
Lady in the Water / Sudaki Kız (2006)
İşin aslı birçok ebeveyn çocuklarına masal anlatmayı sever. Ama bazıları çocuklarına anlattığı masallar konusunda çok daha ileri gider. Söz gelimi Orta Dünya’nın yaratıcısı J. R. R. Tolkien’i ele alalım. Kendisi 20 yılı aşkın bir zaman boyunca, her aralık ayında çocuklarına mektup yazmış ve bu mektupların Noel Baba’dan geldiğine onları inandırmıştır. Yani sadece masal anlatmakla kalmamış, bu masalı çocuklarıyla birlikte yaşamıştır. Belki M. Night Shyamalan onun kadar ileri gitmiyor ama o da “Lady in the Water” filminin temellerini atarken, aslında çocuklarına anlattığı bir masalın peşine takılıyor. Hintli yönetmen, anlattıkça onu ve çocuklarını daha çok büyüleyen bu masaldan, en sonunda bir resimli kitap ve bir uzun metraj film çıkarmayı başarıyor.

Şaşırtıcı ve Gizemli Dünyaların Yaratıcısı
Manoj Nelliyattu Shyamalan ya da tüm dünyada bilinen adıyla M. Night Shyamalan’ın filmografisine şöyle bir göz attığımızda, onun ne kadar iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu görürüz. “Praying with Anger” (1992) ve “Wide Awake” (1998) filmlerinden sonra bir milat olarak değerlendirilebilecek olan, Hitchcock’vari gerilimi kendi yenilikçi üslubuyla harmanlayıp ortaya koyduğu “The Sixth Sense” (Altıncı His, 1999), kuşkusuz seyirciyi ters köşeye yatıran finaliyle hafızalara kazındı. Ardından çizgi roman tadında, özgün kahraman filmi “Unbreakable” (Ölümsüz, 2000) geldi. Bruce Willis ve Samuel L. Jackson’ın karşılıklı döktürdüğü bu film hem bir sinemaseveri hem de bir çizgi roman sevdalısını memnun edecek üslubu, etkileyici atmosfer tasarımı ve şok eden sürpriz sonu ile yönetmenin başarısının bir tesadüf olmadığını ispatladı. Unbreakable’den sonra ne yapacağı merakla beklenen Shyamalan, bu sefer “Signs” (İşaretler, 2002) ile sinemaseverlerin karşısına çıktı. Sık sık hayranlığını dile getirdiği Hitchcock’un yeni nesil varisi olarak anılan yönetmen, “gösterilmeden yaratılan gerilim daha güçlüdür” ilkesini son derece başarılı bir şekilde kullandı. Her ne kadar, salt bir “uzaylı” filmi gözüyle bakıldığı için ağır eleştirilerin kurbanı olsa da eminim Hitchcock yaşasaydı Signs filmini çok severdi! Shyamalan’ın gizemli imparatorluğu, “The Village” (Köy, 2004) ile devam etti. Aslında yarattığı çarpıcı evren ile tüylerimizi diken diken etmeyi başardı ama onun tek derdi bu değildi. “Acayip” bir aşk hikayesi sunuyordu bize bu filmde yönetmen, etkilenmemek mümkün değildi! Akabinde gelen Lady in the Water ise belki de Shyamalan’ın kariyerinde çektiği en kişisel filmdi…

Mavi Dünya’ya Doğru…
Lady in the Water, diğer Shyamalan filmleriyle kıyaslandığın da daha naif bir evrene sahipmiş gibi gözükebilir. Aslında bu düşüncede haklılık payı olduğu da bir gerçek. Ama bu, filmin ürkütücü ve tedirgin edici bir atmosferi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Evet, biliyorum bu bir masal. Zaten bunu filmin her anında hissediyoruz. Hatta hissetmekle kalmıyoruz, yönetmen tarafından bu bize sürekli hatırlatılıyor. Ama bana kalırsa Shyamalan, “karanlık bir masal” formülünü başarıyla uyguluyor.
Başlangıçta filmin masalsı atmosferini güçlendiren minimal bir giriş karşılıyor bizi. Son derece sade çizimlerden ve olabildiğince basit animasyonlardan ibaret bu giriş. Ama özgün, zekice ve çarpıcı… Hatta merkezine bir masalı yerleştiren bir film için bundan daha etkileyici bir giriş olamaz desem, bilmem abartmış olur muyum? Bu animasyon giriş, filmin, dünyanın geneliyle ilgili söz söylediği tek kısım aynı zamanda. Eskiden, çok eskiden “Blue World”da yaşayan su perileri ile insanoğlunun birlikte, gerçek bir uyum içerisinde yaşadığı zamanlardan bahsedilir bu animasyonda. Sonra ekran kararır ve açıldığında kendimizi büyük bir apartmanın içinde buluruz. Film boyunca diğer karakterler gibi biz de bu apartman ve çevresinden hiç ayrılmayız. Ama Shyamalan bu apartmanı, Amerika’yı temsil edecek şekilde farklı milletten insanların birlikte yaşadığı bir yer olarak tasarladığı için genel bir meseleyi fazlasıyla lokal bir boyutta ele alması bizi pek de rahatsız etmez. Apartmana koyduğu “The Cove” ismi de oldukça manidardır. Zira “Story” isimli su perisi hayatlarına girmeden önce apartman sakinleri bu sahte cennetlerinde huzur (!) içinde yaşamaktadır.
Sakın apartman sakinlerinin bir-iki kişiyle geçiştirildiğini düşünmeyin. Film boyunca karşımıza çıkacak onca karakter yüzünden, tanışma faslında bir dakikasını bile boşa harcamaz yönetmen. Filmin ilk dakikasından itibaren, hikâye için önemli olan karakterleri hızlı bir şekilde tanımaya başlarız. Hatta filmin başlangıcı, apartmana yeni taşınan biri ile olur. Ama baş karakterin apartman görevlisi olması ve apartmanda yaşayan herkesi tanıyacak kadar uzun süredir bu işi yapıyor olması, yönetmene bu tanışma faslını doğal, akıcı ve en önemlisi sıkıcı olmayacak bir şekilde yapmasına imkân tanır.

Güzel ile Çirkin
Shyamalan’ın böyle bir hikâye için seçtiği baş karakter, çok ilginç özelliklere sahiptir. Bryce Dallas Howard’ın hayat verdiği peri kızı Story’nin güzelliğiyle son derece tezatlık oluşturan Paul Giamatti’nin hayat verdiği Cleveland’ı baş karakter olarak kullanarak, sadece kemikleşmiş beklentilere karşı gelmekle kalmaz yönetmen. Evet, işin aslı Cleveland çirkindir ve önemsiz biridir. Ama bununla birlikte filmin sonuna kadar hikâyede hiçbir rolü yokmuş gibi gözükür. Sürekli olarak varlığını sorgulatacak kadar pasif ve etkisiz bir adamdır. Hangi yönetmen, böyle bir baş karakteri büyük bütçeli bir filmin merkezine koymak ister ki? Ama Shyamalan hikâye için attığı her ilmekte, ne yaptığını bildiğini bize ispatlar. Önemsiz birinin, daha doğrusu önemsiz gibi görünen birinin önemli işlere gebe olduğunu söylemek, yeni bir şey değildir elbette. Ama filmin büyük bir kısmında hiçbir yeteneği olmadığına inandığımız, daha doğrusu inandırıldığımız Cleveland gibi bir karakter, böyle masalsı bir filmden daha çok hangi filme yakışabilir ki? Filmde karşımıza çıkan tüm doğa üstü olayların, rasyonalist baş karakterimizin başına gelmesi, belki de Shyamalan’ın “inançsız” karakterlerini sürekli bir imtihana tabi tutmasının başka bir yansıması olarak okunabilir. Bu noktada Paul Giamatti’nin dram ve komedi çizgisindeki hassas oyunculuğunun filmi sırtladığını söylemezsek, ona büyük haksızlık yapmış oluruz diye düşünüyorum.
Evet, masalın çirkininden bahsettik. Şimdi gelelim masalın güzeline, yani su perisine… Kendisi son derece ketum bir karakter olsa da senaryo, karakter hakkında bulmaca çözer gibi bilgi toplamamıza olanak sağlıyor. Böylece Shyamalan, su perisini filmdeki onca karakter arasında kaybolmaktan kurtarmayı kısmen başarıyor. Kısmen diyorum zira Story, Cleveland gibi derin bir karakter değil. Her ne kadar senaryo onu tanımamıza olanak sağlasa da Story, çoğu zaman “kurtarılmaya muhtaç bir kadın” imajının ötesine geçemiyor. Bu da onu fazlasıyla edilgen bir karakter yapıyor. Üstelik onun hikâyenin merkezinde olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu durum daha da rahatsız edici bir hal alıyor. Bryce Dallas Howard, The Village filminden sonra bu filmde de sanki bu rol için yaratılmışçasına, tüm samimiyetiyle oynamayı başarıyor. Bu da Story karakterinin kâğıt üzerindeki kusurlarını çoğu zaman unutmamızı sağlıyor.

Masal içinde Masal
Bir masaldan doğan ve masalsı atmosferiyle dikkat çeken filmde, karakterler de bir masalı keşfe çıkıyor. Cleveland’ın yaşadığı her şeyin, aslında bir Uzakdoğu masalının aynısı olduğunu öğrenmemizle masal içinde bir masal izlemeye başlıyoruz. Bu masalda neler yok ki! “Scrunt” adında kurt benzeri çimden canavarlar; “Tartutic” adında ağaçlarda kamufle olan gorilimsi yaratıklar ve “Eatlon” adında dev bir kartal… Efsanelerdeki şifacı, lonca, muhafız, yorumcu gibi klasik arketipler de masaldaki yerini alınca, karşımıza eksiksiz bir formül ama sıra dışı bir yorum çıkıyor. Üstelik Shyamalan, bol karakter handikabını ön yargılarımızla oynadığı sürprizlerle dolu senaryosuyla aşıyor. İşin içine merakımızı sürekli olarak artıracak çekimler eklenince Lady in the Water, gerçekten de izlemesi keyifli bir masala dönüşüyor.
Elbette bu filmde de Shyamalan’ın nevi şahsına münhasır dokunuşlarını görüyoruz. Joey Dury’in corn flakes kutusu ile geleceği okuması gibi… Bu fikir bir acizlik, bir düşüklük müdür? Yoksa hayal gücünün genişliğinin bir göstergesi midir? Ya da türün klişelerine yapılan bir gönderme mi? İşin aslı Shyamalan’ın filmlerinde böyle absürt sahnelere rastlamak mümkün. Mesela Signs filminde filmin kahramanlarına bebek monitörü ile uzaylı sinyali aldırıyor olması gibi…
Bu gibi sahneler, işi eğlenceli kıldığı için çok da göze batmıyorlar bana kalırsa. Ama filmin göze batan birçok noktası olduğu da bir gerçek. Mesela filmin ilk dakikalarında sır gibi saklanan Story, biz daha ne olduğunu anlayamadan perdede arz-ı endam ediyor. Bu yüzden de hikâyeye çok ani bir giriş yapıyoruz. Öte yandan film, yavaş temposuna rağmen sürekli meşgul eden yapısı ile bizim hiç nefes almamıza izin vermiyor. Ama beni en çok rahatsız eden şey, Cleveland’ın masalı anlattığı herkesin her şeye bu kadar çabuk inanması, bir an için bile sorgulamaması oldu. Bu durum bir masal için bile gerçekten fazla! Yine de kendi evreninde inandırıcı olmasını engelleyen bu sorunları bir kenara koyarsak Lady in the Water, hem karanlık bir masalın nasıl olabileceği konusunda yaratıcı fikirler öne sürerken hem de masal içinde masal deneyimine bizi ortak etmeyi başarıyor. Evet, nihayetinde bu film, herkese hitap eden bir film olmayabilir. Ama bununla birlikte herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir masalın kapısını araladığı da bir gerçek. Bu davete icabet etmek ise tamamen size kalmış…