Manchester by the Sea / Yaşamın Kıyısında (2016)
“You Can Count on Me” (2000) ve “Margaret” (2011) filmlerinden sonra hem yazıp hem de yönettiği üçüncü filmi “Manchester by the Sea” (Yaşamın Kıyısında, 2016) ile ustalık eserini ortaya koyan Kenneth Lonergan, kaybeden insanlar üzerine, hayat kadar sıradan ama hayat kadar vurucu bir hikâye sunuyor bize.
“İnsan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiç bir şey yoktur;” der Albert Camus, “ama yine de yaşamak gerekir.” Aslında başkarakterimiz Lee Chandler’ın gözünden hayatı, Camus’nün bu sözüyle özetlememiz mümkün. Zira Lee, hiçbir umudu kalmamış kaybeden bir adamdır. Sadece karısı tarafından terk edilmek değildir elbette onu kaybeden yapan. Yaşadığı sarsıcı olay ile birlikte ruhunu da kaybetmiştir. Eskiden şen şakrak olan bu adam, yerini sessiz, amaçsız ve buz gibi soğuk bir kabuğa bırakmıştır. Eskiden etrafı insanlarla çevrili bu adam, artık kimseyi yanına yaklaştırmayan yapayalnız birine dönüşmüştür. Apartman görevlisi olarak çalıştığı binalarda, insan ilişkileri giderek zayıflarken maddesel problemleri çözmekte ustalaşmıştır; bir boruyu onarmak, tıkalı bir tuvaleti açmak, akıtan bir musluğu tamir etmek onun günlük rutinleri haline gelmiştir. Çoğu zaman insan yerine konmazken yavaş yavaş hayata, ailesine, topluma ve en önemlisi de kendine yabancılaşmıştır.
Lee, abisi öldüğünde geçmişinin en büyük kâbusu olan ebeveynlik rolünü yeniden üstlenmek zorunda kalır. Başlangıçta abisinin oğlu Patrick’e karşı ılımlı ama çözmesi gereken maddesel bir problem gibi yaklaşır. Patrick de Lee gibi “yabancı” biridir ve bu iki “yabancı”nın bir araya gelmesiyle film daha derin bir yapıya kavuşur. Şimdiye dek Hollywood sinemasında “aile” üzerine birçok farklı film izlemişizdir ve bu filmlerde insanların ailesi için akla gelebilecek her şey ile mücadele ettiklerine şahit olmuşuzdur. Ama insanın ailesi için kendi kendisiyle mücadele edişinin hikâyesine pek rastladığımız söylenemez.
Hikâyesinin merkezine insanı alan ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bize unutamayacağımız bir şekilde hatırlatan Lonergan, işte bu sıradan -gibi gözüken- hikâyeyi, anlatış şekliyle ne kadar da iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu ispatlıyor. Ve ince ince düşünüp yazdığı bu hikâyeyi görselleştirirken de aynı hassasiyeti gösteriyor. Lonergan, süreyi kısaltıp daha hızlı anlatmak ve görece daha önemsiz olan sahneleri filmden atmak yerine, yavaş, uzun ve detaylı sahnelerle karakterlerin hayatına daha kolay girmemizi ve onları daha iyi anlamamızı sağlıyor. Böylece Lee ve Patrick’in iç dünyaları başarılı bir şekilde analiz edilip somutlaştırıldığı için daha “gerçek” karakterler izliyoruz.
Lonergan, sadece iyi bir hikâye anlatmakla kalmıyor, bununla birlikte hikâyeyi güçlü metaforlarla da destekliyor. Mesela babasından kalan diğer hiçbir şeyle ilgilenmeyen Patrick’in tekneye olan bağlılığı pek de garip bir şey değil aslında. Ne de olsa yönetmenin yarattığı bu dünyada, deniz özgürlüğü temsil ediyorsa, tekne de özgürlüğe giden yolu temsil ediyor. İşte bu yüzden sürekli olarak Lee’nin tekneyi satmaya çalışmasını, Patrick’in ise tamir etmek için uğraşmasını izliyoruz.
“Şimdi”yi “geçmiş” ile desteklemeye çalışan çoğu filmin kurgu anlamında çuvalladığını sıkça görmüşüzdür. Flashback’leri yerinde ve yeterli bir şekilde kullanan “Manchester by the Sea” ise bu konuda tutarlı olmayı başarıyor. Böylece Lee’nin geçmişini yavaş yavaş ve olması gerektiği kadar öğreniyoruz. Aynı zamanda flashback’e geçtiğimiz sahnelerde Lee, asansör, araba, küçük bir oda gibi kapalı bir mekânda bulunuyor. Bu sayede karakterin, geçmişinin verdiği ağırlık ile ezildiğini çok daha iyi hissediyoruz. Hatta bu şekilde bize anıların insan ruhunda yarattığı klostrofobi etkisi de aktarılmış oluyor.
Albert Camus’nün “Yabancı”sını anımsatan Lee rolünde Casey Affleck, filmin atmosferiyle son derece uyumlu minimal oyunculuğu ile neredeyse her sahnede kendine hayran bırakmayı başarıyor. Onun “The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford” (2007) filmindeki performansından sonra beni ikinci kez ama bu sefer daha derinden etkilediğini itiraf etmem gerekiyor. Belki o zamanlar Robert Ford rolüyle aday olduğu “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar ödülünü Javier Bardem’e kaptırdı ama yaklaşık 10 yıl sonra gelen yeni adaylık ile bu sefer “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kimseye kaptıracağını zannetmiyorum. Zaten bu sene Altın Küre ödülünü kazanmasını da bunun en büyük kanıtı olarak gösterebiliriz. Bu arada yeri gelmişken filmin, “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Orijinal Senaryo” dâhil olmak üzere toplamda 6 Oscar ödülü adaylığının bulunduğunu da belirtelim.
Evet, Casey Affleck bu film için olmazsa olmaz bir etkiye sahip. Ama başarısının sırrı sadece kendi yeteneklerinden kaynaklanmıyor, aynı zamanda çok da şanslı. Neden mi? Kenneth Lonergan gibi ne yapmak istediğini bilen bir yönetmenle çalışması bir yana, karşısındaki diğer oyuncular da oldukça iyiler. Özellikle Patrick’e hayat veren Lucas Hedges için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Zira henüz bir avuç filmde oynamış olan Hedges, Affleck’in karşısında ezilmiyor ve onun oyunculuğunu desteklerken kendisi de elinden gelenin en iyisini ortaya koyuyor. Bununla birlikte Lee’nin eski karısı Randi’yi oynayan Michelle Williams da kısa rolüne rağmen kalbimize dokunmayı başarıyor. Yıllar sonra Lee ile Randi’nin karşılaştığı kısım, iki oyuncunun da olabilecek en doğal ve en etkileyici performanslarını sergiledikleri unutulmaz bir sahne olarak hafızalarımıza kazınıyor. Akademi’nin bu “saf” oyunculuklara kayıtsız kalamayıp Hedges’i “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ve Michelle Williams’ı “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” Oscar ödülüne aday gösterdiğini de notlarımızın arasına ekleyelim.
Klasik ve modern müzikleri ile “Manchester by the Sea”, şarkı sözleri olmayan ve dans sahneleri bulundurmayan hüzünlü bir müzikale benziyor. En yıkıcı olaylar ile en sıradan şeylere hep aynı dinginlikle yaklaşan film, usul usul başlayıp usul usul bitiyor. Hem de belirli bir başlangıç ve bitişinin olmamasının hiç bir önemi yokmuş gibi. Zira biz ne olduğunu görmesek bile Lee ve Patrick’in birbirlerinin hayatlarında önemli değişikliklere sebep olduklarını biliyoruz. Sonuç olarak, kan bağı olan bu iki “yabancı”nın hikâyesini izledikten sonra unutmamız pek mümkün gözükmüyor…