Fantastic Four / Fantastik Dörtlü (2015)
Söz konusu sinema uyarlaması olduğunda, Fantastic Four üyeleri, Punisher ile birlikte Marvel’ın en talihsiz kahramanları arasında yer alıyor bence. Tıpkı Punisher gibi Fantastic Four da uyduruk bir uyarlama ile seyircinin karşına çıkıp hayal kırıklığına sebep oldukça, yeni bir reboot ile yeni hayal kırıklıklarının kapısını araladı. Bugüne kadar 3 kez kanlı canlı bir filmde gözüken ekip, bu sene 4. kez perdede arz-ı endam ederken, azıcık da olsa olan umutlarımızı, maalesef devasa bir hüsrana dönüştürdü! Şimdi hazırsanız, fantastik ekibe ve fantastik olmayan film(ler)ine detaylı bir bakış atalım…
Fantastik Dörtlü’nün Doğuşu
Amerikan çizgi roman tarihinde adı kesin olarak konmuş, iki dönem vardır. Bunlardan ilki, 1938 yılında Süperman’in ortaya çıkışıyla başlayan ve 1945’e, yani II. Dünya Savaşı’nın bitimine dek süren Altın Çağ’dır. Bu dönemde, çizgi romana ilgi doruğa ulaşmıştır. Hatta öyle ki 1943’te, Amerika’da ayda toplam 25 milyon çizgi roman satılmıştır (Kutlukhan, 2004, s. 5).
Anlayacağınız çizgi roman, dönemin altın yumurtlayan tavuğudur ve bu dönemin, çizgi romanın “Altın Çağ”ı olarak anılması bir mübalağa değildir. Çizgi roman satışlarının bu denli yükselmesinin en büyük sebebi ise şüphesiz savaştır! Zira II. Dünya Savaşı sırasında, çizgi roman okur kitlesinin büyük bir kısmını Amerikan askerleri oluşturuyordur. Ve kaçınılmaz olarak, savaşın bitmesiyle satışlar da düşmeye başlar. Hatta savaş sırasında insanlara güç, motivasyon ve cesaret veren süper kahramanlara olan ilgide bir hayli azalır.
İlerleyen zamanlarda çizgi roman, suçluları yücelten ve masum beyinleri zehirleyen zararlı bir mecra olarak görülmeye başlanır. Korku çizgi romanlarının yükselişi, çizgi roman satışlarında büyük artışa sebep olsa da; bu “mini-Altın Çağ”, 50’li yıllar Amerika’sının kaos ortamına ek olarak, Dr. Frederic Wertham’ın “Seduction of the Innocent” (Masumun Günaha Teşviki) adlı kitabı yüzünden kısa süreli bir mutluluk olmanın ötesine gidemez. Wertham, kitabında özellikle korku ve suç türündeki çizgi romanların çocukları zehirlediğini ve suça teşvik ettiğini ileri sürer ve bu çizgi roman karşıtlarını iyice galeyana getirir. Sonuçta devlet sansüründen korkan çizgi roman yayıncıları, kendilerine bir denetim ve sansür mekanizması uygulamaya karar verirler. Böylece “Comics Code Authority”, yani “Çizgi Roman Nizamnamesi Yetkisi” doğmuş olur. Bu nizamname korku ve suç öyküsü unsurlarını yasakladığı için çizgi roman tarihinde, meydan yine süper kahramanlara kalır. İşte ikinci dönemimiz olan “Gümüş Çağ” da bu şekilde başlar (Kutlukhan, 2004, s. 6).
Gümüş Çağ, DC’nin süper kahramanlarını geri döndürmesiyle başlar ama döneme asıl damgasını vuran Marvel olur. Aslında o sıralarda bilim-kurgu çizgi romanları çıkaran Marvel, tekrardan süper kahraman çizgi romanları yayınlamaya henüz başlamamıştır ve 50’lerin ortalarında dağıtım sorunları ile birlikte düşen satışlar nedeniyle maddi olarak büyük sıkıntı içinde bulunuyordur. Gümüş Çağ’ın başlarında DC için çalışan Jack Kirby, 1959’da Marvel’a döner. Böylece iki büyük usta, Jack Kirby ve Stan Lee, Marvel’ı tekrar şaha kaldıracak adımı atmak için kafa kafaya verirler. Sonuç olarak 1961 Eylül’ünde, kendi adını taşıyan çizgi romanlarıyla, Fantastic Four doğar! Dört kişiden oluşan bu süper kahraman grubu beklenenin üstünde bir ilgi görür. DC’nin süper kahramanların aksine mitolojik ve ikonik değil, son derece insani olan Fantastic Four ekibi, sanki bunun altını çizmek istercesine ilk sayının kapağında üniformasız olarak karşımıza çıkarlar” (Kutlukhan, 2004, ss. 6-7).
MARVEL vs. FOX
Marvel’ın Fantastic Four’u büyük umutlarla çizgi roman evrenine kazandırdığını ve sonucunda büyük bir başarı elde ettiğini hatırlattıktan sonra, ekibin çizgi roman evrenindeki akıbetinden de bahsetmek gerektiğine inanıyorum.
Fantastic Four serisinin film haklarının Fox’ta olması, son zamanlarda satışlarının iyice düşmesi gibi sebepler birleşince Marvel daha fazla dayanamadı ve önce seriyi iptal etti, daha sonrada “All-New, All-Different Marvel”da ekibi acımasızca dağıttı. Bunun sonucunda Reed ve Sue ortadan kayboldu, Johnny Inhumans’a katıldı ve Ben, Guardians of the Galaxy ekibinin bir neferi oldu. Yıllar boyunca Fantastic Four’un üssü olan Baxter Binası ise, Spider-Man’in şirket binası “Parker Industries” haline geldi.
Aslında Marvel’in “Fox’a kızıp Fantastic Four’u yakması” ile ilgili tek vukuatı da bu değil. Nathan Edmondson’ın yazdığı ve Mitchell Gerads’ın çizdiği Punisher #12 sayısında, Miles Teller (Reed), Jamie Bell (Ben) ve Kate Mara (Sue) ile benzerlikleri su götürmez bir şekilde ortada olan üç aktörü (hatta Jamie Bell’e benzeyenin üzerinde Fantastic Four tişörtü var) görüyoruz. Bu üç aktör, yönetmen “Trang” (Josh Trank) ile oyuncu “Mike” (Michael B. Jordan) ikilisini beklerlerken içinde oldukları bina patlıyor! Sonrasını tahmin edersiniz herhalde… İşte Marvel’in kendi evlatlarının sinemadaki yansımalarını hunharca öldürdüğü bu kareler, Marvel ve Fox arasındaki sorunun ne kadar büyük olduğunun ama aynı zamanda ne kadar komik olduğunun da bir göstergesi aslında…
Süper Kahramanların Sinema Evreni
Çizgi roman uyarlaması dendiğinde, düşük bütçeli, gösterişsiz kostümlü ve yetersiz özel efektli filmlerin akla geldiği zamanlar artık çok geride kaldı. Richard Donner’ın “Superman (1978)” filmi ile ilk kez büyük bir ilerleme kaydeden çizgi roman-sinema ilişkisi, Tim Burton’ın “Batman (1989)” filmi ile adeta yeni bir çağa merhaba dedi. Sonrasında teknolojinin gelişmesi, ön yargıların kırılması ve başarılı yönetmenler ile çizgi roman uyarlamaları, artık burun kıvrılan bir alt tür olmaktan çıktı. Fakat yine de, 2008 yılında gösterime giren “Iron Man” ve “The Dark Knight / Kara Şövalye” filmlerine kadar eğlenceli bir seyirlik olmaları dışında pek ciddiye de alınmıyorlardı.
Marvel, Iron Man ile başlattığı Sinematik Evrenini, bir örümceğin ağını örmesi gibi ustaca örerek, hem meşhur karakterlerinin sinema maceralarını görsel bir şölen olarak bize sundu hem de çizgi roman uyarlamalarını daha ciddiye alınır bir hale getirmeyi başardı. Bu yüzden de, Marvel Sinematik Evreni’nin çizgi roman uyarlamalarının altın çağını başlattığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Tabi Marvel’ın bu fantastik girişiminden, er ya da geç “diğerleri”nin de feyz alması kaçınılmazdı. Son zamanlarda Christopher Nolan’ın Batman üçlemesini dışında belirgin bir başarı elde edemeyen ve şimdiye kadar amiral gemileri Superman ve Batman’i defalarca sil baştan anlatıp diğer kahramanlarına neredeyse hiç şans tanımayan DC, “Man of Steel (2013)” ile Extended Universe, yani Genişletilmiş Evren adını verdiği sinema evrenini kurmaya başladı bile. Tabi DC’nin, “süper kahramanların sinema evreni” fikri konusunda, tek olmadığını da hatırlatmakta fayda var.
Zira Marvel’in zamanında haklarını sattığı kahramanları elinde bulunduran Sony Pictures ve 20th Century Fox da bunu yapmaya çalıştılar. Fakat işler pekte umdukları gibi gitmedi! Özellikle Spider-Man’in haklarına sahip olan Sony’nin bunu eline yüzüne bulaştırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sam Raimi’nin eli yüzü düzgün Spider-Man trilogy’sinden sonra gereksiz bir reboot olan “The Amazing Spider-Man / İnanılmaz Örümcek-Adam (2012)” gişede tatmin edici bir başarı yakalayınca devam filminin yolu da açıldı. Fakat Sony, büyük bir özgüven ile kötü adamları bir bir doldurduğu “The Amazing Spider-Man 2 / İnanılmaz Örümcek-Adam 2 (2014)” filmi ile hem Jamie Foxx’un muhteşem bir şekilde hayat verdiği Electro’yu harcadı hem de şimdiye kadar çekilmiş en zorlama ve en sevimsiz süper kahraman filmlerinden birine imza attı. Bu da yetmezmiş gibi, Spider-Man evrenini genişleteceği The Sinister Six’in müjdesini de bu film ile verdi. Tabi ne ikinci film istenileni elde etti ne de The Sinister Six projesi hayata geçti. Tüm bu başarısızlıklar ise Marvel’ın işine geldi. Bu sayede, en sevilen kahramanlarından biri olan Spider-Man’i, Sinematik Evreni’ne katmayı başardı.
Diğer tarafta ise hem X-Men hem de Fantastic Four ekibinin haklarını elinde bulunduran Fox var. Malum X-Men, artık Bryan Singer’ın kontrolünde emin ellerde. Daha öncesinde “Superman Returns / Superman Dönüyor (2006)” filmini tercih edip eski serinin üçüncü filmini Brett Ratner’ın ellerinde heba olmaya bırakan Singer, yeni seriyi ikinci filmden itibaren devraldı ve iyi bir X-Men filmi için yönetmen koltuğunda kendisinin oturması gerektiğini kanıtladı! Şuan yeni serinin üçüncü filmi olan “X-Men: Apocalypse (2016)” hayranları tarafından dört gözle bekleniyor.
Fakat Fox, X-Men evreninde gösterdiği başarıyı maalesef Fantastic Four evreninde göstermeyi bir türlü beceremedi. Aslında film gösterime girmeden önce hem seyirciler hem de yapımcılar bu yeni Fantastic Four filminden ümitliydiler. Hatta “X-Men: Apocalypse” filminin çekimleri devam ederken Bryan Singer, Yahoo Movies’e verdiği açıklamada X-Men ve Fantastic Four evrenlerini birleştirebileceklerini bile söylemişti. Hatta ve hatta yapımcılar bu filmden o kadar umutluydular ki devam filminin gösterim tarihi bile belirlenmişti. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Filmin gösterime girmesinden sonra seyircilerin hayal kırıklıkları, yönetmen ile yapımcılar arasındaki gerginlik derken Fantastic Four, 2015 senesinin en büyük hüsranlarından birine dönüştü!
Zaten sonrası malum, yapımcılar tarafından Fantastic Four ve X-Men evrenlerinin asla birleşmeyeceği açıklandı, yönetmen Josh Trank ile yollar ayrıldı ve devam filmi rafa kaldırıldı…
Fantastik Olmayan Filmler
Çizgi roman evreninde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş, popüler olmayan ve ciddiye alınmayan bazı karakterler, sinema yolcuklarıyla turnayı gözünden vururlar. Bakınız, Ant-Man!
Ama Fantastic Four ekibi için tam tersi bir durum söz konusu. Onlar çizgi roman evreninde ilk ortaya çıktıkları günden beri büyük başarı elde etmiş, bilinen ve sevilen bir ekip. Fakat bugüne dek yaşadıkları sinema maceraları düşünülünce Fantastic Four, çizgi roman evrenindeki Ant-Man’den bile daha talihsiz bir durumda bana kalırsa.
Dört kişilik bu süper kahraman grubunun sinema ile ilk imtihanı, Oley Sassone’ın yönetmenliğini üstlendiği “The Fantastic Four (1994)” filmi ile oldu. Gösterime girme şansı yakalayamayan, birçok kimsenin hiç duymadığı, duymuş olanların nasıl bir şeye benzediğini hiç bilmediği bu garip uyarlama, yapımcısı Roger Corman’ın ruhunu taşıyan bir B filmi gibi adeta! Düşük bütçesi yüzünden yer yer komiğe kaçan özel efektleri, hiçbir yaratıcılık barındırmayan dümdüz anlatımı, oyuncuların rol kabiliyetlerinin son derece sınırlı olması gibi sebeplerden ötürü -eğer bambaşka bir gözle izlemiyorsanız- tahammülü çok zor bir film açıkçası. Tabi Fantastic Four ekibinin orijin hikâyesini ilk kez bir filmde görmemizi sağlaması düşünüldüğünde başarı hanesine bir artıyı hak ediyor. Filmin sonunu saymazsak ekibi doğru düzgün kostümlü göremeyişimiz ise filmin en büyük eksilerinden bir tanesi. Her şeye rağmen Fantastic Four’un alametifarikası olan The Thing’i güzel bir biçimde kotardıklarını da söylemeliyim.
Ekibi, sinemada ilk kez görebilmemiz için aradan 11 yıl geçmesi gerekti. -Luc Besson’ın unutulmaz klasiği “Taxi (1998)” filmine öykünen 2004 model “Taxi” filminin yönetmeni olan- Tim Story, “Fantastic Four (2005)” filminin yönetmen koltuğuna geçerek, aksiyon konusunda, Mark Steven Johnson’ın “Daredevil (2003)” filminden bile daha yetersiz bir çizgi roman uyarlaması ortaya koymayı başardı! Karakter gelişimine aşırı zaman harcayan ve neredeyse sadece son 10 dakikasını aksiyona ayıran film, Victor von Doom gibi muhteşem bir kötünün hunharca harcandığı ikinci Fantastic Four filmi oldu. Üstelik mizah dozunun fazlasıyla abartıya kaçtığı, absürt komedi kıvamındaki atmosferi ile çizgi romanlardaki Fantastic Four ruhunu yansıtmayı da pek başaramadı. Fakat filmin, karakter gelişimine harcadığı zamanı boşa kullanmadığını da belirtmek gerekiyor. Hem karakterle tanışmamız, hem onların kişisel özelliklerini doyurucu bir biçimde öğrenmemiz, hem de özel güçlerini kazandıktan sonra güçlerine alışmaya çalıştıkları sahneler filmin tek olmuş hissi uyandıran kısımlarını oluşturuyor. Bunu destansı bir final ile taçlandırayım derken çuvallamaları ise gerçekten üzücü!
Aksiyon konusunda yetersiz kalsa bile, ilk film en azından ekibin üyelerini tanıtmayı ve orijin hikâyesini başarılı bir şekilde anlatmayı beceriyordu. Ama ilk filmin aksine, devam filmi olan “Fantastic Four: Rise of the Silver Surfer / Fantastik Dörtlü: Gümüş Sörfçü’nün Yükselişi (2007)” tam bir hezeyan, seyirciye edilmiş sunturlu bir küfür gibi! Victor von Doom bahtsızlığı bu filmde de hız kesmeden devam ediyor. Hatta Victor von Doom bu filmde o kadar komik bir hale getiriliyor ki onu hiçbir şekilde ciddiye alamıyoruz! İkinci filmde kadroya dâhil olan Silver Surfer gibi son derece orijinal bir karakter ise en hafif tabirle rezil kepaze ediliyor. Aslına bakarsanız tek harcanan Silver Surfer karakteri de değil! Bu filmin öncesinde “Hellboy (2004)” filmindeki Abe Sapien, “El laberinto del Fauno / Pan’in Labirenti (2006)” filmindeki Fauno ve Pale Man karakterlerine hayat veren Doug Jones gibi yetenekli bir adam bile Silver Surfer’ı kurtarmaya yetmiyor. İlk filmde seyirciyi aksiyona doyuramayan Tim Story, bu filmdeki aksiyon mantığı ve sahneleri ile çileden çıkartıyor ve “Kötü adamı yenmek için birlik olun” fikrini olabilecek en abuk sabuk formatta gözümüze sokmayı tercih ediyor. Sonuç mu? İlk filmi mumla aratacak cinsten!
Gördüğünüz gibi şimdiye dek karşımıza çıkan bu filmlerle, ne yapımcıların yüzü güldü, ne Fantastic Four hayranları bekledikleri uyarlama ile mesut oldular, ne de ekibin baş düşmanı Victor von Doom layıkıyla perdeye aktarıldı. Dördüncü uyarlamada her şeyin değişmesi için büyük çaba sarf edildi. Ama karşımızdaki tablonun geneline baktığımızda, karşılaştığımız manzara bence seleflerinden bile daha beter! Neyse lafı fazla uzattık. Artık sadede gelelim…
Köklü Değişiklikler…
(Yazının buradan sonraki kısmı, filmle ilgili sürprizleri bozacak bilgiler içermektedir.)
Marvel’in ilk ailesi olan Fantastic Four, dört kişiden oluşsa da aslında onlar tek bir kişiymiş gibi hareket ederler. Zaten onları diğer kahramanlardan ayıran ve özel kılan şey de tam olarak budur! Eğer ekibi tek bir kişi gibi düşünecek olursak, Reed “Beyin”, Sue “Kalp”, Johny “Vücut” ve Ben ise “Ruh” olurdu şüphesiz. Yani Fantastic Four demek birlik olmak demektir; ekip uyumu, aileye ve dostlara bağlılık demektir. Havalı süper güçler, dur durak bilmeyen aksiyon ve yenilgiye doymayan zalim kötüler ikinci planda gelir. Bu yüzden iyi bir Fantastic Four filmi çekmek için, öncelikle karakterleri iyi tanıtabilmek ve onların aralarındaki güçlü bağı perdeye iyi yansıtabilmek gerekir.
Tabi 2005 yapımı ilk Fantastic Four filminde olduğu gibi, karakterleri anlatmanın, onların aralarındaki güçlü bağın ve birlik olma fikrinin tadını kaçırıp, filmi sadece bundan ibaret yapınca da ortaya pek parlak şeyler çıkmadığını gördük! Ya da devam filmi olan “Gümüş Sörfçü’nün Yükselişi”ndeki gibi tüm karakterlerin süper gücünü bir karakterde toplayarak, kötü adamı bu şekilde yenmelerini sağlamak gibi dâhiyane(!) bir fikrin bünyemizde nasıl hüsranlara sebep olduğunu gözlemledik. İlk filmden tam 10 yıl sonra gelen reboot ise aslında bu konuda seleflerinden nispeten daha titiz ve başarılı bir anlatım ortaya koyuyor. Tabi bu karakterleri tanıtma konusunda hiç hatası olmadığı anlamına da gelmiyor…
Henüz filmin başında bizi karşılayan, Reed ve Ben’in tanışmalarına ilişkin çocukluk sahneleri, gerçekten de yüzümüzde hoş bir tebessüme sebep olan güzel ayrıntılar barındırıyorlar. Fakat bu güzel başlangıç, maalesef aynı güzellikte devam etmiyor ve bazı karakterlere bariz bir şekilde haksızlık yapılıyor. Bu neden mi rahatsız edici? Zira söz konusu Fantastic Four gibi bir ekipse, film boyunca ekip üyelerine eşit yer ayrılmalı diye düşünüyorum. Sonuçta elimizde güçleri ve popülariteleri birbirinden çok farklı olan bir Avengers ekibi yok. Bu yüzden de, hepsi birbirine eşit güçlerde, pratikte bir aileyi temsil eden ve -hatta biraz zorlarsak- dört elementi sembolize eden güçleri ile doğadaki uyumu çağrıştıran bu ekipteki her bir üye, eşit zamanlarda perdede boy göstermeliydiler!
Sadece ekibin beyni olan Reed ve onun biricik aşkı Sue biraz ön plana çıkmış olsaydı bu pek de rahatsız edici olmazdı. Fakat filmin başlangıcında hikâye de önemli bir görev üstlenecek gibi gözüken Ben, daha sonradan adeta figüran durumuna düşürülüyor; Thing’e dönüşmeden önce, yani insan haliyle, hikâyede neredeyse hiç yer kaplamıyor! Bir avuç çocukluk sahnesi ve büyüdükten sonra aralara serpiştirilmiş birkaç sahne dışında onu hiç göremiyoruz. Ben karakterine Jamie Bell’in hayat vermesinin de bu yüzden hiçbir önemi kalmıyor. Johny karakteri ise asi bir genç olarak tasarlanırken adeta modern bir James Dean yaratılmaya çalışılmış. Ama karaktere yeterli yer ayrılmadığı için bu havalı imaj maalesef pek havada kalmış. Yani anlayacağınız Johny, babasından arabasını geri alabilmek için bilimsel araştırmalara katılan asi bir ergen olmanın ötesine gidemiyor. Daha öncesinde yönetmen Josh Trank ile “Chronicle / Doğaüstü (2012)” filminde çalışmış olan Michael B. Jordan, Johnny Storm rolüyle pek fazla bir şey vaat etmediği gibi “Doğaüstü”ndeki oyunculuğunu fazlasıyla aratıyor. Reed rolünde, “Whiplash (2014)” filmiyle yıldızı parlayan Miles Teller’in ve Sue rolünde, “127 Hours / 127 Saat (2010)”, “Iron Man 2 (2010)” gibi büyük yapımlarda küçük roller alan Kate Mara’nın son derece sönük oyunculuklar sergilediklerini de unutmadan söyleyelim.
Karakterlerin hikâye kapladığı yer konusundaki adil olmayan dağılım, tabi ki hikâyenin gidişatını da fazlasıyla etkiliyor. Bunun yanında, film ilerledikçe, karakter odaklı kusurlara bir de alışık olduğumuz orijin hikâyesinden epey ayrılan hikâyeden kaynaklanan sorunlar ekleniyor. Fantastic Four’un Ultimate evreninden esintiler taşıyan bu “yeni orijin hikâyesi” fikrinin sebebini anlamak güç değil açıkçası. Şimdiye kadar defalarca gördüğümüz hikâyeyi üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan anlatmaları çok sıkıcı olabilirdi. Bu yüzden güzel bir şekilde uygulanmış olsa, yapılan tüm köklü değişiklikler kabul edilebilir, hatta etkileyici bile olabilirlerdi. Fakat filmde son derece anlamsız ve sadık hayranları rahatsız edecek türden niteliksiz değişimler söz konusu.
Peki, bu filmde alışık olmadığımız ne gibi şeyler görüyoruz? Mesela karakterler çok daha gençler. Tabi aslında bu genç seyirci kitlesini hedefleyen bir hamle olsa da, alternatif bir evren yaratmak ve hikâyeye dinamizm katmak açısından bence pek de olumsuz bir karar değil. Fakat Sue’nun Johny’nin üvey kardeşi olması ve yıllar boyunca sarışın bir beyaz olarak gördüğümüz Johny’nin zenci olması gerçekten son derece anlamsız değişimler.
Hatırlarsanız yakın zamanda, Stan Lee’nin, Örümcek Adam’ın ve Peter Parker’ın haklarının Sony’de kalmasına izin verirken başta “beyaz” ve “heteroseksüel” olmak üzere pek çok şart koyduğunu öğrendik. “Eğer Peter Parker başından itibaren zenci, Latin, Hintli veya başka herhangi bir kökenle resmedilseydi de böyle kalmasını isterdim. Bunun anti-gay, anti-zenci, anti-Latin falan olmakla ilgisi yok. Latin karakter Latin olarak kalmalı. Kara Panter de kesinlikle İsveçli olmamalıdır. Hâlihazırda yaratılmış bulunan bir karakterin değişmesi için herhangi bir neden göremiyorum” diyen Stan Lee’ye katılmamak elde değil. Ve açıkçası bende tam olarak böyle düşünüyorum. Yenilik fikrini bu derece biçimsel yapmakla uğraşıp hikâyenin içeriğini geliştirmekle pek ilgilenmemiş olmaları, bana kalırsa Fantastic Four filminin başarısızlığının altında yatan en büyük sebep!
Yenilikler bunlarla sınırlı değil elbette. Mekikle uzay yolculuğunun yerini teleportun alması, Planet Zero adındaki gezegenin keşfi, Sue’nun yolculuk yapmayıp radyasyona “başka bir şekilde” maruz kalması gibi parlak fikirlerle(!) dolu yenilikler, altları doldurulamadığı için pek de bir işe yaramıyorlar açıkçası.
Fakat genel olarak filmin, karakterlerin tanıtılmasını ve süper güçlerini kazanmalarını kapsayan ilk yarısının tatmin edici geçtiğini söylemek mümkün. Karakterlerin kozmik bir radyasyona maruz kalması ile geçirdikleri değişim de etkileyici bir şekilde görselleştiriliyor.
Doğaüstü Bir Yönetmenin Hazin Sonu
Yeni bir Fantastic Four filminin çekileceği duyurulduğunda, bu sefer hayal kırıklığına uğramayacağımızı düşünmemizin en büyük sebebi, arkasında “Doğaüstü” filmiyle kendini ispatlamış Josh Trank gibi yetenekli bir yönetmenin olmasıydı. Öyle ya belki de Shyamalan’ın “Unbreakable / Ölümsüz (2000)” filminden sonra çekilmiş en iyi bağımsız kahraman filminin yaratıcısı olan Trank, elbette bir Marvel uyarlaması için biçilmiş kaftandı. Üstelik buna bir de ilk uzun metraj filminde dört başı mamur bir found footage ortaya koymasını da eklerseniz, Fantastic Four’un emin ellerde olduğu rahatlıkla söylenebilirdi!
Filmin ilk senaryosunu Trank ile birlikte, “The Lazarus Effect / Lazarus Etkisi (2015)” filminin ortak senaristlerinden biri olan Jeremy Slater kaleme almıştı. Fakat Trank’in Fox ile yaşadığı anlaşmazlıklardan sonra senarist kadrosuna “X-Men: The Last Stand / X-Men: Son Direniş (2006)” ve “X-Men: Days of Future Past / X-Men: Geçmiş Günler Gelecek (2014)” filmlerinin senaryolarında parmağı olan Simon Kinberg dâhil oldu. Daha önce Ant-Man’da yaşanan durumu anımsatan bu olaydan sonra, Trank ve Slater’in senaryosu Kinberg tarafından elden geçirildi ve şu anki haline getirildi. Söylendiğine göre Trank ve Slater’ın orijinal senaryosunda, ekibin bir başka ezeli düşmanı olan Mole Man ve Galactus vardı. Doctor Doom ise her zaman olduğu gibi Latveria’nın Diktatörüydü. Kinberg, Mole Man ile Galactus’u çıkartıp Doctor Doom’u anti-sosyal bir bilgisayar programcısına dönüştürdü.
Bu bol kötü adamlı tablo, kulağa daha cazip geliyor olabilir. Ama filmin şuan ki haline baktığımızda bile karakterlere eşit yer verilmemiş olması ve tek bir kötü adamın altından kalkılamaması Trank’in fazlasıyla zorlandığını gösteriyor. Bir de bunca kötü adamı filme sığdırmaya kalkışsaydılar, tahmin ediyorum sonuç “İnanılmaz Örümcek-Adam 2” filminden pek farklı olmazdı!
Aslında Chronicle da olduğu gibi bu filmde de, birden fazla karakteri -yukarda saydığımız pürüzlere rağmen- başarılı bir şekilde tanıtması ve bu karakterlerin güçlerini keşfetmelerini inandırıcı bir biçimde ortaya koyması düşünüldüğünde filmin ilk yarısının Trank’ten beklendiği gibi olduğu söylenebilir. Başlangıç hikâyesi etkileyici, olayların gidişatı merak uyandırıcı ve görsellikler şimdiye kadar Fantastic Four ekibini en iyi şekilde perdeye taşıyacak cinsten… Ama bunlar Fantastic Four’u kurtarmaya yetmiyor. Filmin ilk kısmında hafiften hissedilen olmamışlık hissi, ikinci kısımda adeta tavan yapıyor ve filmin nasıl çuvalladığı çok geçmeden gözlerimizin önüne seriliyor!
Film gösterime girdikten sonra Trank, 6 Ağustos 2015 tarihinde atıp daha sonra sildiği, “Bir yıl önce bu film için fantastik bir versiyonum vardı. Ve o gerçekten iyi yorumlar alabilirdi. Ama büyük ihtimalle onu asla göremeyeceksiniz. Ne yazık ki bu gerçek” tweet’i ile stüdyo ile arasındaki sorun yüzünden böyle “pespaye” bir film ortaya çıktı demeye getirmişti bildiğiniz gibi. Filmin senaryo ve çekim sürecinde neler olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var, o da Trank’in bu filmin altından kalkamamış olması ve yıllar önce Tim Story’nin düştüğü hatayı daha beter bir şekilde tekrarlaması! Evet, bu filmin 10 yıl önceki Fantastic Four ile kıyaslandığında karakter konusunda bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Fakat iş hikâyenin gelişimi, aksiyon sahneleri ve “kötü adam” konusuna geldiğinde, en az Tim Story’nin Fantastic Four filmi kadar, hatta ondan daha beter bir örnekle karşı karşıya kalıyoruz!
“It’s Clobbering Time!” (Şimdi Pataklama Zamanı!)
Daha öncede söylediğimiz gibi filmi kabaca iki kısma ayırırsak, ilk kısmı karakterlerle tanışma, ikinci kısmı ise bol aksiyon ve sıkı bir “boss fight” olarak nitelendirebiliriz. Yani daha doğrusu teoride filmin böyle olmasının planlandığı ama pratikte işlerin umulduğu gibi gitmediği aşikâr! Zira ikinci kısma geçerken film, sanki görünmez bir jiletle kesiliyor ve bambaşka biri tarafından yazılmış ve çekilmişçesine katlanılmaz bir şeye dönüşüyor!
İkinci kısımda filmin seleflerinin yaptığı hataları bolca tekrarladığını görüyoruz. Tıpkı Tim Story’nin filmi gibi karakter gelişimine fazla zaman harcayan film, süresini iyi kullanamıyor ve vaat ettiği aksiyonu bir türlü sergilemeyi beceremiyor. Üstelik zaman harcanan tek şey karakterler de değil. Karakterler radyasyondan etkilenip değişim geçirmeye başlayınca bu kez de insanların ekibi kabul etme sorunu, hikâyenin içinde dallanıp budaklanmaya başlıyor. Hatta filmin aksiyondan daha çok bu nokta ile ilgilendiğini de söyleyebiliriz.
Her zaman devletin ve halkın bağrına bastığı Fantastic Four ekibi, bu kez korkutucu canavarlarmış gibi muamele görüyor. Aslında 2005 yapımı selefi de, ekibin geçirdiği değişimden sonra insanlar tarafından kabul edilmeme sorunlarına değinmişti. Ama bu kez karşımızdaki tablonun, “absürt komedi kıvamındaki atmosfer”den fazlasıyla ayrıldığını ve günümüzün çizgi roman uyarlamalarında sık sık karşılaştığımız “daha karanlık bir atmosfer” fikrini benimsendiğini görüyoruz. Karanlık atmosfer derken sakın abarttığımı düşünmeyin. Şimdiye kadar Nolan’ın Batman üçlemesinde gördüğümüzden bile daha karanlık bir atmosferle karşı karşıyayız. Ama gelin görün ki filmin aksiyon anlayışı, düşman ile savaşırken verilen mücadele ve birlik olma fikri evlere şenlik! Gerçi bu konuda “Gümüş Sörfçü’nün Yükselişi” ile kapışamaz ama ondan aşağı kalır yanı da yok.
Amerikan ordusu tarafından özel bir üsse kapatıldıktan sonra Reed’in hemen kaçması, aradan geçen 1 yıl içinde Ben’in ordunun kuklasına dönüşmesi, Johny’nin de bu yolda ilerlemesi ve Sue’nun güçleri konusunda pek yol kat edememesi gibi gelişmeler ise filmin sıkıntısının sadece aksiyon eksikliğinden kaynaklanmadığını bize tekrar hatırlatıyor.
Bu noktada Fantastic Four ekibinde yeri çok önemli olan Ben karakteri için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Zira filmin karakter odaklı sorunlarının en büyüğünü, daha öncede bahsettiğimiz gibi Ben oluşturuyor. Daha çok imkana rağmen, görsel anlamda önceki filmlerde yapılmış Thing tasarımlarının kıyısından köşesinden geçememiş olması bir yana, Ben ile ilgili akla gelen diğer sorun, geçirdiği değişimden sonra içinde bulunduğu durumu çabucak kabul etmesinden kaynaklanıyor. Tim Story’nin filminde bile Ben’in kendini kabul etme sürecine yeterli ve inandırıcı miktarda değiniliyordu. Ama bu bir yana Ben’in hiçbir şeyi sorgulamadan ordunun teklifini kabul etmesine ve akabinde ordunun kuklası haline gelmesine inanmak mümkün değil!
Ben konusunda rahatsız edici olan bir başka şey ise kostümünün olmaması. Çizgi romanlarda hiçbir zaman çıplak görmediğimiz Ben’in kostümü dev cüssesine adapte olabilen bir tayttan ibaret olsa da, bu durum altında daha derin bir anlam barındırıyor aslında. Zira Ben, insan olmaktan hiçbir zaman vazgeçmiyor; sürekli eski halini özlüyor. Dev bir kaya yığınına dönüşmüş bedenine rağmen sıradan bir insan gibi giyinmesi de bu özlemi -ve belki de umudu- sembolize ediyor. Fakat filmde karşımıza çıkan “şey”, yani Ben ise son derece çirkin ve insanlıktan uzak bir görüntü çiziyor. Thing her ne kadar çirkin olsa bile sempatik bir karakterdir. Üstelik iyi tarafta olduğu hem esprili ve masum kişiliğinden hem de olaylara yaklaşım biçiminden bellidir. Filmdeki Thing ise yumruklamaktan başka özelliği olmayan bir kötü adam gibi… Bu filmde Thing ile ilgili söylenebilecek tek olumlu şey var, o da Thing’in birini pataklamadan önce attığı meşhur “It’s Clobbering Time!” nidasının filme yer bulması.
Kötü Adam Sorunu
Kahraman hikâyeleri iki çeşit mücadeleyi bünyesinde barındırır. İlki güçlerini kazandıktan sonra kahramanların kendileri ile yaptıkları “iç mücadele” ve ikincisi ise kendilerinin tam zıttı bir kişiliğe ve amaca sahip düşman ile yaptıkları “dış mücadele”…
Şimdiye kadar çekilmiş bütün Fantastic Four filmlerinde karşılaştığımız en büyük ortak sorun da, bu dış mücadelenin, yani kötü adam ile yapılan savaşın son derece sönük olması, oldubittiye getirilmesi ve tabi ki Victor von Doom gibi muhteşem bir kötü adamı heba etmelerinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki bu filmde de durum değişmiyor!
Fragmanda suratını gördüğümüzde bizi heyecanlandıran Doom, filmde karşımıza çıkınca büyük bir şok yaşıyoruz. Neden mi? Zira belki de şimdiye kadar görüp görebileceğimiz en kötü kostüm tasarımı ile karşı karşıya kalıyoruz da ondan! Doom’un o karizmatik kostümünün yerinde yeller esiyor. Üstelik bu da yetmezmiş gibi Doom’un dünyayı yok etme planının son derece uçuk (aslında demek istediğim aptalca) olması ve Planet Zero’ya duyduğu saplantı bize başka bir şok yaşatıyor. Çizgi romanlarda o hayran olunası karizmatik ve zeki kötü adam Doom bu sefer, hiçbir sinema macerasında olmadığı kadar alçaltılarak amaçsız bir zırdeliye dönüştürülüyor. Victor’un geçimsiz ve sevimsiz bir tip olmanın ötesinde derinleştirilmemiş olması ve Victor’un gizemli kayboluşundan itibaren kimsenin onun hakkında konuşmaması da karakterle ilgili diğer göze batanlar arasında…
Tahmin edeceğiniz gibi bütün film boyunca merakla beklenen “boss fight”da, Tim Story’nin iki Fantastic Four filminde olduğu gibi “önce yenil, sonra yen” klişesi üzerine kurulu uyduruk bir şekilde gerçekleşiyor. Ve yine sağlam bir Doom izleme hevesimiz kursağımızda kalıyor.
Başarısızlık: Dörtte Dört!
Büyük beklentileri büyük hüsrana dönüştürmüş ve son zamanlarda çekilmiş en kötü çizgi roman uyarlamalarından biri olmayı başarmış Josh Trank imzalı Fantastic Four için aslında bu kadar laf kalabalığının yerine, şimdiye kadar çekilen dört Fantastic Four filminde de sonuç aynı oldu, “başarısızlık: dörtte dört!” desem de olurdu ya, neyse…
Kaynakça
Kutlukhan, K. (2004). Sinemada Çizgi Roman. İstanbul: Sinema Merkez Dergisi.