
Müziğin Şeytani Etkisi: SINNERS (2025)
İlk kez “Fruitvale Station” (Son Durak, 2013) ile dikkatleri üzerine çeken Ryan Coogler, beyazların dünyasında ayakta kalmaya çalışan bir zencinin sıradan hayatına ve sıradışı mücadelesine tanık olmamızı sağlıyordu. Bu ilk filmiyle iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunun sinyallerini veren yönetmen, gedikli oyuncusu haline gelecek olan Michael B. Jordan’ın yıldızını da deyim yerindeyse parlatıyordu. İkili daha sonra gönüllerimizi fetheden ve özellikle Sylvester Stallone’nin efsanevi oyunculuğuyla hafızalarımıza kazanan “Creed” (2015) ile karşımıza çıktı. Ryan Coogler, bir yandan özlediğimiz Rocky Balboa dünyasının atmosferini derinden hissettirirken bir yandan da özgün bir boks filmi ortaya koymaya çalışıyor, bunu da nispeten başarıyordu. Daha sonra “Creed II” (2018) filminin koltuğunu bırakıp “Black Panther” (2018) ile MARVEL Sinematik Evreni’ne transfer olan yönetmen, çizdiği başarılı Black Panther portresi ile olumlu geri dönüşler almayı başarmış ve devam filmi “Black Panther: Wakanda Forever” (2022) ile kara panter efsanesini yazmaya devam etmişti. Michael B. Jordan ise bir yandan “Creed” serisinde Adonis Johnson’a hayat verirken bir yandan da “Black Panther” serisinin kötü adamı Killmonger olarak Ryan Coogler ile işbirliğini sürdürmüştü. İkili şimdi de Ryan Coogler’ın beşinci uzun metraj filmi “Sinners” (Günahkârlar, 2025) ile tekrar bir araya geliyor.

Ayrı ama Eşit (!) Bir Dünya
18 Aralık 1865 tarihinde kabul edilen 13. Anayasa Değişikliği ile Amerika Birleşik Devletleri’nde kölelik yasal olarak kaldırılmış olsa da zenciler için hayat hala oldukça zordu. Sosyal hayatta derin bir ayrımcılığa maruz kalan zenciler, ekonomik zorluklar ve ırksal şiddet ile en temel hak ve özgürlüklerine erişmekte bile sıkıntı çekiyordu.
İşte filmimiz böyle bir dünyaya buyur ediyor bizi ve 1930’ların Amerika’sında zencilerin yaşamına dair önemli bilgiler sunarak başlıyor. Bu anlamda “Sinners” filminin özellikle ilk yarısının, zencilerin kendi aralarındaki ilişkileri mercek altına alırken beyazların zencilere bakışı üzerine de birkaç kelam ettiğini söyleyebiliriz. Ancak bize bir belgesel filmi ciddiyeti ve bir dönem filmi estetiği ile bilgiler veren bu ilk yarı oldukça hareketsiz geçiyor. Öte yandan karakterlerimizi çok iyi tanımamız, aksiyon, gerilim ve korkunun kademeli olarak tırmandığı süreçte bizi hikâyenin içine daha fazla çekiyor.
Yani bir yandan handikap gibi görünen bu tercih, bir yandan da filmin geri kalanı için kıymetli bir hamle gibi okunabilir. Yine de filmin temposunun doğru ayarlanamadığı söylersek yanılmış sayılmayız. Filmin ilk kısmının, korku ve gerilim vaadini göz önünde bulundurursak haddinden fazla uzun tutulduğunun ve detaycı bakış nedeniyle zaman zaman sıkıcı olabildiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Klasik Vampir Filmlerine Farklı Bir Bakış
İkiz kardeşler Smoke ve Stack, Chicago’nun şatafatlı dünyasında suça bulanmış yeni hayatlarını geride bırakıp memleketleri mütevazı Mississippi’de eski hayatlarına dönerken büyük hayallerini de beraberinde getirirler.
Tam bu noktada ikiz kardeşlere hayat veren Michael B. Jordan’ın ismini anmak lazım. Oldukça zor ve meşakkatli olan bu iki rolün altından başarıyla kalkan oyuncu, filmin akıp gitmesi noktasında çok önemli bir görev üstleniyor. Ama yönetmenin de hakkını yememek gerekiyor. Zira karakterleri doğru seçmesi, bu karakterlerin üzerine doğru açılardan eğilmesi ve bu karakterleri bize layıkıyla tanıtması gerçekten çok ustaca. Özellikle caz kulübünün içinde mahsur kalan bir avuç insan, aslında o dönemin bastırılmış ve ötekileştirilmiş azınlığını temsil eden nokta atışı seçilmiş bir topluluk.
Filmin ilginç bir vampir hikâyesi ortaya koyduğunu söyleyebiliriz ancak “Sinners” için başlı başına bir vampir filmi demek de doğru değil. Zira filmin çok küçük bir bölümünde zencilerin vampirlerle mücadelesine tanık oluyoruz. Tabii buna bir mücadele denirse! Doruk noktaya gelinceye kadar bütün karakterleri en ince ayrıntısına kadar tanıtan, arka plan hikâyelerini özveriyle işleyen ve seyirciyi sabırsızlandırmak için elinden gelenin fazlasını yapan yönetmen, nihayet iş aksiyona geldiğinde beklentilerle oynayarak bizi adeta şok olmuş bir şekilde bırakıyor. Aslında bu kısım korku ve gerilimle beslenmiş bir aksiyon için oldukça uygun bir fırsat sunarken yönetmen burada çok farklı bir tercih yaparak klişelerin dışına çıkıyor ve bizden müthiş bir sahneyi esirgiyor. Yetmezmiş gibi imek ilmek işlediği bütün karakterleri de bir çırpıda acımasızca harcıyor. Neticesinde klişeleri ters yüz etmek de pek parlak sonuçlar doğurmuyor. Perdede kan gövdeyi götürürken biz bir kez daha ne izlediğimizi sorgular bir hale geliyoruz.
Başlangıçta zencilerin kendi dünyalarında ayakta durmaya çalışmalarını anlatan ve beyazlar tarafından sürekli ezildiklerini gösteren bir dram gibi yola çıkan film, daha sonra ikiz kardeşlerin mekana giriş yapmasıyla bir suç filmine, hatta Western kokulu bir suç filmine göz kırpıyor. Derken bir bakıyorsunuz büyücülerin ve vampirlerin kol gezdiği enteresan bir masalın içindesiniz! Bu yüzden de filmin tek bir türe sokamayacağımız kadar eklektik bir yapıya sahip olduğunu belirtmek gerekiyor. Elbette farklı türleri bir potada eritmek mümkün ama “Sinners”, ne olacağına bir türlü karar verememiş gibi gözüküyor. Her sekansta adeta farklı bir film izliyormuşuz gibi hissettiren bu yapı, iş korkuya gelince de ne yapacağını şaşırıyor.

Melankolik Vampirlerin İlacı: Müzik
Üstelik film “iyi” karakterleri detaycı bir bakışla incelerken filmin neredeyse tek “kötü” adamı diyebileceğimiz vampir Remmick karakterini bariz bir şekilde es geçiyor. Bir anda ortaya çıkan bu vampir hakkında bildiğimiz tek şey, derin bir yalnızlık içinde olması ve müziğe karşı duyarlı olması oluyor.
Bu noktada müziğe de ayrı bir parantez açmamız gerekiyor. Filmin girişinde, “Lady in the Water” (Sudaki Kız, 2006) filmini anımsatan ufak bir animasyon ile karşılaşıyoruz. Bu animasyon, geçmişten günümüze müziğin insan üzerindeki etkisini anlatıyor. Ancak bir yandan da müziğin aslında sadece güzel duyguları ortaya çıkarmadığını, kötülüğü de çağırabileceğinin altını çiziyor. Buradan anlıyoruz ki kötü ruhlar, şeytanlar ve vampirler müziğe karşı duyarlılar ve müzik onları çekiyor. Açıkçası ilginç bir bakış açısının ürünü olan bu fikir, farklı kültürlerin müziğe bakışına eleştirel bir yaklaşım sunuyor. Ama bunu ne ölçüde başardığı da tartışılır.
Öte yandan müziğin geçmişi ve geleceği çağrıştıran yapısı, filmde oldukça etkileyici bir sahne ile canlandırılıyor. Müzik ruhumuzu ele geçirirken kamera dans edenlerin arasında dolaşmaya başlıyor. Beklemediğimiz bir şekilde hem geçmişe hem de geleceğe ait müzisyenler bu müziğe eşlik ediyor. Böylece müziğin farklı kültürlerden beslendiği, kaybolmayarak bir sonraki nesle aktarıldığı ve birçok müzik türüyle harmanlandığı unutulmayacak bir şekilde anlatılıyor. Bu sahnenin oldukça etkileyici olmasına rağmen filmin içerisinde eğreti durduğunu ve hikâye akışına da pek hizmet etmediğini belirtmek gerekiyor. Ama zaten bu durumun filmin geneline hâkim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Senaryoyu da kaleme alan yönetmen Ryan Coogler, her şeyi istediği gibi yaparken hikâyeyi ve neticeyi pek önemsemiyor, deyim yerindeyse istediği gibi at koşturuyor!

Politik Mesajlara Kurban Edilen Hikâye
Kullandığı sosyal ve politik temalar dışında zenci kültürüne odaklanmasını da göz önüne aldığımızda Spike Lee’nin yeni nesil varisi diyebileceğimiz Ryan Coogler, aslında bu filmde hiçbir şeyi bilinçsizce yapmıyor, o çok açık. Ama sahip olduğu gücü ölçüsüzce ve fütursuzca kullandığı da bir gerçek! Film ilerledikçe hikâyeye ustaca yedirilmiş politik mesajlar, yavaş yavaş ayyuka çıkmaya başlıyor ve sonunda kör kör parmağım gözüne misali bir yapıya dönüşüyor.
Bunun en bariz örneğini, filmde adeta zencilerin sarsılmaz gücünü temsil eden başkarakter tarafından Ku Klux Klan’ın köküne kibrit suyu dökülmesinde görüyoruz. Geçmişte zencileri katleden beyazlardan alınan bu sembolik intikam, Western soslu bir aksiyon ile ana hikâyenin neresinde konumlandıracağımızı bilmediğimiz türden bir sahne olarak bizi yine şaşkınlığa uğratıyor. Bunun gibi başka birçok politik mesajı da filmde görmek mümkün. Yönetmen bir yerden sonra herhangi bir endişe duymadan vermek istediği mesajları doğrudan vererek filmi kendi mesaj tahtasına çeviriyor.
Üstelik uzun süresiyle tahammül sınırlarını zorlayan film, bir türlü bitmek bilmiyor. Bitti sandığınız anda yeni bir sahne, jenerikten sonra yeni bir sahne daha ve derken yeni bir sürpriz bizi sürekli şok ediyor. Kafamızdaki soru işaretleri hiç bitmiyor! Anlayacağınız “Sinners”, vaat ettiği gerilim ve aksiyonu harmanlayan eğlenceli bir film olmayı bir türlü başaramıyor. Bir derdi olan ve bu derdi anlatırken mesajlarını doğrudan vermekten hiç çekinmeyen, üstelik türler arasında dolaşarak farklı denemeler yaparken seyircisini de hiç umursamayan enteresan bir deneme olarak hafızalara kazınıyor.
