Memento / Akıl Defteri (2000)
Christopher Nolan, henüz 28 yaşında iken tanınmamış oyuncularla ve siyah beyaz çektiği “Following / Takip (1998)” ile büyük bir başarıya imza attı. Bu ilk uzun metraj filmle kariyerine olumlu eleştiriler alarak başlayan genç yönetmen, 2 yıl sonra çektiği “Memento / Akıl Defteri” ile sinema dünyasında kendine hatırı sayılır bir yer edindi.
Christopher Nolan, kardeşi Jonathan Nolan’ın yazdığı Memento Mori adlı kısa hikâyeden uyarladığı filmde, Anterograde Amnesia yani kısa dönemde yeni hafıza oluşturamama hastalığından mustarip olan Leonard Shelby’nin hikâyesini anlatır bize.
“Berbat bir şey olmalı. Her şey geriye doğru sanki belki bir sonraki yapacağın şeyi biliyorsun. Ama ondan önce ne yapmış olduğunu bilmiyorsun.”
Leonard Shelby’nın tek bir amacı vardır, karısına tecavüz edip öldüren adamı öldürmek. Karısının öldüğü gün başından yaralanan Leonard Shelby, karısının ölümünden önceki olayları detaylarına kadar hatırlamasına rağmen on beş dakika önce nereye gittiğini, kiminle konuştuğunu, kime güvenip kime güvenmemesi gerektiğini hatırlamamaktadır. Bu eksikliğini sistemli bir şekilde gidermeye çalışır. Sürekli yanında gezdirdiği polaroid fotoğraf makinesi ile yeni tanıştığı insanların fotoğraflarını çeker ve fotoğrafların arkasına onlar ilgili bilgiler yazar. Hatırlamak için her şeyi not alır. Ve vücudunda ki dövmeler ona her aynaya baktığında unutmaması gereken gerçeği hatırlatır…
“Bir şeyleri hatırlamıyor olmam yaptıklarımı anlamsız kılmaz.”
Daha filmin ilk dakikalarından itibaren çok farklı bir senaryo ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Fakat filmi anlamanız bu kadar kolay olmuyor ne yazık ki. Son derece yaratıcı bir zekânın ürünü olan bu senaryo 2002 yılında Akademi Ödülleri’ne de aday olarak gösterilmişti ama ödülü alan -maalesef- “Gosford Park (2001)” olmuştu.
“L.A Confidential / Los Angeles Sırları (1997)” ile adını duyuran Guy Pearce, Memento’da altından hiçte öyle kolay kalkılamayacak bir karakteri, yüzünde ki o kaygılı ifade ile olağanüstü bir inandırıcılıkla yorumlayarak bizi kendine hayran bırakmayı başarıyor. The Matrix’in Trinity’si olarak ünlenen Carrie-Anne Moss, filmde canlandırdığı Natalie karakteri ile sadece aksiyon filmlerinde başarılı olmadığını ispatlıyor. Yine The Matrix’de ki Cypher rolü ile hatırlayacağımız Joe Pantoliano ise şüphe dolu karakter Teddy’yi canlandırırken övgüyü hak ediyor.
“Seni unuttuğumu hatırlamıyorum.”
Filmin nevi şahsına münhasır anlatım tekniği ile kendinizi kolaylıkla Leonard’ın yerine koyuyor ve adeta onunla özdeşleşiyorsunuz. Acaba şimdi ne olacak yerine, acaba önceden ne olmuştu diyorsunuz ve her şeyi yerli yerine koymak için kendinizi düşünmeye zorluyorsunuz. Ve tıpkı Leonard gibi sizde kimin yalan söylediğini, kime güvenip kime güvenmemeniz gerektiğini bilmiyorsunuz. Sonunda bulmacanın eksik parçaları tamamlanıyor ya da siz öyle sanıyorsunuz…