Minuscule: Valley of the Lost Ants / Minuscule: Kayıp Karıncalar Vadisi (2013)
Yanıldık! Dünyanın değişmez efendileri sandık kendimizi. Hor kullandık dağı, taşı, toprağı. Kişisel hırslarımızla, kazanma arzusuyla, sorumsuzlukla doğaya zarar verdik, doğanın bir parçası olduğumuzu unutarak ve bir gün bu zararların kendimize döneceğini hiç düşünmeden. Yanıldık!
Bulunduğumuz yerleri kendimize tabi kılma konusunda büyük ısrar gösterdik. Dünyayı istila etme, kendimize mal etme, paylaşma mücadelesini hiç durmadan vites arttırarak sürdürdük. Dünya üzerinde tahakküm kurduk. Zamanı, mekânı, doğayı, bitkileri, hayvanları, her şeyi yönetebileceğimizi düşündük. Çok yanıldık. Yanılmaya devam ettik!
Gelişme gösterirken bir yandan da kaynakları hunharca tükettik. Sanayimiz gelişirken doğayı katlettik, enerji kaynaklarına alternatif buldukça toprağı delik deşik ettik. Yaşadığımız evrenin tanrılarıymış gibi böbürlenerek eserimize bakıp gururlandık. Oysa yaptığımız bizi felakete götüren seremoni hazırlığı idi. Sinyalleri alamadık, belki de kulaklarımızı tıkayıp almak istemedik. Dünyanın muhtelif bölgelerinde seller, depremler, tsunamiler, iklim değişiklikleri oldukça kendimize bakmadan çuvaldızı hep başkalarına batırmak için yarıştık durduk. Doğanın dengesini bozan bizdik. Eğer bizler olmasaydık belki de bu dünya diğer “komşularımız” için daha yaşanılır bir hal alabilirdi…
Doğanın Düzeni ve Karıncaların Azmi
Fransız animasyon stüdyosu Futurikon tarafından yapılan “Minuscule”, 2013 yılında gösterime girerken işte yukarda bahsettiğim sorunları kafasına takarak, biz seyircilere doğa manzaraları eşliğinde kaybettiğimiz krallığın asıl sahiplerinin yaşayışlarını, sevimli mi sevimi bir şekilde sunuyor.
Fransa-Belçika ortak yapımı olan filmde, doğa perspektifinden bakıyoruz hayata. İnsanların olmadığı, hayvanların ise Pixar, Disney gibi milyon dolarlık stüdyoların filmlerindeki gibi konuşmadığı bir filmle karşılaşıyoruz. Doğal ve gerçek olanı tercih ederek hayvanları konuşturmayan ve çok yerinde bir karar veren Hélène Giraud ve Thomas Szabo’nun yazıp yönetmen koltuğuna oturduğu filmi izlerken, sessiz film izliyor gibi değil de sanki ekranda gördüğünüz böceklerin ne dediğini frekans yoluyla anlıyor, empati kuruyorsunuz. Zaten yönetmenlerde, gerçek doğada katlettiğimiz bu hayvanlarla iletişim kurmamızı istemiş olmalılar. Konuşmayıp kendilerine özgü sesler çıkartarak anlaşan bu sevimli böceklerin ne dediklerini inanın anlayacaksınız; yeter ki yüreğinizdeki doğa ve hayvan sevgisi taşlaşmamış olsun.
Sinemanın mucidi Fransızların torunlarının elinden çıkma olan bu film, genç çiftin piknik için gittikleri Ecrins Ulusal Parkı’na arabaları ile çıktıkları yolculukları ile selamlıyor bizleri. Zaten filmin çekimleri de Fransa’da ki Ecrins ve Mercantour Ulusal Parklarında gerçekleştirilmiş. Bob Ross tabloları gibi bir manzara ile arzı endam eden bu seyirlikte doğa harikalarını gördükçe daha da etkileniyorsunuz. Animasyon mu yoksa normal bir filmin başına mı oturdum diye düşünürken “Space Jam (1996)” ile akran bir film ile karşılaşıyorsunuz. Gerçek doğa görüntülerinin üzerine animasyon karakterlerinin oturtulmuş olması, ortaya gerçekten izlenilesi bir eser çıkartmış. 2015 Ceaser Ödülleri’nde “En iyi Animasyon Film” ödülünü boşuna almasa gerek Minuscule.
Hamile eşiyle güzel bir hafta sonuna çıkan karakterimizin piknik sofrasında yok yok. Peynirler, fransız burgu krakerler, yemyeşil sulu turşular, domates, sivri biber, bir şişe kırmızı şarap. Gurmeleri bile kıskandıracak bu piknik sofrası, kadının doğum sancılarının gelmesiyle yarıda kesiliyor ve manzaranın keyfini çıkaramadan hele de yemeklerin tadına bakamadan eğlencelerini yarıda bırakarak apar topar, hiçbir şeyi yanlarına almadan bulundukları muhiti terk etmek zorunda kalıyorlar. İnsanın bıraktığı çöpün doğanın beslendiği kaynak olduğuna bir kez daha şahit oluyoruz. Fakat her zaman doğaya salınan şeyler hayvanların öğütebileceği ya da hayatını idame edeceği şeyler olmayabiliyor. Çok önemli bir nedeni olsa da çiftin düşüncesizce yaptıkları, habitatta bulunan canlıların yağmalama mücadelesine dönüşüyor ve sona kalan dona kalır koşuşturmacası izliyoruz. Sinekler, karıncalar, örümcekler, tırtıllar, kelebekler ve birçoğu sofrada kalan yemekleri yağmalama yarışına giriyorlar. İnsanların bıraktıkları artıklar orman canlılarının ömür boyu yetecek besini sağladığı için canlıların organize ve sistematik çalışması görülesi. Tabi karıncalar gelene kadar. Çalışma prensibi olarak hiç bir hayvanın karıncanın yanına yaklaşabileceğini sanmıyorum. Nitekim karınca grubu ve başındaki liderlerinin sahneye çıkmasıyla intizam ve organize olmayı karıncaların gözünden izliyoruz.
Filmimiz başkahramansız olmaz. Belki de bu güne dek birçok çeşit hayvan kullanılmıştır: ayısı, köpeği, arısı, balığı. Sıra uzar gider ama uğur böceğinin kahraman olarak ilk defa görülmesi ve çokta şirin, kırılgan bir uğur böceğinin o küçük yüreğinin aslanın ki kadar büyük cesaretinin olması filme çok güzel yedirilmiş.
Filmi 3 aşamaya bölebiliriz. Uğur böceği yemeklerin paylaşılmasından sonra sineklerin saldırısına uğruyor ve orda kanadının birini kaybediyor. İlk zorlu mücadelesini yaşayan uğur böceği sonrasında karıncalara yardım ederek onların arasına katılıyor. Aşama aşama uğur böceğinin gelişimini ve karıncalarla olan dostluğunu izliyoruz. Yani azmin ve arkadaşlığın hikâyesi diye özetleyebiliriz filmi ya da karıncalar ve uğur böceğinin dostluğu.
Böceklerden Alınan Dersler
Böcekleri daha iyi idrak edebildiğimiz bu animasyonun bize vermek istediği birçok mesaj var. En önemlisi ise doğa kirliliği! Hadi yemek sofrasında unutulan yemekleri geçtik diyelim ama kırmızı karıncaların içine bindiği paslı meşrubat kutuları ile karıncaların ve örümceğin yuvalarındaki envai çeşit insan yapımı eşyalar, filmin bize vermek istediği mesajı cismanileştiriyor. Fakat toprağın altına gömülen bu alet edevatın, hayvanların cephanesi ya da özel eşyası olması da çok zekice olmuş.
Filmde konuşma yok diye müzik de olmayacak sanmayın sakın. Filmin müziklerinin bestecisi Hervé Lavandier öyle müzikler yapmış ki, belki çok büyük bir iddia olacak ama beni her sahnede gaza getirdiler. En anlamlı yerde kullanılan müzik sizi ensenizden yakalıyor ve bir kez olsun filmden kopmanıza izin vermiyor. Kırmızı karıncanın, kral karıncanın huzuruna çıktığı andaki çalan savaş bandosu, karınca sürülerinin karşılıklı savaştığı anlarda çalan müzikler anlatmak istediğime tercüman olur herhalde.
Son bölümde insan medeniyetine özenen karınca savaşını izliyoruz. Bir yanda haçlı savaşına çıkmışa benzeyen kırmızı karıncalar, şekerler için yurtlarını terk edip siyah karıncaların mabedine kadar gelmişler. Onlar için siyah karıncaların sığınağı Kudüs adeta. Bu savaş sahnelerini, bir Yüzüklerin Efendisi klasiği olan orcların Gondor’a dayanmasına benzettim.
Neler olmuyor ki bu karıncaların karıştığı amansız savaşta. Fethe gelen kırmızı karıncalar buldukları taşları sapanlarla fırlatıyor, sinek ilacı sıkıyor, kürdanlığı fırlatıp siyah karıncaları kürdan yağmuruna tutuyor. Siyah karıncalar boş durur mu? Onlarda karınca yuvası surlarından kulak pisliği temizleyicisi, ilaçlar, aspirin tabletleri, tuz ve en caydırıcı silah olarak maytap roketleri atıyorlar. Ortalık tam bir karnaval havasına bürünüyor.
Fransızların yaptığı büyü tutmuş ve hiç konuşmanın olmadığı bu 1 saat 28 dakika süren filmi hiç sıkılmadan izliyorsunuz. Ayrıca filmlerde empati duygusunu seyirciye vermek zordur ama Minuscule, merkezine uğur böceği ve karıncaları alarak onları anlamamızı istemiş ve bu zor işin altından kolaylıkla çıkmasını da bilmiş.
Yazar: Umut Uçan