Ta’m e Guilass / Taste of Cherry / Kirazın Tadı (1997)

Ta’m e Guilass / Taste of Cherry / Kirazın Tadı (1997)

Acımı anlayabilirsiniz ama acımı hissedemezsiniz!

Ne arıyor bu adam? Bir şey mi, birini mi? Evet evet birini arıyor! Fakat kimi? İşçilere baktığına göre yaptıracağı bir işi olmalı. Bir inşaat işi falan herhalde… Ama o kadar işçinin içinden bir kişiyi bile seçmedi ya da seçemedi. Acaba nasıl birini arıyor; güçlü birini mi yoksa az para isteyecek birini mi? Ama yüzüne baktığını geçiyor, konuşmuyor bile…

Nihayet, bir genç ile arasında geçen diyalog bize şunu fark ettiriyor: bu adam, ne isterse itiraz etmeden, soru sormadan, bir şey demeden, istediği işi yapacak birini arıyor.

Abbas Kiyarüstemi, Şah döneminde yediği şamarları devrim sonrası da yemeye devam eden İran sinemasının çıtasını -özellikle uluslar arası arenada- hatırı sayılır bir seviyeye yükselten önemli yönetmenlerden… Ta’m e Guilass’de Abbas Kiyarüstemi’nin insanı merkeze alan sanatsal kaygılarla çekilmiş filmlerinden. Film, Camus’nun felsefenin en büyük sorunu olarak gördüğü ‘intihar’ı, herhangi bir insan üzerinden başarılı bir şekilde anlatması kadar, devrim sonrası İran’ında çekilmiş olmasıyla da önemli bir yere sahip. İslam dinince haram olan intiharın, devrimin baskıları altındaki İran’da bir film konusu olması aslında oldukça zor. Fakat 1997’de talih, insana dair anlatmak istediklerinde biraz daha esneklik talep eden İranlı yönetmenlerden yanaydı. Seksenlerin Kültür ve İrşad Bakanı Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı olması, sinemanın gelişimine hız kazandırdı ve bu hisseden payını alan Kiyarüstemi de, Ta’m e Guilass ile Cannes’da İran’a Altın Palmiye getirmesini bildi.

Filmin konusu özetle, intihar etmek isteyen Bedii Beyin kendisini gömecek birini aramasından ibarettir. Tabii ki böyle bir film basit görünse de basit olamaz! İranlı yönetmenler gerek Şah dönemindeki, gerek Humeyni dönemindeki baskılarla mücadele edebilmek için -kültürlerinin de göz ardı edilemeyecek getirisiyle- çok güçlü metaforlar kullanmasını iyi biliyorlar. (Tabii, Kiyarüstemi’de bu işin pirlerinden.) Çünkü ancak bu şekilde sansüre takılmadan anlatmak istediklerini anlatabiliyorlar. İran sinemasının önemli yönetmenlerinden Behman Fermanera’ya kulak verelim: “Sansür kurulundakiler ancak anlayabildikleri şeyleri sansürleyebilmektedir. Oysa bizim filmlerimizde metaforlar öyle güçlüdür ki, söylemek istediğimizi özetler. Bu incelikten yoksun birinin bunu anlayıp sansürlemesi oldukça zordur.”

Filmimize dönecek olursak, ilk olarak Bedii Beyin ne aradığını sorguladık. Koşulsuz, şartsız vereceği işi yapacak birini arıyor. Fakat yaptırmak istediği iş ne? Bu soru kafamızı kurcalayadursun, Bedii Bey yoldaki bir askeri arabasına alıyor. Kürt asıllı genç bir İran askeri… Birliğine teslim olmaya gidiyor. Askerle diyalogu Bedii Beyi geçmişine götürür. Biraz heyecan, biraz burukluk…

O coğrafyada yaşayan bir Kürt’ün, sosyal hayatında karşılaşabileceği ‘olağan’ olumsuzluklara hafiften dokunur ve ona yaptırmak istediği o gizemli işi teklif eder. Merakımız bir nebze olsun gider. Bedii Beyin işini öğreniriz; bir mezar çukurunun kapatılması. Fakat kimin mezarı? Kendi…

Tedirgin olan askeri yatıştırmak için Bedii Bey işin mükâfatına getirir meseleyi; para. Gencin aylarca çalışarak kazanabileceği bir parayı sadece bir mezarı kapatarak kazanabileceğini anlatmaya çalışsa da nafile, genç ilk fırsatta oradan kaçar!

Burada hemen soralım; Kiyarüstemi neden Kürt asıllı genç bir asker çıkarır karşımıza?

Genç birini aramasının cevabı basit: Bedii Bey genç birini arıyor çünkü eğer aradığı kişi hayattan beklentileri olan, dünyaya dair yapmak istedikleri olan ve bunlar için paraya ihtiyacı olan birisi olursa, onu para karşılığı bir iş yaptırmaya ikna etmek daha kolay olur. Doğal olarak genç biri de paraya daha çok ihtiyaç duyacaktır.

Peki, neden Kürt asıllı bir asker?

Kürt halkı, bu çetin coğrafyada yaşadığı devleti ile güya onların haklarını savunanlar arasında sıkışmış, sıkıştırılmış masum ve mazlum bir halk… Hayatı savaşlar içinde geçmiş bu halk, haliyle filmde bir asker olarak karşımıza çıkıyor. Fakat trajiktir, kendisi Kürt olmasına rağmen İran askeri olarak… Yaşamı savaş, acı, ölüm arasında geçen bir Kürt için birini gömmek çok basit bir eylem olarak düşünülebilir. Bedii Beyin de dediği gibi “Bir Kürt cesur olmalı. Halkınız birçok savaşta çarpıştı, acı çekeceklerini bilerek…”

Ama genç Kürt askerimiz adeta ‘ne ölmek ne de öldürmek istiyorum’ dercesine yaşama doğru kaçar, Bedii Beyin ve bizim şaşkın bakışlarımız arasında…

Bedii Bey için umutlar tükenmiş gibi gözükse de henüz arayış bitmez. Bu da ilginç bir durumdur ya… Muhtemelen bir şeylere (ama neye?) dair umutları tükendiği için ölmeyi isteyen bir adamın umutla kendisini gömecek birini araması…

Sonra karşısına bir Afgan genci çıkar. İlahiyat öğrencisi… Yine bir genç ama bu sefer Afgan ve ilahiyatçı… İntiharı düşünen biri için pek yaklaşılacak biri değil gibi dursa da, Bedii Bey onu çok iyi bir tercih olarak
düşünür. İnançlı birinin kendisini gömmesi düşüncesi hoşuna gider. Fakat bir ilahiyatçı olması hasebiyle dileğini söylerken kendisine nasihat etmesinden tedirgin olur ve bunu istemediğini belirtir. Sadece soru sormadan, bir şey söylemeden onu gömmesini ister. Netice itibariyle karşımızdaki hem ilahiyatçı hem de genç ve böyle bir durum karşısında kayıtsız kalamaz; karşısındakini anlamaya çalışmadan –Bedii Bey’in korktuğu gibi- başlar nasihate…

Yine savaşlar içinde bir diyar; Afganistan… Özellikle son yarım asrı dini yapılanmanın ve eteğinde biriktirdiği çiçeklerle demokrasi dağıtan(!) Batının baskıları arasına sıkışmış Afgan halkı… Bu halkın yolunu ve kendini arayan ahvali bir ilahiyatçıda can buluyor. Ve maalesef o kadar şey görmüş olan Afganlı genç, meseleye Bedii Beyin de korktuğu gibi sadece günah açısından yaklaşıyor, insanı ise ıskalıyor…

Artık Bedii Beyin umutları tükenmiştir. Yıkılmış ve kendi enkazı altında kalmıştır. Neden, hem de tatmin ediği bir ücret karşılığı basit bir işi yaptıracak birini bulamıyordu? Hâlbuki işin asıl zor kısmını kendisi yapacaktı. İstediği sadece kendisini gömecek birisi. Sadece gömecek…

Filmin buraya kadar olan kısmı için hemen şunu belirtelim ki, çok az oyuncu görmemiz, bazen uzun diyaloglar bazen de uzun sessizliklerle karşılaşmamız, yeterli bir müzik duymamamız, kısıtlı bir alanda, sürekli Bedii Bey’in arabasıyla aynı yollarda gidip-gelmemiz sıkıcı olabilir. İntiharı düşünen birisini anlatmak için Az oyuncu, hayatında çok fazla kişiye yer vermediğini; sürekli arabasında durması; aslında korktuğunu; aynı yerde dönüp durması ise bir noktaya kilitlenmesini bize gösteriyordur muhtemelen… Ama kesin olan bir şey var ki, her şeyin az sonra karşılaşacağımız kişiye ne kadar muhtaç olduğumuzu gösterdiği!

Usta yönetmen Kiyarüstemi, sade bir anlatım tarzı ile bizi sürükleyerek Bedii Beyin yanına çekmeyi başarır. Bir türlü öğrenemediğimiz intihar sebebi kafamızı kurcalarken kendimizi birden Bedii Bey’de buluruz. Çünkü kendi dertlerimizden en büyüğü ile Bedii Bey’in sebep boşluğunu doldurmaya çalışırız. Sonrada kendimize sorarız değer mi? Emin miyiz? Kararlı mıyız? Sonra da deriz ki, madem öyle, neden hemen intihar etmiyoruz? Neden illa da birini arıyoruz? Kendimizi gömdürmek gibi saçma bir sebep için? Bir de o kişinin bizi gömmeden önce öldüğümüzden emin olmasını istiyoruz. Nedir bütün bunlar? Öldürelim kendimizi, kurtulalım Bedii Bey!

Sonra soruyoruz kendimize: “Neden o kadar derde, sıkıntıya rağmen Kürt genci gibi yaşamaya ya da Afgan genci gibi yolumuzu bulmaya çalışmıyoruz?” Bizim derdimiz onlarınkinden daha mı büyük? Sonra farkına varıyoruz. Biz kendimizden korkuyoruz, yüzleşemiyoruz ve bütünüyle her şeyi örtmek, gömmek istiyoruz. Bunu bile biz yapamıyoruz, başkasına yaptırmak istiyoruz. Biz intihar etmek değil, herkese haber verip de hiç kimsenin bilmediği bir yerde gizlenmek istiyoruz. Bütün bunlar içinde aslında bizi gömecek birini değil, bizi görecek birini arıyoruz. Gerçekten içimizi görecek, anlayacak birini…

Ve işte o esnada, her şeyin bittiği düşünülen bir zamanda Kiyarüstemi karşımıza Bakari Bey’i çıkarır.

Bakari Bey ne gençtir ne de kendisi adına hayattan beklentisi olan biridir. Ne bir asker gibi vatanını ne de bir ilahiyatçı gibi ruhunu savunur. Ne İranlı ne Kürt ne de Afgandır. Bakari bey yaşlı, tek derdi hasta çocuğu olan Osmanlı oğlu bir Türk’tür. 

İnanın Bakari Bey ile dolu olan sahneleri anlatmak ya da anlatmaya çalışmak çok zor. Bu bölümü yazılar değil ancak sinema anlatabilir. O sahnelerle ciddi bir sinema tecrübesi yaşarız. Bu noktada Kiyarüstemi’yi yönetiminden, Abdulrahman Bakari’yi de oyunculuğundan ötürü ayakta alkışlıyorum.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki, Bakari Bey bizi anlayacaktır. Hatta bizi bize anlatacaktır. Kirazın tadını hatırlatacak ve şimdiye kadar gittiğimiz yolların dışında da yollar olduğunu bize gösterecektir.

Artık bize sadece Bedii Bey olarak yapacağımız tercih kalacaktır…

Azizim, uçtum gel,
Dost bağına düştüm gel,
Yahşi günün kardeşi
Yaman güne düştüm gel.

Yazar: Ümit Tatar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir