
Acımasız bir Coğrafyadan Unutulmuş Hikâyeler: ÇÖLÜN DİLİ
Daha önce “Uyumak İçin” (2021) ve “Kuklacı” (2023) isimli polisiye romanları ile karşımıza çıkan Eray Akgül, bu sefer gerçek bir yol hikayesinin peşine düşüyor. 2024 yılında Esinti Yayınları’ndan çıkan “Çölün Dili”, acımasız bir coğrafyada hayatta kalmaya çalışan bir adamın daha iyi bir hayat için çıktığı meşakkatli yolculuğu anlatırken aynı zamanda başkarakterimizin sancılı ruhunun derinliklerine yakından göz attığımız bir içsel yolculuğun da kapılarını aralıyor.
Gerçeğin Peşinde Meşakkatli Yolculuk
Kitabın başında yer alan “Gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenilerek kurgulanmıştır.” ibaresi silkinerek kendimize gelmemize sebep oluyor. Öyle ya, gerçek olaylardan esinlenilmiş bir hikâye, tamamen kurmaca bir hikâyeye göre daha cezbedici gelmez mi? İnsan, hikâye dinlemeyi sever ama gerçek bir hikâye dinlemeyi daha çok sevdiği de kuşkusuz yadsınamaz bir gerçektir!
İşte biz de 240 sayfalık nispeten uzun bir maceraya, gerçek bir hikâyenin parçası olacağımızı bilerek giriş yapıyoruz. Bu durum, kitaba daha farklı yaklaşmamıza sebep oluyor. Onun anlattığı hikâyeyi adeta can kulağı ile dinlediğimiz bir dostu dinler gibi dinlemeye başlıyoruz. Evet, “Çölün Dili” daha en başından okuyucusunu “gerçek” ile avucunun içine alıyor. Bu büyük bir avantaj ama bu büyük avantaj beraberinde büyük beklentileri de getiriyor. Haklı olarak gerçek bir hikâyeden daha büyük şeyler bekliyoruz. Derdine ortak olacağımız bir karakter gibi ya da farklı kültürleri keşfettiren maceralar gibi… Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek, yazar Eray Akgül, bizi peşinden sürükleyen bir karakter yaratırken içinde olmaktan hem keyif aldığımız hem de vicdani rahatsızlık çektiğimiz maceralar ortaya koymayı başarıyor.
Ölümün Kol Gezdiği Bir Diyar
Orta Doğu sineması tadındaki bu yol hikayesi, kitapta herhangi bir ülke veya şehir ismi zikredilmese de Afganistan’dan başlayıp Türkiye’ye uzanan uzun, meşakkatli ve ıstırap dolu bir yolculuğa eşlik etmemizi sağlıyor.
Afganistan… Geçmişinde parlak bir medeniyetin, bir ilim irfan merkezinin tohumlarını barındırsa da günümüzde istikrarsızlığın ve tutarsızlığın diyarı olan bir ülke… Savaşların, çatışmanın, zulmün ve hatta ölümün kol gezdiği bir coğrafya… Daha önce Afganistan’da yaşamanın, Afganistan’da sıradan bir insan olmanın ve Afganistan’da bir kadın olmanın ne gibi zorluklar yarattığını gördüğümüz birçok film izledik. Hiç şüphesiz Mohsen Makhmalbaf’ın yönettiği “Kandahar” (2001), Siddiq Barmak’ın yönettiği “Osama” (2003) ve Nora Twomey’in yönettiği “The Breadwinner” (Pervane, 2017) filmleri ilk akla gelenler arasında. Bu filmlerin yaratıcıları, farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden gelmelerine rağmen Afganistan’ı benzer bir bakış açısıyla resmediyorlar. Şayet filmi çekilse “Çölün Dili” de bu filmlerin arasına katabileceğimiz bir bakış açısına sahip.
Yazarın sinematik bir üslup ile hikayeyi ele alması, kitabı okurken sanki bir film izliyormuşuz gibi hissetmemize sebep oluyor. “Çölün Dili”nin neresine bakarsanız bakın bu sinematik üsluptan izler bulmanız mümkün. Söz gelimi kitaba başkarakterimiz Erfan’ın hapishane hücresindeki yaşamı ile giriş yapıyoruz. Başlangıçta anlamlandıramadığımız bu hapishane mevzusu, romanın sonunda bir temele oturuyor. Spoiler vermeden şunu söyleyebiliriz ki aslında filmlerde çok sık karşılaştığımız hikâyenin sonunu en başta gösterme hamlesi, bu kitapta roman dünyasına adapte edilerek güzel bir şekilde kullanılıyor.

Çölün Kumlarına Karışan Hayatlar
Her ne kadar yazar, ülke ismi zikretmese de hikâyenin içine yerleştirdiği bir takım detaylar ile okuyucusuna hikayede geçen ülkeler ile ilgili ipuçları vermeyi de ihmal etmiyor. Mesela başkarakterimiz Erfan’ın memleketi olan ve Çöl olarak anlatılan yerin aslında Afganistan olduğunu hemen anlıyoruz. Peki, bundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?
İlk ipucu kitapta “oğlan oyunu adında rezil bir gelenek” olarak anlatılan “Baça bazi” oluyor. Ergen erkek çocuklarının dans ve eğlence kisvesi altında cinsel istismarı ve köleleştirilmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu korkunç gelenek, hikâyeye sırıtmayacak bir şekilde başarıyla yedirilmiş. Afgan gazeteci Najibullah Quraishi’nin 2010 yapımı “The Dancing Boys of Afghanistan” isimli 50 dakikalık belgeselinde çarpıcı şekilde gözler önüne serdiğini bu korkunç gelenek, günümüzde de maalesef devam ediyor. Üzerine çok konuşulmayan bu meseleye “Çölün Dili”nde parmak basılması ise önemli bir ayrıntı olarak dikkat çekiyor.
Kitaptaki bir diğer ipucu ise 2015 yılında Kâbil’de linç edilen Afgan kadın Ferhunde Melikzade oluyor. İftira sonucu acımasızca dövülerek öldürülen ve hatta öldükten sonra bile işkencelere maruz kalan bu talihsiz kadın, coğrafyanın korkunç yüzünü ve kadınları değersizleştiren bakış açısını ortaya koyuyor. Bu yüzden Ferhunde’nin kitapta kendine küçük de olsa bir yer bulması ibret verici bir hikâye olması yönünden oldukça kıymetli.
Bu tarz ipuçları hikâyenin hangi ülkede geçtiğini anlamamıza sebep olacak zekice dokunuşlar olarak dikkat çekerken yazarın aslında araştırmacı yönünün ne kadar güçlü olduğunu ve “ders”ini ne kadar iyi çalıştığını da gösteriyor. Ama unutmamak gerekir ki kitapta anlatılan ülke, Orta Doğu’daki herhangi bir de ülke olabilir. Acımasız bir coğrafya, uçsuz bucaksız bir çöl ve kurak topraklarda kök salmaya çalışan insanlar… Bu perspektiften baktığımızda kitabın evrensel bir bakış açısı bulmaya çalıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylece Eray Akgül, belli bir ülkeye ve belli bir topluma odaklanmadan aslında dünyamızı ele geçiren tüm problemlere parmak basan evrensel bir dil tutturmayı başarıyor.
Yazarın bu evrensel bakış açısının kitabın geneline hakim olduğunu söyleyebiliriz. Ama çoğu zaman olumlu olan bu tercihin bazen de olayların anlaşılmasını zorlaştıran gereksiz bir muğlaklığa sebep olduğunu belirtmeliyiz. Kitapta öyle anlar oluyor ki yazarın herhangi bir yer ismi zikretmemek adına kendini fazla zorladığını hissediyoruz. “Uğultular Kenti”, “Çölün Dili”, “Bir Hastalık”… Bu şiirsellik bazen bizi etkilese de bazen de hikayenin akıp gitmesine engel oluyor.
Çölün Kalbinden Uğultuların Şehrine
Kitabı kabaca iki kısma ayırabiliriz. Kitabın büyük bir bölümünü oluşturan ilk kısım, Erfan’ın bir geleceğinin olmadığını anladığı ülkesinden kaçıp mutlu olarak yaşayabileceği bir başka ülkeye gitmek için çıktığı meşakkatli yolculuktan oluşuyor. Kitabın bu kısmı hem kendi içinde tutarlı hem de tansiyonu sürekli yükselen aksiyonu bünyesinde barındırıyor. İkinci kısım ise Erfan’ın binlerce kilometre yol kat ettiği, rehin alındığı, hapislere düştüğü ve işkencelere maruz kaldığı uzun bir yolculuğun bittiği nokta olan Uğultular Kenti’nde geçiyor… Muhtemelen burası İstanbul.
Ama Erfan, onca yolu tükettikten ve envaiçeşit ıstıraba katlandıktan sonra sınırı geçip Türkiye’ye geldiğinde hikâye çok yavan bir hal almaya başlıyor ve elimizde sadece hasta olan çocuğuna ve ailesine para göndermek için çalışan gariban bir adam kalıyor. Hâl böyle olunca da hikâye tüm ilginçliğini yitiriyor. Zira biz zaten sığınmacıların görünen hayatlarına dair bu sıkıntıları az çok biliyor ya da tahmin ediyoruz. Peki ya, her gün sokakta gezerken yanımızdan geçip giden bu yurtsuz, umutsuz ve köksüz insanların iç dünyalarında neler olup bitiyor? Bu anlamda kitap, bir sığınmacının iç dünyasını görselleştirmek konusunda pek başarılı olamıyor ve sadece az paraya çalışan gariban bir adam portresi çizmekle yetiniyor. Ama Erfan, Türkiye’ye geldikten sonra amacına ulaşmış gibi gözükse de aslında durum hiç öyle değil. Hayalleriyle örtüşmeyen bir hayatı kabul etmek zorunda kaldığı yabancı bir diyarda, güzellikleri sadece seyredebilen, onlara ulaşamayan ve asla bu diyarın bir parçası olamayan kaybolmuş biri olarak aslında amacına ulaşamıyor. Yani aslında Erfan’ın yolculuğu İstanbul’da bitmiyor, yeni başlıyor! Ama maalesef Erfan’ın dış yolculuğunu sürükleyici bir şekilde yazan Eray Akgül, başkarakterimizin içsel yolculuğuna geldiğinde ondan bekleneni bir türlü veremiyor.
Erfan, Uğultular Kenti olarak anılan yere geldiğinde her şey çok daha hızlı bir şekilde anlatılmaya başlanıyor. Erfan’ın Dudu isimli kadınla tanışması ve bunun akabinde başına gelenler ile hikaye ilginçleşmeye başlasa bile biz neye uğradığımızı anlamadan kitap nihayete eriyor. Özellikle ikinci kısmın, yani Erfan’ın Uğultular Kenti’ndeki zamanının ele alındığı kısmın en büyük problemi meseleyi adeta bir günlük gibi duygulardan azade bir şekilde yansıtması oluyor. Daldan dala atlıyoruz, zamandan zamana geçiyoruz. Yazar acelesi varmış da bir an önce hikâyenin sonunu getirmeliymiş gibi davranıyor. Erfan’ın burada yaptığı şeyleri tam olarak bilmiyoruz. Erfan’ın meşakkatli yolculuğuna dair neredeyse tüm detaylar bize verilirken Uğultular Kenti’nde birçok şey ya önemsenmeden üstün körü geçiliyor ya da hiç anlatılmıyor.
Kafası Karışık Bir Yolcu
Yazarın başarılı kurgusu ve neyi nasıl anlatmak istediğini bilen üslubu sayesinde Erfan’ın çölde başladığı uzun yolculuğun detaylarını adım adım öğreniyoruz. Bu sırada karakterin ruh halini de önemseyen yazar, çetrefilli dış yolculuktan iç yolculuğun hengâmesine başarılı geçişler yaparak karakterin hem ruh halini özümsememizi hem de karakteri yakından tanımamızı sağlıyor. Ama Erfan, Uğultular Kenti’ne ulaştığında onu anlamakta oldukça güçlük çekiyoruz. Zira yolculuk boyunca tanıdığımız Erfan gidiyor da yerine yeni bir karakter geliyormuş gibi ona yabancılaşıyoruz. Karakterin kafa karışıklığı bize de bulaşıyor ve onun hakkında ne düşüneceğimizi bilmez bir hale geliyoruz. Bir yandan Erfan’a üzülürken bir yandan ona kızıyoruz! Gözünü kırpmadan karısını çocuğunu ardından bırakıp giden bu adamın karşısına çıkan kadınlara duyduğu ilgiyi ister istemez yargılıyoruz. Acı ve ıstıraptan kaçarken sempati duyduğumuz, onunla aynı safta yolculuk etmekten çilekeş bir keyif aldığımız Erfan’ın şehir hayatındaki özgürlüğe kavuştuğunda gösterdiği tutarsız hareketlerine bir türlü anlam veremiyoruz.
Mesela evli olmasına rağmen çocukluk aşkı “kırmızılı kız”ı düşlemesini bir nebze olsun anlıyoruz. Zira sevmediği bir kadınla zorla evlendirilmesi duygularına ket vurmasına engel oluyor diye düşünüyoruz. Ama Uğultular Kenti’nde gördüğü ilk kadına ilgi duyması ya da onu “gören” tek kadın olan Dudu’ya aşık olması Erfan’ın ne istediği bilmeyen biri olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyor. Bu yüzden de onunla tam olarak özdeşleşmemiz mümkün olmuyor. Üstelik bu kısımlarda yazarın objektif üslubunu kaybetmesi de tüm bu kötü gidişatın tuzu biberi oluyor. Tam bu noktada, yazarın çoğu zaman kendi düşüncelerini doğrudan hikâyenin bir yerlerine sıkıştırmasının ise romanın teknik yapısına ciddi zarar verdiğini de belirtmek gerekiyor.
Kitabın bir diğer sorunu ise karakterlerine gösterdiği adaletsiz tavır oluyor. Bütün hikâyenin başkarakterimiz Erfan’ın etrafında dönmesi anlaşılabilir bir durum elbette. Ama öte yandan Efran’ın yolculuğu boyunca birçok karakterle tanıştığı da unutulmamalı. Bu karakterlerden bazıları onun kurtuluşunda ve hayata tutunmasında oldukça önemli roller üstleniyor. Ne yazık ki bu karakterlerin büyük bir kısmı, hikâyeye Erfan’ın yolculuğu devam etsin diye koyulmuşçasına özensiz işleniyor. Bu karakterleri yakından tanımıyoruz, çoğunun adını bile bilmiyoruz. O coğrafyayı başka gözlerden görmemizi sağlayacak bu karakterlerin hikâyede layıkıyla işlenmemesi bence önemli bir eksiklik. Hele Uğultular Kenti’ndeki karakterler çok daha özensiz bir şekilde hikayeyi dahil ediliyorlar. Hiçbir hazırlık süreci olmadan, deyim yerindeyse “pat” diye önümüze koyulan bu karakterleri de tabii ki anlayamıyoruz.
Velhasılıkelam, merak uyandırıcı bir şekilde başlayan ve sürükleyici bir şekilde ilerleyen “Çölün Dili”, bizi inşa ettiği etkileyici atmosfer ve başarıyla kullandığı sinematik üslup sayesinde avucunun içine almasını biliyor. Acımasız bir coğrafyanın tanığı olurken Erfan’ın yolculuğuna eşlik etmek benzersiz bir deneyim vaat ediyor. Öte yandan Erfan’ın menzile ulaşması ile birlikte ondaki kafa karışıklığı ve hikâyenin burada kısır bir döngüye girmesi bize beklediğimiz sonucu vermiyor. Maalesef hikâye birçok soru işaretini kafamızda bırakarak nihayete eriyor.