Nefes: Yer Eksi İki (2023)
Binbir zorluktan sonra vizyona girmeyi başaran “Nefes: Vatan Sağolsun” (2009), o güne kadar sinemamızda görmediğimiz türden askeri bir filmi bize armağan ediyordu. Levent Semerci’nin ellerinde sıradan bir savaş filminin ötesine geçen ve yenilikçi olduğu kadar etkileyici de olan bu film, ister istemez kendinden sonra gelecek her benzer filmi kendisiyle karşılaştırmaya mecbur bırakacak kadar çığır açıcıydı. Yıllar sonra gelen devam filmi, ilk filmin üzerimizdeki etkisini hatırlatarak adeta bize reddedemeyeceğimiz bir çağrı yapıyor. “Nefes: Yer Eksi İki” (2023) filminin yönetmen koltuğunda Ozan Uzunoğlu otururken senaryo ise ilk filmin yaratıcılarından Hakan Evrensel tarafından kaleme alınmış.
Geç Kalmış Bir Devam Filmi
“Nefes: Vatan Sağolsun”un ardından çekilen benzerleri bize “Nefes”in etkisini hatırlatırken onun verdiği tadı vermeyi bir türlü başaramıyorlardı. Gerçi bu genellemeden Alper Çağlar imzalı “Dağ II” (2016) filmini tenzih etmek gerekiyor. Zira “Nefes: Vatan Sağolsun”un ardından çıtayı bir üste koymayı başaracak kadar güçlü görselliği, unutulmaz karakterleri ve bizi heyecandan hop oturtup hop kaldıran iyi yazılmış bir senaryosu vardı.
Ama “Nefes”in yeri ayrıydı. Yıllar geçse bile kulaklarımızdan silinmeyen replikler ve gözümüzün önünden gitmeyen sahneler, Levent Semerci’den gelecek ikinci filmi sabırsızca beklememize sebep oluyordu. Ama o film bir türlü gelmedi, Semerci’de sessiz sedasız ortadan kayboldu. Yine de ilk film, sinema dünyasına Hakan Evrensel gibi oldukça yetenekli bir senarist kazandırmıştı.
“Nefes: Vatan Sağolsun”un başarısının ardından Hakan Evrensel’in yazmış olduğu kitaplar, ya kendi tarafından ya da başkaları tarafından birer birer ekranlara ve beyaz perdeye uyarlandı. 11 bölümlük bir dizi olan “Güneydoğu’dan Öyküler: Önce Vatan” (2010), bir Netflix filmi olan “Yolun Açık Olsun” (2022) ve şimdi de “Nefes: Yer Eksi İki” (2023)…
Birbirlerinden Habersiz İnsanların Ülkesi
Hakan Evrensel’in “Yer Eksi İki” adlı kendi romanından beyaz perdeye uyarladığı film, selefiyle doğrudan alakalı bir hikaye barındırmasa da senarist aynı evreni yeniden inşa etmeyi biliyor doğrusu. Kendimizi tekrardan tekinsiz olduğu kadar korkutucu da olan 90’ların Güneydoğu’sunda buluyoruz. Birçok sahnede ilk filme yapılan göndermeler, ilk filmi hatırlatacak nüanslar filme ustaca yedirilirken insanı öne çıkaran üslup daha da belirginleştiriliyor. Üstelik güçlü bir şekilde kullanılan “gelincik” metaforu ile filme daha derin bir anlam katılıyor. Ama bir yerden sonra çok sık kullanılan bu metaforun sanki Shakespeare imzalı bir oyundaymışız gibi filme çok fazla teatral hava katıp ağzımızda kekremsi bir tat bıraktığını da itiraf etmeliyim. Tam bu noktada ilk filmin unutulmaz oyuncusu Mete Horozoğlu kadar başarılı olmasa da Murat Yıldırım’ın kendisinden beklenenden fazlasını ortaya koyarak, gelincik çiçeği ile ilgili tiratlarıyla tüylerimizi diken diken etmeyi başardığını notlarımızın arasına ekleyelim.
Öte yandan ilk filmin yan hikaye anlamında biraz güdük kalan yapısının bu filmde askerler dışında kullanılan karakterler ile geliştirildiği de bir gerçek. Savaşa ve terör olaylarına farklı perspektiflerden bakmamızı sağlayan iki karakter, ödüllü bir savaş muhabiri Ufuk ve sadece sevdiği kadın ile sevdiği ülkede mutlu bir hayat sürmenin hayalini kuran Salman… Bu iki karakterin filme ivme kazandırdıkları ve varlıkların filmin hikayesine güç kattığı yadsınamaz bir gerçek. Ama hikayede kendilerine yeterli alanı bulamadıkları da aşikar!
Neredeyse tüm ailesi isteyerek ya da mecbur kalarak terör örgütünü desteklerken Salman, Türk askerinin yanında duruyor. Ama senaryoda altı güçlü çizilemeyen bu karakter, bölge halkının tamamının terör örgütünü desteklemediğini ve kurunun yanında yaşın da yandığını vurgulamak için senaristin kullandığı bir malzeme olmanın ötesine geçemiyor.
Savaş muhabiri olan Ufuk ise tıpkı “Dağ II” filminde olduğu gibi askerler ile gazeteciler arasındaki çatışmadan yararlanmak için filme yerleştirilmiş. Ama İlker Aksum’un yetenekleri sayesinde inanılmaz potansiyel barındıran bu karakter, maalesef layıkıyla işlenmediği için filme katabileceği değerin çok az bir kısmını katıyor. Üstelik “Afrikalı Çocuk ve Akbaba” fotoğrafı ile Pulitzer Ödülü’nü kazanan Kevin Carter’ı anımsatan ve taraflı bir bakış ile filme yerleştirilen Ufuk karakteri, savaş bölgelerinde görevlerini layıkıyla yerine getiren dürüst savaş muhabirlerinin de biraz hakkını yiyor diye düşünüyorum. Hazır söz açılmışken, savaş muhabirliği denince akla gelen, eşsiz fotoğraflarıyla bizi unutulmayacak duygulara sevk eden ve gerçek bir savaş muhabiri olan Robert Capa’yı saygıyla anıyorum.
Nerede Bu Filmin “Çatışma”sı?
Daha önce “Anadolu Kartalları” (2011) filmin senaryosunu da kaleme alan Hakan Evrensel’in karakter yaratmadaki maharetine diyecek bir söz yok. Ama aynı zamanda yazdığı senaryolarda askeri anlamda çatışmanın ve savaş sahnelerinin eksik olduğu da maalesef bir gerçek.
“Nefes: Vatan Sağolsun” filminde de sona kadar doğru düzgün bir çatışma sahnesi görmüyorduk. Ama sondaki karakol baskın sekansı, Levent Semerci’nin maharetli ellerinde o kadar başarılı bir forma kavuşmuştu ki insan büyülenmiş gibi gözünü ekrandan ayıramıyordu. Ama maalesef böyle muhteşem sahnelerin en kötü yanı, eğer olur da devamı gelirse üstüne bir tuğla daha koymanın çok zor olmasıdır. Hakan Evrensel, ilk filmde kullandığı formülü üç aşağı beş yukarı bu filmde de kullanıyor. Bu filmde de sonuna kadar doğru düzgün bir savaş sahnesi görmüyoruz ve yine sürpriz olmayan bir şekilde sonunda bir karakol baskınına tanıklık ediyoruz.
En son tabii platformunda yayınlanan “Şebeke” (2023) dizisinden hatırladığımız yönetmen Ozan Uzunoğlu, elinden geleni yapsada bize etkileyici çatışma sahneleri sunmayı bir türlü başaramıyor. Elbette bu sıkıntıda senaristin de payı büyük ama yönetmen gece çatışması diye bize sadece havada uçuşan mermi izleri izlettirmekle yetinmeyebilirdi. Terör örgütü üyelerini bilinçli olarak göstermeme tercihine bağlı kalmayı sürdürerek daha dinamik sahneler ile bizi bu çatışmanın içine çekebilirdi. O zaman belki neredeyse kimsenin incinmediği bu korkunç ortam bize daha ikna edici gözükürdü ve Mehmetçiğin yaşadıklarını biraz olsun anlayabilirdik. Ama maalesef bu özdeşleşme filmin giriş kısmında çok yoğun hissedilirken, son kısmında neredeyse hiç hissedilmiyor.
Tabii ki yiğidi öldür hakkını yeme demişler, filmin güçlü atmosfer tasarımı ve bir tablo estetiğindeki etkileyici görselliğini göz önüne aldığımızda yönetmen Ozan Uzunoğlu’nu tebrik etmek gerekiyor. Diğer taraftan hikaye anlatmadaki başarısı ve sıradan olanı zengin bir anlatım diliyle sıra dışıya çevirmeyi bilmesiyle senarist Hakan Evrensel’i de tebrik etmek gerekiyor. Ama nihayetinde “Nefes”in ruhunu yaşatmak anlamında ağzımıza bir parmak çalmanın ötesine geçemeyen bu film, kötü olmasa da beklentilerimizi karşılamayı ne yazık ki beceremiyor.