Into the Abyss / Uçuruma Doğru (2011)
78 yaşındaki Münih doğumlu Alman yönetmen Werner Herzog, üretkenliğinin yanında sansasyonel olaylarla da adından söz ettirmiş birisi. Alman aktör Klaus Kinski ile ortaklıklarını “Aguirre, the Wrath of God” (1972), “Nosferatu the Vampyre” (1979), “Woyzeck” (1979), “Fitzcarraldo” (1982) ve son olarak “Cobra Verde” (1987) filmleri ile taçlandırmıştı. 1991 yılında ölen Kinski göremese de Herzog 1999 yılında “My Best Fiend” isimli belgeselini yayınlayarak oyuncuya veda etmiş oldu. Onların ortaklığı asla Tim Burton ve Johnny Depp ikilisi gibi olmadı. Setlerde olan ufak tefek kavgalardan bahsetmiyorum; birbirini öldürmeye varan sinir krizleri, seti terk etmeler, tehdit mektupları… Hatta bir keresinde bu sinir harbi sırasında Herzog eline aldığı benzin bidonu ile Kinski’nin evine gitmişliği bile vardır. Kinski’nin köpeğinden korkan Herzog bu çılgınca düşüncesinden neyse ki vazgeçmiş.
Ne olursa olsun Herzog’un 1970’li yıllarda Kinski ile çekmeye başladığı ve 1990’lı yılların başında biten bu beş filmden sonra sinema kariyerinin düşüşe geçtiğini düşünenlerdenim. 2009 yılında “Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans”, yine aynı yıl “My Son, My Son, What Have Ye Done” ve 2016 yılında “Salt and Fire” filmlerinde Michael Shannon ile çalışan yönetmen, benzer bir Klaus Kinski ortaklığı yakalayamadı. Aslında Kinski ile birbirlerini tamamlayan, anlaşamasalar bile ortaya seyirlik işler çıkaran bu ikilinin performanslarının başarısı, Hollywood arenasında tekrarlanamadı…
Uzun metraj kurmaca projeleri gişede karşılığını bulamasada Herzog bana kalırsa dünyanın en iyi belgesel yönetmenlerinden birisi. 1970 yılından beri belgesel çeken yönetmenin iflah olmak bilmeyen bir yanı var; sürekli üretim derdinde. Hatta projeleri için maddi kaynak bulamayan yönetmen, bu kaynağı oluşturmak için geçkin yaşına rağmen kamera önüne bile geçiyor. Son olarak kendisini “The Mandalorian” dizisinde The Client karakteri olarak izlemiştik.
Yedi kıtanın her birinde uzun metraj çekmiş tek yönetmen unvanına sahip Herzog, belki de son yirmi yılda belgeselleri ile daha fazla konuşulmakta. Bunun sebeplerinden biri de çok ilginç ve farklı konuları seçebiliyoruz olması. 2011 yılında çekmiş olduğu “Into the Abyss” belgeseli de farklı belgesel kategorisine giren yapımlarından sadece biri…
Kırmızı Camaro’nun Peşinde…
Texas’da 10 yıl önce 3 cinayet işleniyor. Olayın sorumluları olan Michael Perry ve Jason Burkett polisle girdikleri çatışmadan sonra yakalanıyorlar. Sandra Stotler’in Camaro marka arabasını çalan bu ikili, o sırada kurabiye pişirmekte olan Sandra’yı sonrasında ise oğlu Adam Stotler’i ve rastlantı eseri orada olan Adam’ın arkadaşı Jeremy Richardson’u öldürüyorlar. Mahkeme sonrasında Perry’ye idam, Burkett için ise ömür boyu hapis cezası onanıyor.
Yönetmen kamerasını idam cezasına sekiz gün kala Perry ile yaptığı karşılıklı konuşma ile açıyor. Belgesellerin nesnel bakış açısıyla ortaya sunulduğu, tarafsız olması gerektiği gibi bir algı vardır. Yönetmen bir taraf tutabilir ama görüntüye bunu vermemesi gerekir. Olanı olduğu gibi aktarması beklenir. Herzog kalıplara yıkarak daha belgeselin başında idam cezasına karşı olduğunu söyleyerek tarafını belli ediyor. Aslında benim kanaatim hiç bir belgeselin objektif ve nesnel olmadığıdır. Yapılan her kesme, kameranın konduğu her açı gerçekliği bir kere daha bozmak anlamına gelir. Bu sebeple izlediklerimiz yönetmenin yeni gerçekliğidir, kendi kurguladığı gerçeklik. Tabii bu filmde ince bir nüans var, yönetmen Herzog’u göremesek bile dış ses olarak karşısındakilere o an konuyla alakalı, sorular soruyor. Yani izlediğimiz çoğu belgeselde yönetmenin müdahalelerini ve kendisini görmediğimizden salt gerçeklik anlatısı olarak algılıyoruz o belgeseli. Buradaki ince dokunuşta yönetmenin kendisinin soru sorduğu yerleri kesmemiş olması ve iki yerde kendi fikrini açık bir şekilde belirtmiş olması. Yani belgesel bitmeden önce yönetmenin kafasında konu ile ilgili bir çıkarımının olduğunu biliyoruz. Şayet bu beni manipüle etmedi. Sebebini daha sonra belirteceğim…
Herzog özel izin alarak hapishane içinde Perry, Burkett, Burkett’in babası ile yapmış olduğu röportajlar haricinde, ölenlerin yakınları, infaz müdürü, vakaya bakan kasaba şerifi, papaz ve mahkumların arkadaşları ile de konuşmuş. Olayı etraflıca öğrenmemiz adına bu konuşmalar ve olay yerindeki cesedin görüntüleri izleyicinin bir kanaat elde etmesine yetiyor. Ancak yönetmen iki suçlu için de yargılayıcı ve karamsar bir tablo çizmiyor. Sadece Perry’ye “seni sevmek zorunda değilim ama saygı duyuyorum” diyerek söylenecek en makul yanıtı veriyor o buğulu ve hipnotize edici sesiyle. Yönetmenin fikir beyan ettiği ve aslında belgeselde de konuşmacılara sorgulattığı konu idam cezası olgusu. Birçok kişinin belirttiği gibi idam edilen kişi ölünce ölmüş kişiler geri gelmeyecek. Ancak ölen kişilerin yakınlarının ifadeleri ise onların katillerin infaz edilmelerini istemelerini anlayabilmemizi sağlıyor. Herzog ölen kişinin yakınıyla konuştuğunda “İsa bunu istemezdi, kimsenin öldürmeye hakkı yok” minvalinde sarf ettiği sözler izleyici olarak beni manipüle etmedi çünkü idam olgusunu iyi anlayabileceğimizi düşünmüyorum. Empati kurabilmenin en zor olduğu konulardan birisi bana kalırsa. Şöyle düşünmek muğlaklığı bir nebze olsun giderecektir; bir yakınımızın öldürüldüğünü düşünelim. Düşünmesi bile zor ve sinir bozucu. Çok az kişi vardır ki bu pozisyonda idam istemesin. Herzog için de bence bu geçerli. Öldürülen kişi kendi yakını olsa aynı fikirde olacağını düşünmüyorum. Ama dünyada bu konuyla alakalı örneklerde yok değil. okuduğum bir gazete haberinde, İslam ülkesinin birinde cinayetten tutuklanmış ve kısasa kısas kanunu sebebiyle idam edilecek olan biri, annenin son anda onu affetmesi ile idamdan kurtuluyor. Ama çok az bir insanın bu olgunluğu sergileyebileceğini düşünüyorum…
Belgeselde de hükümet eliyle yapılan bu sözde yasal cinayetler için bir algı oluşturulmuş. Bir taraf tutmaktan ziyade sadece bu belgeseli dehşetle izlediğimi söyleyebilirim. 18 yaşında birinin on yıl cezaevinde kalması ve sonrasında kalan son bir haftasında yönetmenle olgunlukla konuşabilmesi, tanık olması zor ve özel anlardan biriydi. Öte yandan yönetmen Amerika’nın ilginçliklerinden biri olan mahkuma aşık olma hadisesini de belgeselinin bir köşesine eklemiş. Bu psikolojiyi anlamak da güç, ama mahkumla hiçbir fiziki temasına izin verilmeyen sevdiği kadının hamile kalmasının anlaşılması daha da güç.
Sözün özü; büyük laflar etmek peşinde değilim, idam cezası konusunu sosyologlara, psikologlara, bilirkişilere bırakıyorum. Ama meraklısı için Michel Foucault’un “Hapishanenin Doğuşu” kitabını, bu kitapla bağlantılı “Panoptikon” olgusunu araştırmalarını öneririm. Ömür boyu hapis cezası birine verilmiş en büyük cezadır çünkü onun elinden özgürlüğü alınmıştır. O bir kişiyi öldürmüştür ama hayatının sonuna kadar duvarlar arasında her gün ölecektir. Yönetmen Herzog’un kendisi olmasa bile bir düşünürü konuşturup mahkumlar, deliler vb. toplumdan dışlanan insanların arındırıldığı kurumlar hakkındaki görüşlerini felsefi ve dini açıdan da dinlemek isterdim. Başka bir açıdan da bakarsak, idam cezaları sonrası elimizde bu tarz cinayetlerin azaldığına dair bir veri yok. “Into the Abyss” işte böyle kafa açıcı ve sorgulatıcı bir belgesel. Herzog’un belgesellerini bu yüzden seviyorum, bir yandan da düşünmeden edemiyorum, bunca zorlu belgeselleri çekerken kendisi o an ve sonrasında nasıl hissediyordur. Günün birinde ona bu soruyu sormak isterdim…
BONUS: Werner Herzog’un Başından Geçen İlginç Olaylar
Yazının girişinde de belirttiğim gibi , Herzog adeta belayı üstüne çeken bir paratoner. Yaşamış olduğu sansasyonel olaylar Klaus Kinski ile sınırlı değil. Şimdi Herzog’un başından geçmiş üç gerçek inanılması güç hadiseyi sizlere aktaracağım. Bu tonton suratlı ve karşısındakini etkileyen ses tonuna sahip yönetmen, belki de ekranda göründüğü kadar şirin biri değildir. Kim bilebilir…
1. Werner Herzog Vuruluyor!
2005 yılında Los Angeles’ta, “Grizzly Man” belgeselinim tanıtımı için verdiği bir röportaj sırasında Herzog, hareket halindeki bir araçtan havalı tüfekle açılan ateş sonucu vuruluyor. “Grizzly Man” belgeseli ile ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği tarafından “En İyi Kurgusal Olmayan Film Ödülü” alan yönetmen belgesellerinde yakalayamayacağı kadar gerçekçi bir ana kameraların o an açık olması sayesinde canlı tanık oluyor. Yaşanan bu olaydan daha çok şaşırmama sebep olan ise Herzog’un hiç bir şey olmamış gibi istifini bozmaması ve röportaja devam etmesi oldu.
2. Ayakkabısını Yiyen Yönetmen
70’li yılların sonunda Berkeley Üniversitesi’nde Profesör olan Herzog’un karşısına bir gün felsefe okuyan Errol Morris çıkıyor. Kendisine Kaliforniya Hayvan Mezarlığı sakinleri hakkında yapmak istediği filminden bahsediyor. Bu projenin olamayacağını, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini söyleyen Herzog, eğer bir gün böyle bir filmi çekerse kendi ayakkabısını yiyeceğini söylüyor. Morris, 1978 yılında “Gates of Heaven” filmini çekiyor ve bu ilk filmi ile büyük başarı elde ediyor. “Gates of Heaven” filminin prömiyerinde Herzog sözünü tutuyor ve kendi deri botunu yiyor. Yönetmen Les Blank bu anları yirmi dakikalık kısa filmi “Werner Herzog Eats His Shoe” (1980) için çekerek ölümsüzleştiriyor. Bu anları anlatmak gerekirse; Chez Panisse restoranına giden yönetmen şef Alice Waters’ın gözetimi altında, beş saat boyunca pişen ayakkabısını sarımsak, baharatlar ve et suyu karışımı ile birlikte afiyetle yiyor. Ancak yönetmen tavuğun kemiklerinin yenmemesi örneğinde olduğu gibi ayakkabının tabanını yememiştir. Yinede bu davranışı bile ne kadar sözünün eri ve kaçık biri olduğunun göstergesidir.
3. Klaus Kinski’nin Çıldırma Anları
1982 yapımı “Fitzcarraldo”un çekimleri sırasında yaşananları anlasa anlasa Francis Ford Coppola anlar. “Apocalypse Now” (1979) filminin çekimlerinin uzun yıllar boyunca bitmemesi, başrol oyuncusu Martin Sheen’in kalp krizi geçirmesi, yönetmen ve Marlon Brando’nun arasındaki tartışmalar, tropikal iklim sebebiyle oyuncuların hasta olması ve bütçenin oldukça aşılması söylenebilir. Filmin başarısının bunca trajik olayın yaşanmasına da bağlıyorum. Dünya sinemasında Apocalypse Now ve “Fitzcarraldo” filmlerindeki sette yaşanan hadiselerin konuşulduğu bir başka film yoktur belkide. “Fitzcarraldo” filminin ekibinden altı kişi uçak kazası geçirerek ölecek, zehirli bir yılan ekipten birini ısıracak ve ayağının kesilmesine sebep olacak, çekimde kullanılan hayvanlar telef olacaktı. Onca olumsuzlukların arasında çılgın Kinski çığrından çıkıp deliler gibi etrafa bağırmış, küfürler etmiş ve adeta bir rockstar gibi ortalıkta gezinmiştir. Sette bulunan herkesi usandıran Kinski için yerliler Herzog’a gidip onu öldürmeyi bile teklif etmiş. Tam anlamıyla bir curcuna, panayır meydanı.
Yazar: Umut Uçan