
Fortress / Sonsuz Kaçış (1992)
Filmimiz John ve Karen Brennick çiftinin, Amerika Birleşik Devletleri sınırından Kanada’ya geçmeye çalışması ile açılır. Kısa sürede işler ters gider, bu ikili güvenlik kuvvetleri tarafından yakalanır ve üst düzey korunaklı, uzay teknolojileri ile tasarlanmış bir hapishaneye gönderilirler. Film süresince burada başlarına gelenleri izleriz…
Sonsuza dek yatabilen ölü değildir ve tuhaf, uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir.
H. P. LOVECRAFT
Stuart Gordon Anısına
2020 yılının Mart ayında 72 yaşında kaybettiğimiz Stuart Gordon, sevdiğim yönetmenlerden biriydi. H. P. Lovecraft sevdamı bilen bilir… Stuart Gordon’u da çekmiş olduğu Lovecraft uyarlamaları sebebiyle tanımıştım. Düşünün ki günümüzde bile hala Lovecraft hikayeleri sinemada çok az yer bulabilirken kendisi Edgar Allen Poe’nun eserlerini de filme alıp korku sinemasında hatırı sayılır bir yer edinmişti. Günümüzde Lovecraft ismini tekrar tekrar duymamızı sağlayan ise ilginç bir kişi: Nicolas Cage. Nicolas Cage’in Lovecraft’ın aynı isimli hikayesinden uyarlanan “Color of Space” filminde boy göstermesi ve Lovecraftian dünyalara benzerliği ile “Mandy” ve “Willy Wonderland” filmleri, yazarın yapıtlarını yine hatırlamamızı sağladı. Netflix dizisi olan “Lovecraft Country”yi de unutmayalım… Bazı kesimler tarafından filmleri B-Movie sınıfına sokulup çektiği filmlerin komedi soslu korku olması sebebiyle de Lovecraftian dünyayı hakkıyla yansıtamadığı için yerden yere vurulmuştu Gordon. Ne olursa olsun kendisine yaptıkları için teşekkür etmeliyiz. İlk filmi 1985 yapımı “Re-Animator” ile Lovecraft’ın Herbert West-Re-Animator hikayesini ele alır. Bu filmde tanıştığımız Jeffrey Combs daha sonra Gordon’un fetiş oyuncusu olacaktır ve kariyerini Poe ve Lovecraft uyarlamaları ile ilerletecektir. Hatta kendisi 1993 yılında “Necronomicon: The Book of Dead” filminde H. P. Lovecraft’ı bile oynayacaktır. Daha sonra “From Beyond”, “Dolls”, “The Pit and the Pendelum”, “Castle Freak” ve “Dagon” gibi filmler Poe ve Lovecraft hayranlığının filizleri olacaktır Gordon’un. Korku türünden sıyrılıp çektiği filmlerde olmuştur. “Space Truckers”, “Robot Jox” ve “Fortress” gibi filmlerle bilimkurgu sularına dalış yapar. Fortress, bu yazıda yakın merceğimize alacağımız filmi olacaktır…

Çin’den Sonra Amerika’da Tek Çocuk Yapma Yasası
Öncelikle filmin vermek istediği mesajları ve çizmiş olduğu gelecek tasvirini inceleyelim. Hikaye, filmin çekim tarihinden 25 sene sonrası olan 2017 senesinde geçiyor. Amerika Birleşik Devletleri baskıcı faşist güçler tarafından ele geçirilmiş ve bunun akabinde ülkedeki yeni kurallardan biri olarak da her kadının sadece bir çocuk doğurmasına izin verilmesi yasası yürürlüğe konmuştur. John ve Karen Brennick’in çocukları doğum sırasında ölmüş olsa bile çocuk yapma haklarını kaybetmişlerdir. Başka bir çocuk yapmaları kesinlikle yasaktır… Bu yaşananlar bize hiç de yabancı gelmez doğrusu. Çin’in dünyanın nüfus yükünü çektiği bilinen bir gerçektir ve aşırı nüfus patlaması ülkede birçok olumsuz olayların yaşanmasına da sebebiyet vermektedir. Nüfusu doyurucak besinlerin gittikçe azalması ülkenin ne bulursa onu yeme politikasının bir göstergesidir. Kedi, köpek gibi sevimli hayvanların tüketilmesi yanında yarasa, canlı ahtapot gibi besinlerin de yenmesi günümüzde global etkileri de olan yıkıcı tesirler bırakmıştır. Kara Veba ve Covid-19 gibi hastalıkların Çin’de ortaya çıkmasında aşırı nüfus kalabalığının etkisi olduğu yadsınamaz. (Çin’de tek çocuk yasası 2016 yılında kaldırılmış ve iki çocuk yapılmasına izin verilmiştir.)
Ne olursa olsun ortada etik bir problem vardır ve tartışmaya açıktır. Devletlerin nüfus yoğunluğu sebebiyle kişilerden çocuk yapmasını engellemesi alengirli bir konudur. Çin’in yönetim şekli de alınan bu tavır da düşünülmesi gereken bir kıstastır. Peki kurallara rağmen çocuk yapıldığında ne olur? Kademeli olarak yaptırımlar olduğunu görmekteyiz. 2016 senesinden önce iki çocuk yapıldığın da para cezası, daha fazla çocuk da ise hapis cezası olduğunu görmekteyiz. İşte Fortress filmiyle Çin politikalarının benzerlik gösterdiği kısımda burada başlıyor. Brennick çifti daha huzurlu ve özgür bir ülke olan Kanada’ya geçmeye çalışırlarken yakalanırlar. Çünkü Karen bebeğine hamiledir ve bu Amerikan hükümeti tarafından en büyük suç olarak kabul edilmektedir. “Yetiştirici” olmak önlenemez nüfus patlamasının sebebidir ve doğal kaynakların tükenmesinin de önünü ancak dünyaya yeni gelecek bebeklerin doğmasının kontrol altına alınması ile engellenebilecektir. Bu sebeple Brennick çifti çölün çok uzağında, yüzeyin otuz üç metre altında Men-Tel Corporation’a ait bir yeraltı hapishanesine götürülürler. Çin’deki hapis cezalarının süresini bilmiyorum ancak John, başka bir ülkeye hamile eşi ile birlikte kaçak geçmeye çalıştığı için 31 sene hapis cezası alır…
Fortress filminin tasarladığı dünyanın bir benzerini 2017 senesinde çıkan “What Happened to Monday” (Türkçe ismiyle: Yedinci Hayat) filminde de görmekteyiz. Naomi Rapace, William Dafoe, Glenn Close’un başrollerinde olduğu bu bilimkurgu filminde, 2043 yılında aşırı derecede artan nüfusu doyurmak için kullanılan besinler, ikizlerin, üçüzlerin, dördüzlerin hatta yedizlerin doğmasına sebep olmuştur. Bu sebeple filmdeki hükümetin tek çocuk politikasına yöneldiğini izleriz. Bu kurala uymayıp çocuk yapanların evlatlarını, hükümet “paylaştırma” adı verdikleri bir sistemle daha iyi bir gelecekte yaşamak üzere uyutur. Filmde de yediz çocukları olan babanın bu çocukları ile yaşamlarını nasıl sürdürdüğünü izleriz. What Happened to Monday filmindeki hükümetin çocuklara yaptığı ve bu çocukların hayatını etkileyecek davranışlar sergilemesi gibi Fortress filmindeki Men-Tel Corporation şirketininde ele geçirdiği çocuklar üzerinde hak iddia ettiklerini görüyoruz. İstenilen amaç Friedrich Nietzsche’nin Ubermencsh (Üst İnsan)’da tanımladığı yeni bir insan modelidir. Yani Tanrı’nın vermiş olduğu çocuk yok edilmiş olup (Tanrı öldürülüp) yerine şirketin tasarladığı yemeyen, içmeyen, uyumayan robot insanlar var etmektir.
Fortress’in açmış olduğu yoldan giden bir diğer film ise 2006 yapımı “Children of Men” (Türkçe ismiyle: Son Umut) filmidir. Bu filmde ise türün tersten işlendiğini görmekteyiz. Bu sefer distopya tüm dünyada yansımasını bulur ve çocuk doğumları kesilir. Nüfus patlamasının yerini hızlı bir şekilde insan ırkının yok olması alır. Siyahi bir genç kadının yıllar sonra hamile olması insanlığın son umudu olacaktır. Gördüğümüz gibi filmlerde izlediğimiz bu konular yaşadığımız dünyada hiç yabancısı olmadığımız konulardır. Nüfus patlaması ve nüfusun önlenemez düşüşü yaşadığımız gezegende karşılaşmamızın kaçınılmaz olduğu konular olması sebebiyle önemlidir…

Girenin Bir Daha Çıkamadığı Mühendislik Harikası Hapishane
John, 31 sene boyunca vaktini geçireceği mühendislik harikası hapishaneye, son teknoloji bir kamyon ile birlikte götürülür. Burası Zed-10 (yönetmenin eşi Carolyn Purdy-Gordon tarafından seslendirilmiştir) isimli bir yapay zeka tarafından kontrol edilmektedir. Kamera sistemleri sayesinde 7-24 mahkumlar izlenebilmektedir. Her mahkum hapishaneye girişlerinde “bağırsaklayıcı” adı verilen bir cihazı zorla yutmaktadır. Bu cihaz sayesinde mahkumlar üzerinde tam kontrol sağlanabilmektedir. İstenen itaat ve biat kültürüdür. Ehlileştirilmeye çalıştırılan mahkumlar modern öncesi dünyadaki gibi kazma-kürekle hapishanede ağır şartlar altında çalıştırılmaktadır. İşin vahametini anlatmak adına bağırsaklayıcının özelliğinden bahsetmek gerekirse… Mahkumların geçmemesi gereken sınırlar vardır. Sarı çizgi uyarıcıyı aktif hale getirir ve karın bölgesinde yer eden bağırsaklayıcı mahkuma dayanılmaz acılar verir. Mahkum kıvranır durur ve adeta hiç bir şey yapamaz hale gelir. Kırmızı bölgeyi geçtiğinde ise bizi daha da karanlık bir durum bekler. Kısa sürede kişinin karnı patlar ve sonuç ölümdür. İşte John’un adeta fare gibi kısılı kaldığı yerin insanlık dışı uygulamaları bu şekildedir.
Hapishanelerin, kişinin kaldığı yerin boyutu düşünüldüğünde ne kadar özgürlük kırıcı ve alan daraltıcı olduğunu biliriz. Men-Tel’in hapishanesinde, bu daracık hücrelerde 5 kişi kalmaktadır ve kapıların olduğu yerde kırmızı renkte lazer ışınlar vardır. Kişiyi değdiği anda ızgaraya çeviren bu lazerler psikolojik olarakta mahkumları pasifize edicidir. Kadınların ve erkeklerin ayrı olarak sınırlandırıldığı bu devasa hapishane adeta bir organizma gibidir. Başka bir ilginç durum ise Zed-10 aracılığıyla hapishane müdürü Poe’nin (İsme dikkat!) mahkumlar uyurken onların rüyalarını izleyebiliyor olmasıdır. Hatta keyfi bir şekilde tasvip etmediği rüyalar gören kişilere bağırsaklayıcı aracılığı ile şoklar vermektedir. Gördüğümüz tablo bize şunu göstermektedir: Kişiler yaptıkları haricinde gördükleri rüyalardan da sorumludurlar ve rüyaları ceza almalarına sebebiyet verebilmektedir. Mahkumlar bu şekilde kişiliksizleştirilmeye çalışılmaktadır. Rüya kontrolü sağlanarak rıza kültürü sağlanmak istenmektedir.
Bu gördüklerimiz bizlere İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelini aklımıza getirir. “Panopticon” adını verdiği bu modelin işleyişi şu şekildedir: Tek odalı hücrelerin içindeki mahkumların saklanacak hiç bir yerleri yoktur, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahkumun her hareketinin bir siluetini izleme olanağı sağlar. Bentham’ın yaklaşımına göre gözlemlenen her yanlış davranışın ceza getireceğini bilen ama davranışının ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahkum, her zaman pasif olacak ve salt eylemsizliğe geçecek; evcil bir hayvandan farksızlaşacaktır. Bentham, Panopticon’u “bir üst aklın, gücü elde etmesinin yeni bir modeli” olarak ifade etmiştir”. Fortress filmindeki hapishane tasarısı da Panopticon çizimlerine göre dizayn edilmiştir desek yanılmayız. Bu tasarıya Zed-10 yapay zekası eklenmiştir ama Poe karakteri mahkumları gören göz olarak görevini icra etmeye devam ediyordur.
Ayrıca Fransız filozof Michel Foucoult’un “Hapishanenin Doğuşu” adlı eserinde Jeremy Bentham’ın tasarısını sağlam bir düzleme oturtur ve tanımlamasını yapar. Foucoult’a göre hapishanenin doğuşu, iktidarın bireyleri rakamlaştırmasından öte bir şey değildir. Sözde modern iktidar insanları bireyselleştirme peşine düşmüştür. Bireyselleştirmek yani toplumu gözetim altında tutmak ve cezalandırmak egemen olmakla aynı şeydir. İktidar çocukları okula, hastaları hastaneye, delileri tımarhaneye, askerleri orduya, mahkumları da hapishaneye yollayarak insanları kayıt altına almış ve egemenliğini kuvvetlendirmiştir. Ayrıca tüm mahkumları gören tek bir gardiyan ya da otorite düşüncesi olan Panopticon’un daha sonraki yıllarda bir varyantı olduğunu düşündüğüm George Orwell’in “1984” romanındaki “Big Brother” yani her şeyi gören göz de bir diğer önemli kaynaktır. Nasıl ki romanda haneleri izleyen kameralar vardır ve toplum katı kurallar etrafında şekillendirilir, filmde de haraketli kameralar sürekli mahkumların davranışlarını takip eden hatta onların rüyalarına bile müdahale eden dikizci konumundadırlar. Poe karakterinin tasarımının da büyük birader ile benzerliği göz ardı edilmemelidir. İşte bu yüksek donanımlı hapishaneden kaçmaya çalışacak olan John’un başına gelenler, filmde izleyiciye sunulmuş ancak filmi salt aksiyon ve bilimkurgu türünden ziyade arka planında işlediği sosyolojik ve felsefi bakış açılarıyla da ele almak gerekir.

Alcatraz’dan Kaçış…
Filmin yapım aşaması da bir hayli ilginç. Arnold Schwarzenegger, bir gün Stuart Gordon’un Re-Animator filmini evinde izliyor ve çok beğeniyor. Daha sonra filmi bazı yapımcı arkadaşlarına izlettiriyor ve kendisinin başrolünde olacağı bir filmi yönetmesi için Stuart Gordon’un kapısı çalınıyor. 70 milyon dolarlık Fortress filmi çekimi için imzalar atılıyor ancak Arnold, filmden bir nedenden ötürü çekiliyor. Bütçe de 15 milyona düşürülüyor. Bilindiği gibi Arnold, “Terminatör 2” filminde oynuyor ve Fortress için seçilen başrol ise 1992 yılından önce “Highlander”, “The Sicilian” ve “Subway” gibi filmlerde oynamış Amerika doğumlu Fransız oyuncu Christopher Lambert oluyor. Lambert’ın 1995 yapımı “Mortal Kombat” filmindeki Raiden rolündeki başarısını da unutmadan geçmeyelim. Filmin diğer rollerinde ise Clifton Collins Jr., genç ve korumaya muhtaç mahkum Nino Romez’i canlandırmakta, Stuart Gordon’un gediklisi Jeffrey Combs bomba uzmanı mahkum D-Day rolünde, hapishane müdürü Poe karakterini “Robocop” filminden tanıdığımız Kurtwood Smith oynuyor. Karen Brennick rolü ise Loryn Lockline’a emanet.
15 milyon dolarlık bütçesiyle zamanını göz önüne alırsak bilimkurgu türünde önemli bir eser olarak görmekteyim Fortress’i. 70 milyon dolar bütçe ve Arnold olsa nasıl olurdu gibi müneccimliklere gerek yok. Öncelikle Lambert’ın müfrezesini yitirmiş emekli asker John karakterini başarıyla oynadığını düşünüyorum. Loryn Lockline ise sevimli yüzü ile arzı endam ettiği her karede kocasına olan sevgisini en inandırıcı şekilde sergiliyor. Jeffrey Combs, uzun saçları, kavanoz dibi gözlükleri ile ezber bozuyor. Ancak filmin en iyisi mimiksiz suratı ve yarı android halleri ile Kurtwood Smith bana kalırsa.
Filmin kostümleri de göze hitap edici. Ancak hapishanedeki robotları andıran yarı android, yapay zekaya bağlı yaşayan silahlı birliklerin tasarımları ne yazık ki yenilikçi değil ve eğreti durmakta. Filmin kazı alanı da çiğ görünmekten kurtulamıyor. Set ortamı olduğu o kadar belli ki Stuart Gordon’un B-Movie damarı yine burada devreye girmiş. Kimi bilir nereden kısıldı da bu etki yaratıldı. Paranın aktığı yerler kanımca görsel efekt (Lazerler, hologramlar, silahlar, patlamalar ve bedensel değişim makyajları) kısımları. Çekmiş olduğu korku filmleri dolayısıyla kan, irin, fiziki değişiklikler konusunda ihtisaslı olan Gordon, maharetli ekip arkadaşlarıyla birlikte yine göze hoş gelen görseller yaratmayı bilmiş.
Fortress, tanıdık hapishane filmlerinden Gordon ve senaryo yazarları Troy Neigbors, Steven Feinberg, David Venable ve Terry Curtis Fox’un kalemlerinin maharetiyle ayrılıyor, diğerlerine benzemeye çalışmıyor. Düşünün ki yerin metrelerce altında, geri çekilen hareketli merdivenlerin olduğu ve midelerin bombalarla patladığı başka bir hapishane filmi yok!
Filmde mantıksal hatalar tabii ki de var. Ancak eldeki imkanlar ve zamanın teknolojisiyle bunlar görmezden gelinebilir. Üstelik gelecek tahayyülünde bulunduğu başarılı önermeler sunduğu da görmezden gelinmemeli. Küçük bütçelerle büyük ölçekli bir film nasıl yapılabileceğini göstermiş oluyor bu filmle Gordon. Zaten filmin kazandığı başarı sebebiyle 2000 senesinde başrolünde yine Christopher Lambert’ı gördüğümüz devam filmi de çekilir. 11 milyon dolara çekilen bu film ilk filmin gölgesinde kalacaktır…

Tahliye Günü ya da Firar Etmenin Dayanılmaz Hafifliği
Az öncede bahsetmiş olduğum gibi diğer hapishane filmlerine benzemeyen aksine kendisinden ilham alınan bir film olmuş Fortress. Hapishane filmi dendiğinde birçok filmi sayabiliriz ancak benim aklıma çocukken etkilenerek izlediğim Sylvester Stallone klasiği olan “Lock Up” (Türkçe ismiyle: Hür Kan) filmi geliyor. Stallone bu filmin başarısını unutmamış olacak ki 2013 yılında “Escape Plan” isimli bir filmde oynar. İlginç olan ise dünyanın en yüksek güvenlikli hapishanesi olan ve kimsenin kaçmayı başaramadığı bu yerde Stallone’nin hapishane arkadaşı rolünde 1992 senesinde Fortress filminde oynamaktan vazgeçen Arnold Schwarzenegger vardır. Daha sonra iki devam filmi daha çekilen bu serinin kerteriz noktası Fortress filmidir.
Filmde sevdiğim iki detaydan da bahsetmek istiyorum. Zaten bu ince nüanslar bu filmi hem diğer hapishane filmlerinden ayırıyor hem de yekpare olarak filmi başarılı kılıyor. Lincoln Kilpatrick’in oynadığı siyahi karakter Patrick, başka mahkumun sahip olamadığı bir ayrıcalığa sahiptir. Müdür Poe’nin ayak işlerini yapar. Onu tıraş eder, etrafı süpürür ve bu çalışmalarının karşılığı sebebiyle şartlı tahliye olacaktır. Siyahi karakterin burada Poe’nin getir götürünü yapan kişi olarak bilinçli tercih edildiğinin kanısındayım. Patrick filmin Tom Amca’sıdır. Özgürlüğü ile kandırılan modern köle olarak tasvir edilmiştir.
Bir diğer hoşuma giden detay ise süper insanın gelişiminin mantıksal açıklaması ve izleyici de bir karşılık bulmasıdır. 1 ay boyunca amino asit alan (filmde göbekten enjekte edilir ve gerici bir sahnedir) Poe; uyumuyor, yemiyor ve içmiyor. Hatta sevişme istenci yok oluyor. Ama sevebildiğini özellikle belirtiyor. Aslında duygularını kaybetmemiş mekanik insan oluyor. Bir diğer yan etki ise 40 yıldır rüya görememesi… Dikkatli bir izleyici başkalarının rüyalarında cinsel sahneler gören Poe’nin bu anlara kızmasını ve mahkumları cezalandırmasının nedenini hemen kavrayabilir. Ancak sarhoş olup yere yattığı sahnedeki cenin pozisyonuna geçme sahnesi birçok deneyimli izleyicinin gözünden kaçmış olabilir. Bu küçük ayrıntı da aslında yönetmen ve senarist ekibinin tasarımının zenginliğini göstermesi bakımından önemlidir.
Son olarak söyleyebilirim ki 1992 yılında çekilen Fortress özgün fikri yanında başarılı oyunculuklarıyla dikkat çekiyor. Verdiği mesajlar ve alt metinleri sebebiyle felsefik ve sosyolojik okumalara da müsaade ediyor. Stuart Gordon anısına…
Yazar: Umut Uçan