İvan’ın Çocukluğu daha doğru bir tercih olabilir. Her şeye rağmen izlemek isteyenlere, iyi seyirler…
Yazar: Nuh Ürün