Se7en / Yedi (1995)
Genelde David Fincher denilince aklımıza ilk olarak, Chuck Palahniuk’ın kitabından uyarlanmış, sistem eleştirisinin en iyi örneklerinden biri olan, “Fight Club / Dövüş Kulübü (1999)” filmi gelir. Fincher-vari yaratıcı giriş jeneriğini, filmden sonra bizde bıraktığı etkiyi, görsel anlamdaki başarısının yanında sarsıcı bir şekilde verdiği mesajı, kafaları allak bullak eden sürpriz sonunu ve Brad Pitt-Edward Norton ikilisinin karşılıklı döktürdüğü sahneleri hatırlarsak bu hiçte şaşırtıcı bir şey değildir. Fakat Dövüş Kulübü’nden daha önce Fincher’ı, Fincher yapan, onu sinema dünyasına kabul ettiren başka bir film vardır: “Se7en / Yedi”!
Aslında klip yönetmeni olan Fincher, ilk uzun metraj film deneyimi olan “Alien 3 (1992)” ile büyük hüsrana uğradı. Kolay değildi tabi serinin ilk iki filmi “Alien / Yaratık (1979) ” ve “Aliens / Yaratığın Dönüşü (1986)”, iki usta yönetmen Ridley Scott ve James Cameron tarafından çekilmişti; bu yüzdende beklenti büyüktü. Film, özel efektleri ile Oscar adaylığı aldı ama gişede beklentiyi karşılayamadı ve eleştirmenler tarafından topa tutuldu. Üstelik serinin hayranları tarafından da fazlasıyla eleştirildi. Ama Fincher’ın kariyeri üç yıl sonra çektiği Yedi filmiyle tamamen değişti…
Yedi Ölümcül Günahın Anatomisi
1- İlk Günah: Oburluk
Sinema tarihinin en iyi jeneriğiyle (titreyen neonlu yazılar ilk kez bu filmin jeneriğinde kullanılmıştır) başlıyor film. Merak uyandırıcı bu jenerikte katilimizin cinayetleri planladığı defterlerden bazı kısımlar gösteriliyor bize ve ardından yağmurlu bir pazartesi günü ile giriş yapıyoruz karanlık şehre. Somerset ve Mills olay yerine geliyorlar. Karanlık ve izbe bu yerde kocaman bir masanın önünde, en az o masa kadar büyük bir adamın sandalyeye bağlı cesedini görüyoruz. Etrafa yayılmış iğrenç bir koku ve cesedin önünde kusmuk dolu bir kova var. Bu sarsıcı sahne ile katilimiz, dedektiflere ilk mesajını da vermiş oluyor: “Cehennemden aydınlığa giden yol uzun ve zorludur.”
2- Açgözlü Seyirciye Nafile İpuçları
Film ilerledikçe verilen ipuçları ile katilin kim olduğunu harıl harıl düşünseniz de kafanız karışıyor ve bir türlü bulamıyorsunuz. Hatta dedektiflerin ruh haline ortak oluyor ve her şeyi saran karanlığın içine hapsoluyorsunuz.
3- Tembellik Etmemiş Oyuncular
Katilin peşindeki polislerin bize hiç de yabancı gelmediğini hemen anlayabiliriz aslında. Yaşlı, tecrübeli ve soğukkanlı bir dedektif ve ona yardım etmesi için görevlendirilen genç ve kendini kanıtlamak için yanıp tutuşan başka bir dedektif. Birbirlerinin tam anlamıyla zıttı ama birbirlerini tamamlayan iki karakter. Polisiye film türünün bu klişesini Fincher, filmde çok iyi kullanmış. Tabi bunda Morgan Freeman ve Brad Pitt ikilisinin arasındaki uyumda önemli bir etken.
Filmin isimsiz kahramanıKevin Spacey (kendi isteği üzerine jenerikte adı geçmemiştir), John Doe karakteri için başlangıçta düşünülen isim olmasa da, kendisini çok az gördüğümüz ama buna rağmen suratındaki o buz gibi ifadeyle ve müthiş oyunculuğuyla bu rol için ne kadar doğru bir tercih olduğu ispatlıyor. Dedektif Mills’in karısı Tracy’yi canlandıran Gwyneth Paltrow ise psikolojisi bozuk, yalnız bir kadını kendine has oyunculuğu ile oynarken aklıma gelen tek şey, bu rol için ondandan başkasının düşünülemeyeceği oluyor.
4- İsimsiz Şehirde Gururlu Bir Anne
Filmin geçtiği şehir hakkında herhangi bir bilgi verilmiyor bize, son derece karanlık, kasvetli ve yağmurun durmaksızın yağdığı, isimsiz bir şehir burası. Bildiğimiz tek şey, bilmediğimiz bu şehirde her geçen gün bir başka cinayet işleniyor olması. Olayların geçtiği şehir ve David Mills’in karısıyla birlikte yaşadığı ev birbirine çok benziyor. İkisi de son derece kasvetli ve umutsuz. Trenlerin öfkeli sesleri eşliğinde sarsılan ev, bu duruma alışmaya çalışan Mills ve Tracy’nin arasındaki sarsılmış ilişkilerinin bir metaforu sanki. Mills’in evde beslediği köpeklere duyduğu aşırı sevgi, bebek hasretini anlatıyor. Tracy’nin hamileliğini gizlemesi ve ne yapacağına karar verene kadar da Mills’e söylememesi filmin sonunda, boğazımıza düğümlenen bir yumru gibi karşımıza çıkıyor!
5- Dehşet Birazcık da Şehvet
Katil cinayetlerine devam ederken, olay yerlerinde bıraktığı bir takım işaretlerin, polislere bir sonraki cinayetin nerede olacağına dair ipuçları verecek cinsten olması ve buna rağmen yakalanamaması katilin son derece zeki biri olduğunu ispatlıyor. Katilin amacı sadece kurbanları öldürmek değil. Zaten cinayetlerin işleniş biçiminden bunu anlıyoruz. Ona göre etrafta o kadar çok günahkâr var ki bunlara birinin son vermesi gerekiyor. Ve Tanrı’nın onu seçtiğini düşünüyor, cinayetleri de bu yüzden bir ritüelmişçesine gibi işliyor… Kurban hangi günahı işlediyse cezasını bu günahla ödüyor. Katilimizi hiç cinayet işlerken görmüyoruz. Ne zaman dedektifler bir ceset buluyor işte bizde o zaman görüyoruz mesajlarla süslenmiş ölü bedenleri. Bu da filmin sonuna kadar merakımızı ayakta tutuyor. Kurbanlar gerçekten de dehşet verici şekillerde öldürülüyor. Tıpkı şehvet günahını işlemiş fahişenin ölümü gibi…
6- Kıskananları Çatlatacak Cinsten Sürpriz Final
İki dedektif katili yakalayacakları sırada ellerinden kaçırırlar ve onu tekrar nasıl bulacaklarını düşünürlerken, her tarafı kanlar içinde polis merkezinin kapısından John Doe girer. İşte film bu beklenmedik sahne ile beklenmedik finale doğru yol almaya başlar. Katil teslim olur ve diğer iki cesedin nerede olduğu bir şartla göstereceğini söyler. Şartı dedektifleri oraya kendisi götürecektir. Mills, Somerset ve Doe arabayla olay yerine giderken bir helikopterde onları takip etmektedir. Bu sahnede Kevin Spacey harika bir monolog ile rolünün hakkını sonuna kadar verir. Saat 7’de elektrik kulelerinin olduğu uçsuz bucaksız araziye geldiklerinde film hiç unutamayacağımız bir şekilde son bulur.
7- Son Sözü Öfke Söyler
Filmin sonunda Dedektif Somerset’in öfkeli ve bitmiş adama bakıp ta dediği gibi:
Ernest Hemingway şöyle yazmış: Dünya güzeldir ve uğruna savaşmaya değer. İkinci bölümüne katılıyorum.