The Crow / Karga (1994)
Bazı sanat eserleri, çekilen büyük acılar sonucunda ortaya çıkabiliyorlar. Kim bilir belki de, James O’Barr hiç beklenmediği bir trafik kazası sonucunda nişanlısını kaybetmeseydi, “The Crow” gibi bir şaheseri hiçbir zaman yazıp çizemeyecekti…
Karga’nın Doğuşu…
Muhtemelen James O’Barr yaşadığı bu çöküş gününü unutmak için bir şeyler yapmak istedi ve çıkış yolunu çizimde buldu. Sonraları gazetede okuduğu “bir çiftin nişan yüzükleri için öldürülmesi” haberi ise onun The Crow’un temellerini atmasını sağladı. Çizgi romanın karakterlerini de kendi yaşamındaki kişilerle bağlantı kurarak yarattı. Hatta hikâyede kullandığı T-Bird, Tin-Tin, Top Dollar gibi çete üyelerinin isimleri duvar yazılarından alınmış gerçek çete üyelerinin isimleriydi. Tüm bu gerçekliğin nedeni aslında çok basitti; bu hikâye onun intikam hikâyesiydi! Ve büyük bir acının doğurduğu The Crow büyük bir başarı elde etti. Hatta James O’Barr, Uluslar Arası Çizgi Roman Festivali’nde ödül bile aldı.
Çizgi romanın başarısından sonra beyazperde uyarlaması kaçınılmazdı elbette. Filmin yönetmenliğine getirilen isim ise bir hayli ilginçti. O zamana kadar bir avuç kısa film dışında hiçbir sinema tecrübesi olmayan Alex Proyas ilk uzun metraj filmi için The Crow’un yönetmen koltuğuna oturuyordu (1989 senesinde yönettiği “Spirits of the Air, Gremlins of the Clouds” filmi festivaller dışında sadece Avustralya’da gösterime girebilmişti). Çizgi romanı senaryoya uyarlayanlar David J. Schow ve John Shirley isimli kariyerleri pek parlak olmayan iki senaristti. Filmin başrolü üstlenecek kişi ise oynadığı birkaç TV dizisinden sonra dördüncü sinema filmi için kamera karşısına geçecek olan Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’ydi. Ve bütçe böyle bir uyarlama için son derece düşüktü. Tüm bu imkânsızlık ve tecrübesizliğe rağmen bu ekip, öyle bir çizgi roman uyarlaması ile sinemaseverlerin karşısına çıktılar ki, şimdiye kadar eşi benzeri bir daha çekil(e)medi. Bu yüzden kendinden sonra gelen üç tane pespaye devam filmini ve TV dizisi unutalım gitsin olur mu?
Yağmur Sürekli Yağamaz!
Eskiden insanlar öldükleri zaman bir karganın, ruhlarını ölüler diyarına götürdüğüne inanırdı. Ama bazen, o kadar kötü bir şey olurdu ki ruh beraberinde büyük bir hüzün getirirdi ve dinlenemezdi. Böyle olduğunda nadiren karga yanlış şeyleri düzeltmek adına bu ruhu dünyaya geri getirirdi.
Filmimiz ismini bilmediğimiz, karanlık ve kasvetli bir şehirde geçiyor. Tıpkı kötülük gibi yağmurun hiç durmadığı bir yer burası. Büyük bir çete tarafından sürekli binalar yakılıyor, büyük yangınlar çıkartılıyor. Ama kimse buna engel olamıyor. Bu isimsiz şehirdeki yağmur, kötülüğün bir metaforu aslında. Eric, “Yağmur sürekli yağamaz!” sözü ile bunu anlatıyor işte. Kötülük ve suç, bu kokuşmuş şehirde her zaman kalmaz, kalamaz. Nitekim öylede oluyor!
Hikâyeyi bilmeyeniniz yoktur ama ana hatlarıyla şöyle bir tekrarlayalım… Yakışıklı ve başarılı müzisyen Eric Draven ve nişanlısı Shelly Webster evlenme arifelerinde, bazılarının “Şeytanın Gecesi” dedikleri gün, dört kundakçı serseri yüzünden öldürülürler. Eric onlara karşı koymaya çalışırken kurşunlanıp pencereden aşağı atılır. Shelly ise defalarca tecavüz edildikten ve ağır bir şekilde dövüldükten sonra hastanede hayata gözlerini yumar. Ve böylece birbirini seven bu iki insan evlilik günlerinde, soğuk mezarlarında sonsuzluk uykusuna yatarlar. Ta ki takvimler bir yıl sonra yine 30 Ekim’i yani şeytanın gecesini gösterdiği güne kadar. Bir karga gelir ve Eric’in huzursuz ruhunu intikam için tekrar diriltir. Eric, karganın rehberliğinde evine geri döner. Burada dokunduğu her şey ona geçmişin acı dolu hatıralarını anımsatır. Tam o sırada karısına hediye ettiği pantomim maskesini görür. Gece kadar siyah giysileriyle tezat oluşturan beyaz makyajlı suratı artık intikam için döndüğü dört serserinin korkulu rüyası olacaktır…
Proyas’ın Kasvetli Dünyası
Alex Proyas’ı övmeye nereden başlasam bilemiyorum. Zira ilk uzun metraj yönetmenliğinde dört başı mamur bir film ortaya koymak her yiğidin harcı değildir. Muhteşem atmosfer tasarımı ile yarattığı gotik şehir, daha filmin başında sizi avucunun içine alıyor. Karga ve Eric’in birbirine bağlılığını gösteren çekimler oldukça etkileyici. Keza karganın kızıl gökyüzünde uçtuğu sahnelerde öyle. Yönetmen sizi karanlık şehrin varlığına inandırıyor ve hiçbir şey sırıtmıyor. Çizgi roman görselliğine yakın duran görüntüler, başarılı geçişler, doğru müzik kullanımı, hâsılı Alex Proyas harikalar yaratıyor bu filmde.
Çizgi romanı senaryoya uyarlayan ikilinin kariyerleri, yazının başında da belirttiğim gibi pek parlak değil. John Shirley TV kökenli bir senarist. Zaten The Crow’dan sonra sadece bir tane uzun metraj filmin senaryosunu yazmış. David J. Schow ise genelde korku filmlerinin senaryolarında parmağı olan biri. İkisinin tek ortak noktası The Crow’un filmografilerinde ki en önemli iş olması. Yazdıkları en iyi senaryo demiyorum ama dikkat edin. Çünkü senaryo yeterince iyi değil. Birçok aksayan tarafı var ve Alex Proyas yerine bir başka yönetmen olsaydı sonuç eminim diğer üç devam filmi gibi olurdu. Ama yine de flashbacklerle zenginleştirdikleri hikâyeyi, karakterleri ve yan karakterleri iyi yazdıklarını belirtmekte fayda var. Ayrıca önemli kötü adamların öne çıkan özellikleri ile öldürülmeleri düşüncesi hoş bir ayrıntı. Mesela her tarafında bıçak taşıyan Tin-Tin’in kendi bıçaklarıyla ya da uyuşturucu bağımlısı Funboy‘un uyuşturucu iğneleri ile öldürülmesi gibi…
Brandon Lee ve Diğerleri
Gelelim bu filmin en önemli ve talihsiz adamına, yani Brandon Lee’ye! Bir oyuncu için en talihsiz şey herhalde kendi filmini izleyememektir. Dördüncü sinema filminde samimi, doğal ve oldukça başarılı bir performans sergileyerek kariyerindeki en iyi oyunculuğuna imza atan aktör, ne yazık ki hayat verdiği karakter Eric Draven ile aynı kaderi paylaşarak, evlenmesine 2 hafta kala, sette yanlışlıkla(!) gerçek kurşun koyulan bir silah yüzünden öldü. (Nedendir bilinmez bana son filmi, rolü ve ölümü ile Heath Ledger’ı hatırlatır.)
Filmin akılda kalan diğer oyuncularına şöyle bir göz atalım isterseniz. Eric’in dostu ve zor zamanlarındaki yardımcısı Komiser Albrect rolünde, “Ghostbusters / Hayalet Avcıları (1984)” filminden hatırladığımız Ernie Hudson var. Kendisi Brandon Lee’den sonra rolünün hakkını veren oyunculardan biri. Eric ve Shelly’nin küçük dostları Sarah’a hayat veren Rochelle Davis’in The Crow’dan 15 sene sonra “Hell House (2009)” isimli adı sanı duyulmamış ucuz bir filmde kıytırık bir rolünün olması ve sonrasında hiçbir filmde oynamaması beni çok şaşırttı açıkçası. Oysa Sarah rolüyle, Leon’un Mathilda’sına benzer bir ışık saçıyordu.
Tüm şehirdeki kötülüklerden sorumlu asıl kötümüz Top Dollar rolünde ise Michael Wincott var. Onu “Dead Man / Ölü Adam (1995)” ve “Alien: Resurrection / Alien: Diriliş (1997)” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Tipik bir kötü adam için gereken sağlam duruşa sahip olsa da maalesef filmde biraz geri planda kalmış. Top Dollar’ın kardeşi(!), tuhaf kâhin Myca rolündeki Bai Ling için ise söyleyecek herhangi bir şey bulamıyorum…
Enfes Müzikler
Her şeyden bahsedip filmin kendine hayran bırakan müziklerinden bahsetmemek olmaz. Filmin müziklerinde, Sin City, Pitch Black ve daha birçok filmin müziklerini yapan Graeme Revell’in parmağı var. Ayrıca Graeme Revell filmin soundtrack albümde de yer alan, Jane Siberry tarafından seslendirilen “It Can’t Rain All The Time”ın sözlerini de yazmış. Jane Siberry sesiyle It Can’t Rain All The Time defalarca dinlenebilecek bir şarkı, The Cure’un performansıyla “Burn” ise inanılmaz…
Sözün Özü
Son tahlilde, The Crow birçok listeye ve birçok kişiye göre olduğu gibi bana göre de gelmiş geçmiş en iyi çizgi roman uyarlamalarından biri. Gerek Alex Proyas’ın yarattığı muhteşem atmosferle, gerek çizgi romanın görselliğine yakın duran görselliği ile gerekse de Brandon Lee’nin unutulmaz performansı ile izlenmeyi fazlasıyla hak eder. Birde enfes müzikleriyle tabi ki…
Eğer sevdiğimiz kişiler bizden çalınmışsa, onları yaşatmanın yolu, onları sevmeyi bırakmamaktır. Binalar yanar, insanlar ölür ama gerçek sevgi sonsuza kadar sürer…