Uçan Daireler İstanbul’da (1955)
1920’li yıllarda çizgi roman sayfalarında gözükmeye başlayan uzay maceraları, 1940’lı yıllarda sinemada boy göstermeye başlamış ve 1955 yılında Raymond F. Jones’un romanından uyarladığı “This Island Earth” ile Joseph M. Newman, uzay maceralarının ilk klasik örneğini vermiştir.[1] Aynı yıl Orhan Erçin ise hem Türkiye’de çekilen ilk bilim kurgu filmlerinden biri (diğeri Lütfi Ö. Akad’ın yönettiği “Görünmeyen Adam İstanbul’da”) hem de Türkiye’de çekilen ilk uzay macerası filmi olan “Uçan Daireler İstanbul’da”ya imza atacaktır. Çekildiği dönemde Edirne’de görüldüğü söylenen bir uçan daire haberinden esinlenen[2] “Uçan Daireler İstanbul’da”, yolu İstanbul’dan geçen kahramanların filmlerine bir başkasını ekliyor…
Yolu İstanbul’dan Geçenler
“İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;” der “Canım İstanbul” isimli şiirinde Necip Fazıl Kısakürek, “O benim, zaman mekân aşıp gelmiş sevgilim.” Çağlar boyunca ona sahip olmak isteyen kudretli komutanlar, yaptıkları en iyi tabloların bile onun yanında sönük kalacağını bilen ressamlar, her gün hatta her an şaşırtan manzarasıyla büyülenen seyyahlar, bu şehri bir kadını sever gibi seven şairler… İstanbul’un aşıklarını saymakla bitiremeyiz elbet. Her insan için farklı bir anlama sahiptir bu şehir. Her sanatçı ise bu şehre olan aşkını farklı şekilde dile getirir. Mesela şair, çevirmen, ressam ve tasarımcı olan Sait Maden, “Dünyanın en güzel, en karmaşık, en düşsel, en şaşırtıcı kenti” dediği istanbul için tam 99 farklı logo tasarlamıştır.
Öte yandan, tahmin edebileceğiniz gibi bu kadim toprakları fon olarak kullanan sinema filminin de haddi hesabı yoktur. Niceliksel üretim anlamında Hollywood’dan aşağı kalır yanı olmayan bir düş fabrikası diyebileceğimiz Yeşilçam da tabii ki İstanbul’un her bir karışını stüdyo olarak kullanmaktan hiç imtina etmemiştir. Kimlerin yolu geçmemiştir ki İstanbul’dan; ama şüphesiz en ilginci Drakula’dır! “Drakula İstanbul’da” (1953) dışında “Tarzan İstanbul’da” (1952), “Görünmeyen Adam İstanbul’da” (1955), “Kilink İstanbul’da” (1967), “Süper Adam İstanbul’da” (1972), “Karateciler İstanbul’da” (1974) gibi filmlerde, akla hayale gelmeyecek kahramanlar da taşı toprağı altın olan bu şehre adımını atacaktır. Ama bizim bahsedeceğimiz yolcular, biraz daha uzaktan, Mars’tan geliyorlar. Orhan Erçin’in yazıp yönettiği “Uçan Daireler İstanbul’da”, ipe sapa gelmez esprileri ile delişmen bir komedi olmasının yanı sıra, ilginç bir bilim kurgu denemesi olarak da dikkat çekiyor. Uzaylıların İstanbul’a gelmesinin sebebinin bu şehri ele geçirmek olduğunu düşünüyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz! Onlar bu dünyadan birkaç “erkek” toplayıp gezegenlerine eli boş dönmek istemeyen bir avuç dişi uzaylı sadece…
Merihlilerin Göbek Dansı Nasıl Olur?
Eğri oturup doğru konuşmak lazım, Orhan Erçin’in bilim kurgu filmi yapmak gibi bir niyetinin olmadığı ortada! Onun derdi, bir erkeğin fantezilerini süsleyen düşünceleri, elekten geçirerek “uzaylı” sosu ile servis etmekten ibaret. Zaten film, daha ilk dakikasından itibaren ondan ne beklememiz gerektiğinin sinyallerini veriyor. Antik çağdan kalma bir Tanrı heykelinin kötü bir kopyası gibi duran, beyaz bir erkek figürü önünde dans eden kıvrak bir dansöz ile açılıyor film. Burası Çirkin Kadınlar Kulübü olarak da anılan Yalnız Kalpler Kulübü. Gözlerimiz nereden geleceğini merakla beklediğimiz uzaylıları ararken, hunharca atılan göbeklerle şaşkına dönüyor. Üstelik bu göbek dansının kısa sürmediğini ve sadece bu giriş ile sınırlı kalmadığını da peşinen söyleyelim. İşte göbek danslarından artakalan zamanlarda, iki başkarakterin absürtlüklerini ve Merih’ten yani Mars’tan gelen uzaylıların dünyayı, daha doğrusu dünyalı erkekleri keşfetmelerini izliyoruz.
Ekstra Ekstra Erkekler: Kaşar ile Şapşal
Orhan Erçin, sadece filmi yazıp yönetmekle kalmıyor, aynı zamanda başkarakterlerden birine de hayat veriyor. Bu nokta da başkarakterlerimiz için bir parantez açmamız gerek. Stan Laurel ve Oliver Hardy’den beri slapstick dediğimiz fiziksel komedilerde iki şapşal adamın türlü türlü belaları bir paratoner gibi çektiği maceralara şahit oluyoruz. “Uçan Daireler İstanbul’da” artık türün klişeleşmiş bu formülüne verilebilecek bir başka örnek. Karakterlerimizden biri Erçin’in hayat verdiği “Kaşar”, diğeri de Zafer Önen’in canlandırdığı “Şapşal”. Hayır, yanlış okumadınız, karakterlerimizin isimleri ne eksik ne fazla, tam olarak bu. Muhteşem ikilimiz, filmin birçok sahnesinde insanlarla tanışırken isimlerini çok normalmiş gibi zevkle zikrediyorlar. Tanıştıkları insanlar da bu isimler çok normalmiş gibi her hangi bir tepki vermiyor. O yüzden biz de bu isimleri normalmiş gibi kabul edip devam ediyoruz! Bu iki karakter, iyi haber peşinde oradan oraya sürünen azimli ama beceriksiz birer basın mensubu. Kaşar, bir fotoğrafçıyken; Şapşal da muhabir olarak görevini ifa etmeye çalışıyor. En son gittikleri yerden de istedikleri haberi yakalayamayınca, patronları, o sırada herkesin ilgisini celbeden uçan daireler ile ilgili bir haber bulmadan gelmemelerini salık veriyor. İşte bizim maceramız da tam bu noktada başlıyor. Aslında onlarla ilk tanışmamızda aptallıklarını tescilleyen ikilimizin daha ne kadar aptal olabileceğini, filmin ilerleyen kısımlarında doyurucu bir şekilde görüyoruz.
Abartılı bir Dünyanın Hezeyanları
Komedilerin yazısız kanunlarında, “abartı” her zaman en ön sırada kendine yer bulur. Ama her şey de olduğu gibi, abartı söz konusu olduğunda da sebepsiz, özensiz ve düzensiz kullanım sonucunda istenilen etkiden uzaklaşmak kaçınılmaz bir durumdur. Başarısız abartı unsurunun eğlenceli bir atmosfer yaratamaması bir yana, komediyi baltalayarak seyirciyi rahatsız ettiği ve filmin dünyasından kopardığı da bir gerçektir. Her yönüyle abartıdan beslenmeye çalışan “Uçan Daireler İstanbul’da”, film ilerledikçe bu durumu abarttıkça abartıyor ve güldürmek için iyi bir senaryodan, kaliteli esprilerden ya da başarılı oyunculuklardan değil sadece abartıdan medet umar bir hale geliyor. Filmde bunun en tuhaf örneği ise herhalde Kaşar karakterinin körüklü fotoğraf makinesi oluyor. Etrafta gördüğümüz her eşya normal boyutlardayken, fotoğraf makinesi normalde olması gerekenden çok daha büyük bir boyutta arzıendam ediyor. Bu yetmezmiş gibi makinenin flaşının olması gereken yerde, çubuğa takılmış bir hamam tası görmemiz bizi güldürmekten ziyade, böyle bir şeyin neden yapıldığını sorgular hale getiriyor. Kaşar karakterinin maharetleri bununla kalmıyor. Kendisi flaşın akümülatörüne sakladığı (!) yemeği de yiyebiliyor, ihtiyaç anında cebinden metrelerce elektrik kablosu da çıkartabiliyor. Şapşal ise yanında envaiçeşit çıplak kadın fotoğrafı taşıyor! Filmin en garip mekanlarından biri olan rasathanedeki bilim adamları, birbirlerine “Bay Profesör” diye hitap edip kahvehanede okey oynarken sohbet edermişçesine bilimsel hadiselerden konuşuyor. Rasathanedeki teleskop, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinde kullandığı Şahi topuna benziyor ve nedendir bilinmez rasathanede bir zindan var. Bir kaç şeye takılıp abarttığımı düşünmeyin sakın; film abartmak konusunda elini hiç korkak alıştırmıyor! Ama filmi izlerken, aklımızda çoğunlukla tek bir soru yankılanıyor: Neden?
Bu sahneler, genellikle bir komedi filminin malzemesi olacak türden sahneler. Üstelik doğru şekilde kullanıldıkları takdirde çok eğlenceli olacakları da aşikar. Ama bu filmde hikayeye hizmet etmeyen abartılı sahneler, hiçbir bir şekilde temellendirilmeden, özenti bir bakışla, sadece olsunlar diye kullanıldıkları için istenilen etkiyi maalesef yaratamıyorlar. Film, asıl abartması gereken kısımlarda; yani uçan daireler, robotlar, uzay silahları konusunda ise yabancı seleflerinden gördüklerini aynen tatbik etmekle yetiniyor. Uçan daire tasarımı, uçan daireden uzaylıların inişi ve hatta bir robotun uzaylılara eşlik etmesi, akıllara “The Day the Earth Stood Still” (1951) filmini getirmiyor değil. Ama Orhan Erçin’in kendi ülkesinde, kendinden sonra gelecek bilim kurgu denemelerine yol gösterecek bir adım attığını da belirtmeliyiz. Ayrıca “Uçan Daireler İstanbul’da”nın; uzaylı kadınların kıyafetleri, uzaylılar ile karşılaşan saf bir Türk tiplemesi, uzaylıların lisanı, uzay gemisinin içindeki garip teknoloji ve enterasan özellikleri olan aletler konusunda “Turist Ömer Uzay Yolunda” (1973) filminin öncülü olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Metalaştırılan Kadınların Erkek Fantezisine Hizmeti
Film, abartılı bakış açısını sadece eşyalarda, mekanlarda ya da olaylarda göstermiyor. Aynı zamanda “kadınlar” da bu bakıştan nasibini alıyor. Öncelikle filmde gördüğümüz neredeyse tüm kadınların kendilerine bir erkek bulmaya çalıştığını söylemeliyiz! Anlayacağınız Yalnız Kalpler Kulübü’ndeki “evde kalmış” çirkin kadınlar da erkek peşinde, Mars’tan dünyaya gelen ve küp şeklindeki erkek bulma aleti ile “koca avı”na çıkan güzel kadınlar da… Çirkin kadınlar, bizim başkarakterlerimiz gibi aptal müsveddesi erkekleri bile el üstünde tutacak şekilde gösterilerek aşağılanırken, güzel kadınlar ise kadın bedenini metalaştıran bir bakışla, erkek fantezisine hizmet eder hale getiriliyor. Aslında Orhan Erçin bununla kalsa yine iyi… Göbek dansı ile başlayan film, aralara bazı şarkı sahneleri eklemeyi de ihmal etmeden, alakasız yerlerde bol bol göbek dansı izlettiriyor. Üstelik bu dans sahnelerinin filmin en özenli çekilmiş sahneleri olduğunu vurgulamalıyız. Kovalamaca sahnelerinde sabit açılarla özensiz işçilikler ortaya koyan Erçin, dans sahnelerinde farklı açılardan yaptığı çekimler ile şaşırtıyor! Bazı dansların müzikle uyumlu olmamasını da umursamayan yönetmen, bizi şaşırtmaya devam ediyor. Marilyn Monroe’yu filmin yardımcı karakterlerinden biri olarak hikayenin merkezine yerleştirirken, onu bizde bolca kullanılan karikatürize Rus hayat kadını gibi konuşturuyor. Acaba bunun ötesi olabilir mi diye düşünürken de inanılmaz bir fantezinin ürünü olan bir sahneyi, sinema dünyasına armağan ediyor: Marilyn Monroe’yu biri batılı bir doğulu iki farklı erotik kıyafet ile dans ederken gösteriyor; hem de aynı anda! Tüm bu şarkıları ve dansları göz önünde bulundurduğumuz da “Uçan Daireler İstanbul’da”nın bir güldürü olduğu kadar bir dans filmi olduğu iddia etsek, bilmem yanılmış olur muyuz?
Ed Wood Çok Severdi!
Tüm olmamışlıklarına rağmen “Uçan Daireler İstanbul’da”nın saygı duyulacak tarafları da yok değil. Bana kalırsa en önemlisi de çekildiği dönem ve sahip olduğu kısıtlı imkanlar düşünüldüğünde, birçok zamandaşı gibi başka filmlerden araklama yoluna gitmemiş olması. Rasathane ve uçan daire gibi film için oldukça önemli mekanlar, yaratıcılıktan uzak bir cılızlıkta olabilir. Yahut kartondan yapılan robot kostümünün evlere şenlik tasarımı ya da uzaylılara ait aletlerin pespayeliği sinirlerinizi zıplatabilir. Ama yönetmenin her şeyi imkanlar ölçüsünde kotarmış olmasına saygı duymamak da elde değil. Filmin, vaat ettiği komediyi başarıyla veremediği ya da bir ilk olarak türün ülkemizde gelişmesine önemli bir katkı sunamadığı ortada. Ama onu ciddiye almadan izlediğiniz vakit, keyifli dakikalar geçirebileceğinizi de itiraf etmeliyiz. Ed Wood, müthiş kötülükteki kıymetli uzay macerası “Plan 9 from Outer Space” (1957) (İlk gösterimini 1957 yılında Los Angeles’taki Carlton Theatre’da yapmıştır ama 1959 yılında gösterime girmiştir) filminden 2 yıl önce çekilen bu filmi izlemiş midir bilemiyorum. Ama izleseydi eminim ki çok severdi. Belki de “Ustam!” diyerek Orhan Erçin’in elini öperdi, kim bilir…
Dipnotlar
[1] Rekin Teksoy, Ansiklopedik Sinema Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Oğlak Yayınları, 2012, s. 253.
[2] Giovanni Scognamillo ve Metin Demirhan, Fantastik Türk Sineması, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 40.