Sinemanın İlk Yılları ve George Melies
Sinema sizin için neyi ifade ediyor? Hayatınızda nasıl bir alanı kapsıyor? Sinemayı sadece deşarj olmak için gittiğiniz kapalı, karanlık bir oda olarak mı görüyorsunuz? Ya da muazzam derecede keyif aldığınız ve gitmezseniz büyük yoksunluk çektiğiniz bir ihtiyaç olarak mı? Aslında sinema hem büyüdür bizler için hem de gereksinim. Toplumsal sıkıntılardan, kişisel sorunlarımızdan sıyrıldığımız sığınaklarımızdır. Peki, sinemanın yeşermeye başladığı yıllarda neler yaşandı hiç düşündünüz mü? 300-500 kişilik dev salonların olmadığı, kısacık filmlerin yapıldığı dönemlerde seyirci kitlesi hangi kıstas altında sinemayı ve filmleri değerlendirdi. İlk filmler neler anlatıyordu, halkı aydınlatıyor muydu, sadece eğlendirmek için mi üretilmişlerdi yoksa gözyaşı seline mi boğuyorlardı?
İsterseniz şimdi tarihte yolculuğa çıkalım ve sinemanın ilklerine gidelim. Sessiz sinema dönemi ve sinemanın ilk gerçek yönetmeni Melies’in önünde saygı ile eğilelim…
Sinemayı Var Etmeye Çalışan Birkaç Öncü
İlk fotoğraf 1826 yılında Niepce tarafından çekilmiştir. Beynin hızla değişen sabit duran görüntüleri hareket ediyormuş gibi algılaması anlamına gelen görme sürerliliği ise o dönemlerde bilinir bir kavramdır. Ama biz biraz daha öncesine bakalım…
Thaumatrope adında her iki tarafında resimler bulunan bir tel üzerine tutturulmuş basit dönen bir disk, iki görüntüyü birbiri üzerine getirip bir bütünlük oluşturur. Mesela en fazla uygulanan örnek olarak bir kuş ve bir kafes üst üste geldiğinde kafeste bir kuş olarak görünür.
Belçikalı Joseph Antoine Plateu, 1832 yılında üzerinde bir dizi eşit aralıklar bulunan bir disk üreterek Phenakistoscope ismini vermiş olduğu aleti icat eder. Plateau’dan sonra onun açtığı yoldan devam eden kişi William George Horner olmuştur. Zoetrope makinasını icat eder, makinanın işlevi bir dizi küçük hareketleri yakalaması idi ve içinde çizgi film dizisi bulunuyordu. Silindir döndüğünde kesikler arasından hareketler algılanıyor ve görsellik sunuyordu. 1867 yılında Zoetrope ticari bir ürün oldu ve satışı başladı. Sonra Phasmatrope icat edilmiş diğerleri gibi sınırlı hareket algılaması sağlayan bir ürün olarak kalmıştır.
1877 yılında fotografçı Eadweard J. Muybridge hareket üzerine bir takım çalışmalar yapıyordu. Bir atın milisaniyelerden oluşan aralıklarla çekilmiş fotoğraf dizisi çok meşhur olmuştur ve bir iddia sonucu gerçekleştiği söylenir. İddia ise şudur: California eski valisi Leland Stanford, bir atın dörtnala koştuğu esnada tüm toynaklarının aynı anda yerden kesildiğini bildirmiş ve bunu da kanıtlamak için Muybridge’nin yardımını istemiştir. Bir at bulunur, üstüne sürücüsü bindirilir. Çevreye sıra sıra dizilmiş on iki kamera konulur ve atın resimleri koşarken çekilir. Resimler çıkınca incelenir ve bu kadar uğraşın sonucu olarak Leland Stanford iddiayı kazanır. Bir karede atın dört toynağı da havadadır.
Görüntünün duvarlara yansıtılması ise çok eski tarihlere dayanır. 1640 yılında “Sihirli Lamba”nın icadından sonra sinema kültü günümüze kadar gelecek ve görüntülerin perdeye yansıtılması sağlanacaktı. Bir diğer adı Büyülü Fener (Lanterna Magica) olan bu icat günümüzde kullanılan slayt projektörlerin babası olarak görülür. Çin bilimi alanında uzman olan İngiliz biyokimyacı Joseph Needham’ın söylediklerine göre 2. yüzyılda Çin’de keşfedilmiştir. Bu bilgiye göre sinemanın ilk tohumlarını farkında olmadan Çinliler atmış dememizde bence bir sakınca yoktur. Ama icadın patenti Henry R. Heyl tarafından 1870 yılında alınmıştır. Çalışması için bir gaz lambası ve merceğe ihtiyacı olan bu makinenin yaptığı, cam üzerine boyanmış resimleri perdeye veya duvara yansıtmaktan ibarettir. Bu buluş 19. yüzyıla geldiğimizde ilk olarak İngiltere’yi ziyaret eder sonra Avrupa kıtasına yayılır. Zamanla da geliştirilen alete birbiri üzerinde kayan resimler yerleştirilerek basit hareketli görüntüler elde edilmeye başlanır.
Cansız bir resmin hareketli görüntü teknolojisiyle sanki bir ruhu varmış gibi hareket ettirilmesi olacak şey değildi ama yavaş yavaş insanlar bu teknolojilere ısınmaya başladılar…
Bir Dizi Sinema Çalışmaları: Kimler Neler Yapmış?
Sinemanın mucidi olarak bir kişiyi göstermek hata olur. Birçok kimse, günümüze kadar gelecek sinema sanatının şekillenmesinde vesile olmuşlardır. Yan yana bulunmasalar da bir nevi kolektif bir çalışmaya gitmişlerdir. Bu kimseler arasında Amerikalı Thomas Alva Edison, Fransız Louis ve Aguste Lumiere kardeşler, İngiliz kökenli Fransız Louis Le Prince ve İngiliz William Friese-Greene sayılabilir.
1884 yılında George Eastman adında bir şahsiyet, ilk olarak kâğıt, sonrasında da selüloit bir film tekeri üretmeyi başarmıştır. 1880’li yılların sonuna doğru Louis Le Prince, hareketli görüntüleri kaydeden bir makinenin patentini satın almıştır ve bu makinesiyle Leeds Köprüsü’nden geçen insanları ve tramvayı çekmiştir. Prince’in makinası çok büyük ve ağırdır. Taşınması için bir kaç kişiye ihtiyaç vardır.
Eastman daha sonra tekere sarılı selüloit filmlerine bir dizi delik açmış ve bu şekilde filmin kamera ve projektör makinası içerisinden geçirebilmesine olanak yaratmıştır. 1891 yılında Edison’un yevmiyeli çalışanlarından biri olan William K. L. Dickson, Kinetograf adı verilen makinesi ile selüloit şeridine görüntü kaydedip Kinetoskop ile yansıttığında hareket algısı oluşturmayı başarır. Kinetoskop’un tek kişi tarafından izlenebilmesi bir handikap olsa da o dönem ortalığı esip gürletir.
Lumiere kardeşler ise kaydetmiş olduğu görüntüyü yansıtabilen Sinematograf isimli icatlarını dünyaya tanıtmışlardır. Böylece filmlerin, tek kişinin izleyebildiği izlenceler olarak kalması artık tarihe karışacaktı.
Özellikle Lumiere Kardeşlerin 1895 tarihli “L’Arrive d’un train en gare de La Ciotat / Bir Trenin La Ciotat İstasyonu’na Gelişi” filmi bu dönemin en meşhur filmidir. Bir trenin istasyona girişini gösteren görüntü tek bir çekimden meydana geliyordu. Efsaneye göre insanları çok korkutmuş, kaçışanlar olmuş, bazıları koltukların altına saklanmış, hassas bünyesi olan bazı bayan seyirciler bayılmış ve atik birkaç seyirci tren kendilerine çarpacak zannedip kendilerini dışarıya zor atmışlardır. Bu gösterimden sonra sinema deneyimi, sinemadan önce icat edilen hız treni roller coaster’lar ile kıyaslanacaktır. Acaba hangisi insanı daha çok gerilmesini sağlar yıllar geçtikçe cevap netleşir…
Yine bu dönemlerde nice farklı yenilikler görücüye çıkmaya devam etmiştir. Bunlardan biride “Hale’s Tours” ismindeki sinema ve eğlenceyi birleştiren icattır. İsim babası George Hale olan bu aygıtın çalışma prensibi günümüzdeki eğlence parklarından farksızdı. Demir yolu vagonuna dönüştürülmüş bir platformda izleyicilere tren yolculuğuna çıkıyormuş hissiyatı verildi. Yerinde duran tren vagonu arada sırada gidiyormuş sanılsın diye çalışanlar tarafından sallanmakta, anlatılmakta olan öykü sırasında tren düdüğü ve zili ise performansa canlılık ve gerçeklik katmaktaydı. Hale’s Tours, ABD’de büyük başarı elde etti ve hemen hemen tüm eyaletleri gezdi.
Görülmekte ki yeniliklerin başında hep tren figürü var ve buda sanayi devrimi ile beraber gelişimin göstergesi. Tren, uzaktakini yakına getirmek ve ulaşımı artık sorun olmaktan çıkardığı için sinema ile kardeş görünmüştür. Sonuçta sinemada bir nevi tren gibi ulaşım aracı değil de nedir!
Melies Sahneye Çıkar, Ayağının Tozuyla Ay’a Uçar!
8 Aralık 1861 yılında büyülü şehir Paris’de doğan Georges Melies’in Hollandalı annesi ve Fransız babası ayakkabı imalatı işinde çalışıyordu. Melies, diğer kardeşleri gibi hayat okuluna gitmeyip akademik eğitim alır. Kuklacılık ve resim sanatına merak duyar. Hayattan keyif aldığı yıllarda askerlik belası başına dert olur. Bela diyorum çünkü o dönemlerde Fransa’da askerlik süresi 3 yıldır. Varlıklı bir ailesi olması sayesinde, Fransız ordusuna bağış yapılması sayesinde askerliğini 1 yılda tamamlar. Eve dönüşünde onu bir sürpriz karşılar. Babasına olan 1.500 franklık borcu yüzünden ailesinin imalathanesinde hiç istemeyerek çalışmaya başlar.
Sonra çıkar yol bulamayarak kendini işine adar ve babasından ticareti ustası ressam Gustave Moreau’dan teknik çizimleri öğrenir. Melies zamanla kendini geliştirir ve entelektüel bir birikim sağlar. Eksik yönü olarak gördüğü İngilizce öğrenmek için Londra’ya gider. Ama bu dile aşina olamaz ve geleceği için farkında olmadan bilmediği bir alana geçiş yapar: Sihir ve Pantomim! Bu sahne sanatlarında konuşmak gerekmemektedir; beden hareketleri ve el çabukluğu kâfidir.
Melies, resim sanatında olduğu gibi bu eğitimi de sağlam bir şekilde edinebilmek için kendine öğretmen aramaya başlar. Zorlu ikna sürecinden sonra kendini sihirbazlık sanatçısı İngiliz Nevil Maskelyne’ye kabul ettirir. Maskelyne sayesinde hatırı sayılır bir çevre edinen Melies, David Devant’tan da mesleğin sırlarına vakıf olup püf noktalarını öğrenir.
1885’te Paris’e dönen Melies babasından kalan miras ile hep hayalini kurduğu sahneye, Theatre Robert Houdin’de sahip olur. Theatre Robert Houdin’in üst katında ise Lumiere kardeşlerin babalarının fotoğraf stüdyosu bulunmaktadır ve sinemacı kökleri olan bu şahsiyetler aynı çatı altında buluşmuş olurlar.
Melies’in ilk gösterileri gölge kuklası ve sihirli lambalar gibi görsel nesnelerin oluşturduğu illüzyon seyirlikleridir. Gittikçe sahnesi dolar ve şanlı bir üne kavuşur. Melies’in sinemayla tanışması ise 1895 yılında ilk sinema gösterimi ile olur. Grand Cafe’nin karanlık alt katında Lumier Kardeşler’in gösterimini izleyen Melies, şaşkınlığını gizleyememiş ve nerdeyse nutku tutulmuştur. Melies anılarında o gün için “hayret içinde kaldığını” belirtmiştir. Bunun üzerine Lumiere’lerden sinematografı almaya çalışır. Ama onlar, kendisinin teklifini nazikçe reddederler.
Ama yılmayan Melies, İngiltere’ye döndüğünde kafasına koyduğunu gerçekleştirmek için kamera ve yansıtıcı satın alır. Sahnelerin adamı Melies çağın gerektirdiklerini sağlamak için artık görsel sanatı kullanmayı takıntı haline getirmiştir. Bir süre belgesel türünün ilk örnekleri sayılabilecek filmler çeken Melies, bir gün Paris’te çekim yaparken kamerasının 1 saniye gibi bir süre takılı kalması ile karşılaştığı sonuçları keşfetmesinden sonra işler değişir. Takılma sahnesinin olduğu karede yürüyen yayalar birden kaybolmuştur, arabalar ise atlamalarla ilerlemiştir. Böylece Melies, montaj hilelerini keşfetmiş olur! Tabii ki bunun arkası da gelecektir…
Melies’in 500’ü geçkin eserinin burada teker teker sayacak değiliz. Zaten iflas ettiği dönemlerde cinnet anında filmlerini yaktıktan sonra 3 te 1’i günümüze anca ulaşmıştır. Melies’in inceleyeceğimiz filmi, türü ve anlatı yapısı ile diğer filmlerinden rahatça sıyrılan “Le Voyage dans la Lune / Ay’a Yolculuk (1902)” olacak.
Ay’a Yolculuk Zamanı…
George Sadoul, “Lumieres ve Melies” adlı kitabında Ay’a Yolculuk filmini sinemanın başlangıcı olarak gördüğünü şu sözleriyle belirtir: “Eğer bir gün sinemanın 100. yılını kutlayacaksak bu sinematografın bulunduğu 1895 yılı değil, sinema sanatının Ay’a Yolculuk filmiyle ortaya çıktığı tarih olan Temmuz 1902 olmalıdır” demiştir.
İlk bilim-kurgu filmi olarak lanse edilen Ay’a Yolculuk, sol gözüne roket batan ay figürü ile hafızalara 100 yılı aşkın bir süredir kazınmıştır. Bu sahne için oyuncunun suratı saatlerce makyajlanmış ve plastik sanat uygulanmıştır.
Ay’a Yolculuk filminin etkilendiği 2 önemli edebi eser vardır: biri 1865 tarihli Jules Verne romanı olan “From the Earth to the Moon”, diğeri de H. G. Wells’in 1901 yılında çıkan “The First Men in the Moon” kitabı. Bilim-kurgunun iki önemli isminden ilham alan bu film, ilk bilim-kurgu filmi olmasına karşın Melies’in yaklaşık 300 film denemesinden sonra ortaya çıkmıştır.
Filmin senaryosunu kardeşinin de yardımları ile yazan Melies, Viktorya dönemine ait bir grup bilim adamının ve başlarındaki liderlerinin, çalgılı vurmalı törenle birlikte yaptıkları Ay’a yolculuk konusunu 14 dakikaya sığdırır. Melies’in “double exposure” tekniğini sıkça kullandığı film o dönem sessiz filmlerde ki teknikle saniyede 16 kare hızında oynatılmıştır. Filmin sinema tarihine kazandırdığı önemli bir yenilik ise özel efekt kullanılan ilk eser oluşudur.
Filmin vermek istediği mesaja gelirsek, insanoğlunun bitmek tükenmek bilmez hırsı ve aç gözlülüğü dünya ötesine de ulaşmış, ay da yaşayan ırkı bile rahatsız eder duruma gelmiştir. Kim bilir belki insanoğlu ilerde kolonileşir ve uzaylı dediğimiz varlıkları sömürgeleştirerek çalışma kamplarında köle niyetine çalıştırır. Prof. Barbenfoullies başkanlığındaki ekip önce ayı keşfederler sonrada ay yüzeyinde yaşayan türün esiri olarak liderlerine götürülürler. Lider zaten onların gelişinden en başından beri mutsuzdur. Bunu Ay’ın sol gözüne çarpan kurşun görünümlü roketin Ay’ı ağlatmasın da görebiliriz. İnsanoğlu dünyadan aya gelmiş ve sıkıntı getirmiştir. Dünyada doğan bebeğin yaptığı ilk şey olan refleks olarak ağlaması gibi ayda ağlamaya başlar. Her izleyenin farklı anlamlar çıkartabileceği bu film, sessiz sinema döneminde çığlığı basan örneklerinden biridir…
Kaynakça
Brian J. Robb. (2013). Sessiz Sinema. İstanbul: Kalkedon.
Yazar: Umut Uçan